Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Kadınların yaşam deneyimlerini anlatma biçimindeki gizler, farklı sosyal bilim dallarında akademik çalışmalara da konu oldu. Daha doğrusu, öncelikle tanıklığı öne çıkaran yeni araştırma tekniklerinin (derinlemesine görüşme, etkileşimci görüşme ve sözlü tarih gibi) yardımıyla unutturulmaya çalışılanı feminist bir perspektifle incelemede veya başka politik örgütlenmeler anlatılırken ya da mitik ulusal bellek dışındaki kolektif bellekte yer alan “sapma”lar irdelenmeye çalışılırken, kadınların 12 Eylül tutsaklıklarına dair anlatılar akademik dile sızdı. Emel Akal’ın, Kızıl Feministler Bir Sözlü Tarih Çalışması (2011), Meral Akbaş’ın Mamak Kızlarına ithaf ettiği, “Biz Bir Orduya Kafa Tuttuk Arkadaş” Mamak Kitabı (2011), Handan Çağlayan’ın Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu (2007) ve Göze Orhan’ın 2013’te tamamladığı Geçmişin Ağırlığı: Türkiye’nin 12 Eylül’ü başlıklı doktora tezinde yer alan görüşmeler, 12 Eylül’ü yaşayan kadınların “unutturmama gayreti”nin devamlılığına işaret eder. Gayretin isimlendirmesini devraldığım Tanıl Bora’nın derlediği 40 yıl 12 Eylül (2020) başlığıyla yayınlanan kitapta, doktora tezinden “Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler” adlı bir bukle sunan, yazısına tıpkı bu yazı gibi eksiklik duygusunun ağırlığı ile başlayan Orhan, 70’lerde ve 80’lerde doğan çocuklar için, “hem kendisinden önce yazılmış bir tarihin ruh üflediği, biraz da öykünürcesine verdiği mücadelelerin hem de taşıdığı yükle ‘zamanın ruhu’nun yer yer dışına düşmüş, çeperinde kalmış” kuşak için 12 Eylül’ün “bir yuva” olduğu kadar “sesi alınmış ağız” da olduğunu söyler: “Ne sesi tam olarak işitebiliyoruz, ne eşikten ayrılabiliyoruz. Ne duyup mesafelenebiliyoruz, ne dinlemekten vazgeçiyoruz.” Bu mesafelenme ve dinleme isteği, özellikle tanıklık anlatılarının çevresini oluşturan kamusal olan ile söylenemez olan arasındaki dikotomik gerginliğe yerleştirilerek kat kat giyinmiş/giydirilmiş kadın bedenlerinin söyleyebildiklerini anlama, düşünme ve yazma sorunsalı ile birleşerek Hazal Halavut’un 2009 tarihinde yazdığı Tracing the Document: Gender of Reality through the September 12 Coup başlıklı yüksek lisans tezinin de odağı haline gelmişti.
Sözü edilen ârafta kalmışlık halinin sadece henüz anlatılmamış hikâyelerden kaynaklanmadığını belirten Orhan, 12 Eylül belleğinin aracılanmış ve aracılanmamış hali arasında fark olduğuna dikkat çekmektedir. Bu farkın işaretlenmesini önemseme nedenim, kadınların doğrudan anlatımlarıyla araştırmacılara aktarılan konuşmaları arasındaki yakınlığı analiz edecek çalışmaların zamanının geldiğini düşünmemdir. Bu metinler nerede susar? Neleri görmezden gelir? Hangi metaforlar ve örtmeceler kullanılır? Kadın yaşam anlatılarının parçalılığını işlemeye böyle yaklaşabiliriz sanıyorum. Kadınların tutsaklık tanıklıklarına ve yaşam deneyimlerine odaklanan metinler arasında mekik dokuyan gözlerin olmaması, farklı anlatı gelenekleri ve bilimsel bilgi öbekleri arasındaki geçişliliğin eksikliği, görmezden gelmelerin derinleşmesine katkı sağlıyor olabilir. Politik hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi sürekli erteleyen, yapılması gerekenleri sadece bir gevelemeye ve ağız dalaşına dönüştüren eril iktidar mekanizmalarının aksine anlatılar arası geçişlilik üzerine düşünen bakışlar, kadınlık kültürünün çoklu yapısını ortaya çıkarabilecek.
Madem Göze ile aynı duyguyla başlamışız yazılarımıza, yine onun son paragrafında değindiği suskunluk hali hakkında birkaç söz ederek bitireyim ben de bu seriyi. Suskunluk halini çevreleyen ahlâkî, politik ve akademik dışlayıcılık tavırlarını irdeleyen ve “özyaşam öykülerini veri haline” getiren Handan Çağlayan’ın tespitleri geliyor hemen aklıma; adına konuşulandan kendisi için konuşan kadınlara dönüşümdeki politik güç tüm ilgisizliklere ve görmezden gelmelere rağmen yok edilemezliğiyle karşımızdadır. Farklı politik görüşlerde olsalar dahi sosyalist kadınların tutsaklık tanıklıklarında, 12 Eylül sonrasında Diyarbakır Cezaevi işkencenin en ağır olduğu ilk üç yer arasında sayılmakta, örneğin Demir Parmaklıklar Ortak Düşler kitabında diğer kent hapishaneleri gibi Diyarbakır’a başlık açılmakta, yaşanan zulme ilişkin tanıklıklar aktarılmaktadır. Kürt Siyasetinin Mor Rengi (2018) isimli kitapta, Gültan Kışanak, Diyarbakır Cezaevi ile ilgili kitaplar yazıldığını, ancak kadınların yazmadığını belirttikten sonra, kadınların yaşadıklarını kolay anlatamadığını ve yazamadığını vurgulayıp, siyasi tutuklular arasındaki dayanışmanın sağaltıcı etkisinin altını çizer. Sosyalist hareketlerin içinde yer alan kadınların hem politik farklılıkları hem de karşılaşmaları ve yer değiştirmeleri üzerine birlikte düşünmek ve birlikte yazmak iradesinin Kürt siyaseti içindeki kadınlar tarafından da paylaşıldığına örnek teşkil eden bu kitapta yer alan yazılar, benzeri biçimde yaşam yazımı anlatılarını içermektedir. Kışanak, 40 Yıl 12 Eylül adlı kitapta yer alan “Gerçekten 40 Yıl Oldu mu?” başlıklı yazısında, Diyarbakır 5 no.lu’da “yan yana durmanın koruyuculuğu”nu keşfeden kadınlarla güçlü bir Kürt kadın hareketinin çıkışı arasında bir bağlantı kuruyor. Hem bu güçlü hareketin varlığı, hem de geçmişi kültürel politik duyarlılıklarla, şimdiki zamanın politik gereklerine göre sorgulayan yaşam yazımı anlayışının metinler içindeki dolaşımı, kamusal ve özel, görsel ve işitsel arşivlerin çoğalması ve kayıtların birikmesi, kolektif belleği ses, koku, renk ve tat ile işleyen feminist oto/biyografilerin yazılacağını müjdeliyor.
Dışarıdan içeriye, Kocaeli Cezaevi’ndeki Gültan Kışanak’a, bir bulut kaçıran olsun dilerim, bu seri de.
Ana görsel: Tuz, Fatoş İrwen, 2012 (Video performans) (Sanatçının izniyle)