Geçtiğimiz ay Şule Yüksel Şenler’in vefatıyla konuşmaya başladık aramızda. Biz dediğim, İslamcı/muhafazakar ailelerde büyümüş, kimimiz sekülerleşmiş kimimiz ise geleneksel dini anlayıştan sıyrılmış birkaç kadın. Ne çok şey öğrenmiştik 80’li ve 90’lı yıllarda kalemi keskin, sesi gür, fikirlerine katılmasak da İslamcı erkekler arasında sivrilen o kadınlardan ve romanlarından…
Literatürdeki adı hidayet romanlarıymış. 80’lerin sonunda başlayan ve 90’larda zirvede olan bu roman türü adından da anlaşılacağı üzere “modernite kıskacındaki Müslümanlara” seslenen kurmacalar olagelmiş. Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı bu türün önemli örneklerinden sayılıyor. Dindar yaşam ve diğer türlü yaşamlar arasında keskin bir ayrım koyan; diğer türlüsünün ne kadar cezbedici, günahkar ve yıkıcı olabileceğini çeşitli senaryolar üzerinden ispatladığını düşünen bu romanları bugünkü aklım olsa büyük ihtimalle okumazdım. Fakat bende salt olumsuz etkileri olmadığını düşünüyorum.
Tüm bu hidayet romanları arasında en çok Emine Şenlikoğlu’nun kitaplarını okurdum. Huzur Sokağı fazla romantik gelirdi, Minyeli Abdullah ise çok tanıdık gelmezdi. Esas karakter erkek olduğu içindi büyük ihtimalle. Fakat Şenlikoğlu en çok kadınları anlatırdı. Müslüman olan ve olmayan kadınlar romanda önemli rollere sahipti. Müslüman olmayanlar huzuru ancak Müslüman olduktan sonra bulurdu tabii. Müslüman olmadan ya da Müslümanca yaşamadan önceki hayatları ibretlikti. “İmamın manken kızı” vardı mesela, ilk okuduklarımdan diye hatırlıyorum. İmamın dindarca olmayan, dışarıdaki hayata özenen kızı günahlar işledikçe batıyordu ve huzuru ancak tövbe edince buluyordu. “Maria” romanında esas kızın nasıl İslamla tanıştığı işleniyordu. Hele ki “Kadınlar da Kadınları Ezer” kitabı vardı ki ismi bile evlere şenlik. Bugünden geçmişe bakınca nasıl okumuşum, sevmişim bu kitapları diye hayret ediyorum bazen kendime.
Şenlikoğlu kitapları 90’lı yıllarda, muhafazakar bir evde doğmuş çoğu insanın evinde vardır. Belki benim gibi birçok kadın, küçük bir kızken yaz tatilinde elindeki kitapların hepsini döne döne okumuştur da komşudan akrabadan kitap toplamaya çıkıp bu kitaplarla dönmüştür eve. Yine belki benim gibi babasına “Bana kitap al” diye yalvarmıştır da babasının götürdüğü kitapçıda aynı yazarın üç kitabını seçmiştir, hatta kitapçı da kızın hevesini sevimli bulmuş olmalıdır ki bir tane de kendisi hediye etmiştir.
Bahsettiğim küçük kızlardaki bu iştiyak nedendi diye sorarsanız bana kalırsa romanlardaki o esas kadınların yanlışlarına, doğrularına, hikayeye sinmiş ideolojiye rağmen özne olabilmeleriydi. Hele bazı romanlarda kadınlar inançları doğrultusunda ailelerine karşı çıkıyor, belki bu yüzden reddediliyorlardı ama yine de dönmüyorlardı fikirlerinden. Sokakta gece yarısı tek başına kalmış bir kadının bir tekstil dükkanında çalışarak, tek odalı bir ev kiralayarak hayatta kalabileceğini okuyordum romanlarda. Sürüne sürüne eve dönmüyordu ve ayaklarının üzerinde duruyordu hepsi. Kendilerini döven kocalarını terk edenler vardı aralarında; bazılarının “yuvasını yıkmamak için” sabretmesine nasıl sinirlenirdim okurken. Karaktere “Bu da benim imtihanımdır, sabretmeliyim” dedirten yazara sinirlenerek devam ederdim kitaba devranın döneceği umuduyla. Çoğu zaman ya canına tak ederdi ya başka bir şey olurdu, kadın terk ederdi o evi ve ayakta kalmanın bir yolunu da bulurdu. “Baştan terk ettirseydin ya kadını, ne demek sabır, imtihan?” diye söylenirken 12-13 yaşlarındaydım.
Bir keresinde şu an adını hatırlayamadığım bir romanını okurken Şenlikoğlu’nun (çoğu romanı benzer olay örgüleriyle ilerliyordu zaten) kocasını sırf kızı babasız büyümesin ve kendisi de “kötü yola” düşmesin diye terk etmeyen bir kadını anlattığını gördüm. Sonuna gelemeden kitabın arkasındaki Mektup Yayınevi’ni aradım. Bizim evde sabit telefon olmamıştı hiç. Bunun için amcamlara ailecek misafirliğe gittiğimiz bir günü seçtim. Bastım tuşlara, telefona bir adam çıktı. Sesim heyecandan ağlar gibi çıkıyordu galiba çünkü “Emine Şenlikoğlu’yla konuşmak istiyorum, ona önemli bir şey söylemem lazım.” dediğimde tereddüt etmeden ev telefonunu verdi. Hemen aradım. Şenlikoğlu’nun kocası açtı telefonu ve karısına verdi. Telefonda, hiç görmediğim ama o vakte kadar çıkan kitaplarının en azından 10-11 tanesini okuduğum o kadına sitem etmeye başladım. Ağlamaklı bir tonla, romandaki kadın karakterin ismini anarak “Neden sabrediyor kocasına? Allah’ın izniyle kötü yola düşmez, tekstil dükkanında çalışarak ev tutar kendine, kızını da yanına alır. Kocasız Müslüman olunmuyor mu?” diye sorma cüreti gösterdim. Kadının uçağa yetişmesi gerekiyormuş, beni teselli edecek birkaç şey söyledi. “Kadının hakkında hayırlısı olacak inşallah, okumaya devam et kızım.” dedi gülerek. Kapattı telefonu.
Kitabın sonunu detaylı hatırlamıyorum. Evdeki kitaplığa bakıp kontrol edeyim dedim ama kim bilir hangi komşu kızı almış kitabı okumak için ama geri getirmemiş. Belki o da aynı isyana düşer, aynı soruyu sorar. Hidayet romanında farketmeden bulduğum feminist kırıntıları o da takip eder.
Görsel: Michael Heizer, “Circular Surface, Planar Displacement Drawing,” 1969.