Madamasr sitesinde 17 Ağustos’ta yayınlanan Omar Robert Hamilton yazısının çevirisidir.
On iki saattir burada oturuyorum, yalnız başıma ve ne yapacağımı bilemeyerek. 29 Ocak 2011’de Mısır’a giden uçağa bindiğimden beri ilk kez ne yapacağımı bilmiyorum.
Önümüzde bugünden daha kötü günler var.
Dünyayı değiştirebileceğimizi düşünmüştük. Şimdi biliyoruz ki bu his bize has değildi, biliyoruz ki her devrim anı açık aşikar bir kaderin nabzıyla akar. Bugün her şey ne kadar farklı geliyor. İnandığımız şeyleri gömmeyeceğim, ama o his -gençliğin iyimserliği? saflık? idealizm? aptallık? – artık tamamen ve geri dönüşsüz şekilde ölü.
Ölenlerin yasını tutuyor ve onları öldürenlerden nefret ediyorum. Ölenlerin yasını tutuyor ve onları ölümlerine gönderenlerden nefret ediyorum. Ölenlerin yasını tutuyor ve öldürülmelerine bahane yaratanlardan nefret ediyorum. Bu nasıl oldu? Buraya nasıl geldik? Bu yer neresi?
Tarih 12 Şubat 2011. Hüsnü Mübarek düşmüş. Sabah bir işi bitirmek için Amerika’ya uçacağım, daha sonra yeni ülkeyi kurmak için temelli Kahire’ye taşınacağım. Annemin balkonunda oturuyorum. Sigara ve soğuğu hissetmemek için çay içiyor ve konuşuyoruz; gördüğümüz ve yaptığımız şeyler, yapacağımız tüm işler hakkında. O gece, her şey mümkündü. Sohbetimiz küresel devrim gibi devasa konulardan bakan atamalarının pratik tartışmasına, film okulunun şartları gibi küçük detaylara uzanıyor. Gece boyunca konuşmuştuk. Notlar almıştım.
En çok canımı yakan da bu anı belki de.
Amerika’dan döndüğüm sırada ordu Tahrir Meydanı’ndaki iki oturma eylemini dağıtmış, sivilleri toplu halde askeri mahkemeye çıkarmaya ve kadın eylemcilere “bekaret testleri” ile saldırmaya başlamıştı. Devrim artık daha küçüktü, ama ciddiyeti ve odağı vardı ve sürekli saldırı altındaydı. Düşmeyen devlet, derin devlet, uydu devlet; her ay, ayda bir kere saldırıyor. Mart’ta, Nisan’da, Ağustos’ta ve Aralık’ta Tahrir’i temizliyor. İsrail Büyükelçiliği’ndeki eylemcilere saldırıyor. Kahire’nin merkezini Pensilvanya’dan ithal gözyaşartıcı gazla puslu bir Kasım gününe çeviriyor. Kabine binasının çatısından taşlar ve molotov kokteylleri yağdırıyor. Ölüm tuzağı Port Said stadyumu kapılarını kilitliyor. Her ay, insanlar onunla dövüşerek ölüyorlar.
Kasım 2011 ve Ocak 2012’de sokaklar askeri yönetimin sonlandırılmasını talep eden sloganlarla inledi. Ama sokaktaki eylemi siyasi kazanca çevirme görevini bu sefer siyasetçiler üstlenmişti. Artık ordunun muhatapları vardı. Güya orduya karşı olan tüm güçler -devrimciler, liberaller, Müslüman Kardeşler ve Selefiler- gerçekten güçlerini birleştirselerdi bugün nerede olurduk? Belki ölü olurduk. Belki de olmazdık. Belki sivil devlete daha yakın bir noktada olurduk.
Gerçek, ideolojik bir ittifak hiçbir noktada mümkün değildi. Ama taktik ve pratik bir ittifak işe yarayabilirdi. Fakat beraber çalışmaktansa, her parti tekrar tekrar orduyla bir araya gelerek bir takım anlaşmalara vardı ve bu şekilde sürekli olarak generalleri olabilecek en kuvvetli taktik konuma getirdi. Herkesin suçu vardı. Kendilerini devrim yanlısı olarak takdim eden eskinin zengin liberalleri göreceli rahat bir hayat yaşıyordu, orduyla tarihsel bağları vardı ve durmadan Müslüman Kardeşleri şeytanlaştırıyorlardı. Devrimcilerin “yüksek siyaset”ten hazzetmemesi zaten kendilerini denklemden çıkarmaları anlamına geliyordu. Selefilerin tek derdi kendilerine maksimum güç ve istedikleri bakanlıkları -eğitim ve sağlık- verecek bir anlaşmaya varmaktı. Uzun zamandır sokağa insan dökebilme kabiliyetiyle övünen Müslüman Kardeşler ise, en başından beri kibirli ve hilekardı – liberallere ciddi seçim sözleri verdiler, Amerika’yla lobicilik yaptılar ve ordu’ya dokunulmazlık ve kendi kendini denetleme gücü verdiler.
İş başına geldiğinde, Muhammed Mursi İçişleri Bakanlığı’nı karşısına almayı reddetti. Onun yerine, Ocak 2011’de Asyut Güvenlik Departmanı başkanıyken neredeyse oradaki devrimi öldüren, Muhammed Mahmud ve ultras katliamları sırasında Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nde güvenlikten sorumlu başkan olan Ahmet Cemal Eddin’i göreve getirdi.
Halkın asıl düşmanı her zaman güvenlik devleti olmuştur – polis ve ordu. Bunlar tamamen tasfiye edilmeden hiçbir zaman hiçbir yere varamayacağız. Bunun mümkün göründüğü, sivil bir devletin kurulabileceği bir an vardı. Ama Mursi ve Müslüman Kardeşler’in, ordunun organize katiyetine karşılık, birbirinden tamamen farklı ve kendi aralarında didişen sol ve liberallerle iş görmeye çalışma zorluğunu seçmesi gerekecekti.
* * * *
Şimdi Saraybosna’dan yazıyorum. Dün Srebrenica Anma Müzesi’nde oturdum. İnsanlar her taraftan üzerlerine gelen silah atışlarından kaçmak için Kahire’nin 6 Ekim Köprüsü’nden atlarken, General Ratko Mladic kameraya bakıyor ve tarihe şu sözleri yazıyordu:
“İşte 11 Temmuz 1995’te, önemli bir Sırp kutsal gününün hemen öncesinde burada, Sırp Srebrenicasındayız. Türklere karşı isyanın hatırasına, bu şehri Sırp halkına veriyoruz. Müslümanlardan öc alma zamanı gelmiştir.”
Sokaklarda tek başıma dolaşıyorum. Her binaya hala savaşın yaraları kazılı. Katıldığım film festivalinin açılış gecesinde tek başıma içiyor ve müzedeki vidyoda gördüğüm kadını düşünüyorum.
“Bağırsaydım, çığlık çığlığa onu alamayacaklarını söyleseydim. Onu tutup çekseydim. Bir şey yapsaydım. Bilmiyorum. Belki kendimle yaşayabilirdim.”
* * * *
27 Haziran 2013. Estoril’de oturuyoruz, köşede televizyonun altındaki masada. Altı kişiyiz, üç kişi 30 Haziran’daki yürüyüşlere saldırılacağına çok inanıyor. Milli Demokrat Parti örgütlerinin ülkeyi kaosa sürükleyerek orduyu yeniden gücü ele almaya zorlamaları için mükemmel bir an olduğunu söylüyorlar. Ölüm listelerinden bahsediliyor. Av fişeklerinin gözümüze gelmesini engelleyeceğini umduğum gözlüklere yüzlerce pound harcamışım. O gün eyleme katılmak istemiyorum. Mursi’nin gitmesini istiyorum, ama duyduğumuz tüm sesler feloul’e ait (Mübarek rejimi) ve internette kimsenin asker ya da polis aleyhine slogan atmamasında ısrar eden talimatlar dolaşıyor. Ama tüm arkadaşlarım gidiyor, benim ne seçeneğim var? Televizyonda ölmelerini izlemek mi?
Durumu yanlış okuduk. Ordunun, rejimin istediği kan bizim kanımız değildi. Bu sefer değildi. Artık geçersiz olduğumuz için mi? Yoksa tepki çok kuvvetli olacağı için mi?
Ve 3 Temmuz’da ordu darbe yaptı, tıpkı 11 Şubat 2011’de yaptığı gibi. Şubat ayında toplumsal baskıyı bitirmek ve halkı dağıtmak için Mübarek’i indirdiler. Ve işe yaradı. Bu sefer ne oldu? Sokağın baskısı orduyu harekete geçmeye mi zorladı, yoksa istediğini ele geçirmek için Tamarud üzerinden sokağın baskısını ordu mu yarattı?
* * * *
Silahsız taraf hiç kazanabilir mi?
Bir keresinde İranlı bir arkadaşım beni istediğimizin devrim değil reform olması gerektiğine ikna etmeye çalışmıştı. Devrimlerin sadece en fazla şiddet kullananlar tarafından kazanıldığına.
Bugün uyanır uyanmaz okuduğum ilk şey Adam Shatz oldu. Şöyle diyor,
“Mısır’ın devrimcileri devrime olan inançlarını devrimin varlığıyla karıştırdılar.”
Ama inançlarımız yoksa neyimiz var? İnandığımız şeyler eylemlerimizin, kimliklerimizin tabanını oluşturuyor. İnancımız dönüştürücüydü de: hepimizin bir anlığına paylaştığı, birbirimize duyduğumuz inanç. Hayalkırıklığının ve açgözlülüğün ve kötü niyetliliğin sonsuzluğunda o anın, insan olmanın nihayet değerli olduğu, elinde bir kitapla yalnız olmaktansa bir topluluğa ait olmanın tercih edileceği o anın hiçbir zaman yok olmayacak bir değeri vardı. Bu 2.5 senenin insanlar için ne kadar önemli olduğunu, insanların ne kadar kudretli, ne kadar korkusuz hissettiklerini küçümseyemeyiz. Devrimin varlığı siyasi bir yönetimin ve sürecin varlığıyla karıştırılmamalı. Devrim biz öldü dediğimizde ölür. Devrim biz artık onun için ölmediğimizde ölür.
Kahire’deki evim Bab el-Luk’ta ve her markete gidişimde, 22 Kasım 2011’de, Muhammed Mahmud Sokağı’ndaki ilk çatışmada saklandığım kapı ağzını görüyorum. Sokağı dolduran gözyaşartıcı gazın kokusunu alıyorum, kilitli cam kapıyı ve camda polisin silah atışlarının giderek yaklaşan parlaklığını görüyorum. İçine kurşun yüklenen bir silahın sesini duyuyorum, giderek daha gürültülü. Ve mükemmel bir belirginlikte kendi düşüncelerimi duyuyorum
Arkanı dön. Kurşun sırtına gelsin. Belki hayatta kalırsın. Dik dur. Ayağa kalk. Seni hatırlayacaklar. Artık senin de sıran geldi. Daha fazlasını feda edenler var. Gözlerini kaybedenler var. Alaa hapiste. Hepsi bunlarla cesaretle yüzleşti. Cesurca. Dik dur. Seni hatırlayacaklar.
Bugün ölüme karşı dik duramıyorum. Bugün sadece yazı yazabilen bir korkağım. Devrimin vurulmak üzere sığ bir mezara sürüklendiğini görüyor ve ne yapacağımı bilmiyorum. Ama biliyorum ki çok geç olmadan onu yakalayacağız ve onun için dövüşeceğiz. Bunu yapmak zorundayız, aksi halde bir daha asla kendimizle yaşayamayız.
[Fotoğraf: Ordunun Nahda Meydanı’ndan haftalardır oturma eylemi yapan eylemcileri çıkardığı operasyondan bir kare, Associated Press. Kaynak: Al Jazeera. Güvenlik güçlerinin operasyonu başladığından beri Mısır’da 600’ün üzerinde insan öldürüldü.]