Köpeklerden korkan biri beklemediği bir yerde köpeklerle “mecburi” karşılaşmalar yaşarsa korkusu yüzünden insan arkadaşlarından eşlik bekleyebilir. Ben bekledim.
Boğaziçi Üniversitesi’nin kampüsleri genç, yaşlı, sağlıklı, huysuz, şişman, oyuncu pek çok köpekle doludur. Hem Kilyos’taki Sarıtepe kampüsünde geçen hazırlık, hem de Güney ve Kuzey’deki kampüsler arasında mekik dokuduğum lisanstaki ilk yılımda köpeklerden korkuyor, bu korkuyla varlıklarından huzursuz oluyordum.
İşaret edebileceğim tekil bir kırılma ânı yok; zamana yayılan bir dönüşümle, yurda, eve gidişim insanların değil köpeklerin yoldaşlığında gerçekleşmeye başladı. Meğer yüzlerine, gözlerine pek bakamıyormuşum. Ne kadar çeşitliler, nasıl şaşırtıcılar. Başka dillerde konuşmayı da öğrendik zamanla.
Aynı kampüslerde, burnu gözü akan, -sonradan dehidre kavramıyla özdeşleşen- kırçıl tüyleriyle sıskacık kalmış, kaloriferin üstüne tünemiş, kimiyle yediklerimizi paylaştığımız birçok kediyle de karşılaştım. Bir kısmı hastalanmış kedilerle. Ne yapabilirdik? Okulun revirine (Mediko Sosyal) hasta hayvanları kapıp götürsem, sosyal medyada “iç ısıtan görüntüler” gibi spotlarla sunulan “tatlı çocuk yaralı horozunu hastanenin aciline getirdi” minvalinde haberlerden birine konu olsam fena mı olurdu? Olmadı.
Kampüslerde kaç kedi vardır acaba? Güneyden başlasak saymaya? Kirpiyi gördün mü, bizimkinin mama kabından yiyor? Köpeklerin sayısını biliyoruz biraz biraz, değil mi? Sorular çoğalıp çeşitlenir, hasta hayvanların sayısı, gördüklerimin şiddeti artar, karşılaşmalarımın sıklıkla eşlikçisi Gizem’le ne yapabiliriz’li sorular sorarken okulda bir veteriner varmış, o da haftada bir okuldaymış gibi duyumlarla çevrelendik. Okulun “manzara”sının banklarında elimde sigaram ve kitabımla, kucağımdaysa “en az 3 kediyle” oturduğum günlerden bir gün, iki kişinin köpeklerimizden birini aşılamaya çalıştıklarını gördüm, yanlarına gittim, tanıştık; o gün bugündür BuHay var, Boğaziçi Üniversitesi Hayvan Hakları Topluluğu. O günün öncesinde de öğrenciler, akademik ve idari personel, Hisarüstü’nün yorulmak bilmez hayvan gönüllüleri vardı tabii, hiçbirinin emekleri ödenmez. BuHay, kampüslerdeki hayvanlarla gönüllüleri bir araya getirmeye, çeşitli faaliyetler yürütürken organizasyonu kolaylaştırmaya, aracılık etmeye yarayışlı bir topluluk olarak çıktı ortaya. Bir ihtiyaçtan hâsıl oldu. Çevre Kulübü’ne bağlı BuHay’ımızı buradan, ilk kez anlatıyorum. Anısı, yarası, kıymeti tarifsiz; emek edenlerden birini unutuvereceğim korkusu da öyle. Şimdi cânım topluluğumuzun, o günlerde (2014; biz “hayvanseverlik” iddiasında değiliz, yalnızca patici hiç değiliz dönüşümünü adında taşıyan BuPati o zamanlar) “toplantıda 5 kişiydik”li mailleşmelerinden vardığı noktayı çoğunlukla uzaktan izliyor, neşeyle sarmalanıyorum. Hayvanların yaşam hakkını savunurken tüm ayrımcılıklara karşı da konumlanan BuHay’ın nasıl şahane bir bütünleşik mücadele ve direniş gösterdiğini merak edenler için de ilgili linkleri şuracığa bırakıyorum.
Her karşılaşma ötekini çağırır. BuHay’ın kuruluşu ve topluluk olarak hareket etme mücadelemiz de Doğal Hayatı Koruma Komisyonuna dahliyetimizi getirdi. Boğaziçi geleneği diye bahsedilen o yamalı bohçanın içinde yerelden yönetme anlayışıyla temsili çeşitlendirerek en alt birimden Rektörlüğe danışma kurulu olarak iş yapan, öneride bulunan, karar alma mekanizmalarında söz söyleyen komisyonlarımız var. Bizler de, lisans ve lisansüstü temsilcisi öğrenciler olarak DHKK’nın karar süreçlerine dahil olduk, seçilmiş son Rektörümüz Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu ile görüşmeler yaptık; öğrenci topluluğu, komisyon ve Rektörlük, ortak işlere emek verdik. Kampüslerdeki hayvanların beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak bütçeler oluşturmaya, yönetim birimlerinden bütçe desteği almaya çalışırken bir yandan da yaralı hayvanların okul içinde sürdüremeyeceğimiz tedavilerini taşıdığımız veterinerlerin borçları için bağış toplama prosedürlerine takılarak kampanyalar yürüttük. Kısırlaştırılmış hayvanların operasyon sonrası bakımlarını sağladığımız, “klinik” diye adlandırdığımız bölgelerin temizliğinden sorumlu olduğumuz, kampüste sürdürülebilir faaliyetler yürütürken idari ve akademik birimlerle ilişkilendiğimiz çok çeşitli konumlanışlardaydık. Tüm bunlarda kolektif emek ve bir arada yaşam vurgumuz belirleyici ve çerçeveleyiciydi.
Hayvanların yalnızca kampüslerimizdeki sağlığı, bakımı ve şerhini düşerek kullandığım “refahı” ile sınırlanmadan, kampüs dışındaki faaliyetlere yöneldik. Bünyesinden, 2017’de kurulan ve benim de üyesi olduğum Hayvanlara Adalet Derneğini çıkaran İstanbul Barosu Hayvan Hakları Merkezi’nin yürüttüğü seminerlere katılıp hayvan hakları ve adaletine yönelik öğrendiklerimizi kampüs içerisine taşıdık, festivaller düzenleyerek katılımcı sayımızı artırmak, topluluğu güçlendirmek yolunda adımlar attık. Tüm bunlarda birbirinin içine geçen, kıvrılan ağların örülüşünü deneyimledik. Akademik çalışmalarımız ile tutarlı bir mücadelenin ilk adımlarından biri addederek vegan olmamız ve bu yönde de aktivizm üretme çabamız halihazırda birbiriyle ilişkiliydi. DHKK’da birlikte çalıştığımız Doç Dr. Özlem Öğüt Yazıcıoğlu ile beraber, üç sene boyunca Disiplinlerarası Ekolojik-Etik Temaslar konferanslarını düzenleyerek aktivizm ile akademinin birbiriyle temas noktalarını, bazen iç içe ve yan yana dururken bazen birbirini dışlayıcı potansiyellerini, teyellerini, ekoloji ve etik gibi oldukça yakıcı meseleler odağında tartıştık, eyledik, ürettik.
Yürümeye devam ettiğim yolun çok-türlü karşılaşmaları ve belli başlı güzergâhlarını anlattım buraya kadar. Biricik deneyimlerimden kolektif ve yapısal olanın ilişkisini (t)üretmeye çalıştım. Hayvanların haklarını kampüslerde (de) örgütleme deneyiminin içinde pür neşe birikemiyor tabii yalnızca. Hepsine yetişemeyeceğini, “tümgüçlü” olmadığın gibi hiçbir şey eyleyemez halde de güçsüzleşmediğini hatırlatan karşılaşmaların yaşandığı kampüsler, sokaklar bazen mayınlı tarla, sosyal medya da öyle.
İhtiyaç halinde hayvana temin edebileceklerindeki yetersizlik ihtimali, çantanda taşıdığın ilkyardım kitinin giderek büyümesine sebep. Hayvanın ne zamandır orada öylece olduğunu bilememene öfke; neden kimse bakmamış diye öfke, sitem; keşke daha erken görseydim suçluluk duygusuna karışan hallerinle öfke, öfke; kurtarıldıysa sevinç; sokağa geri bırakmak gerekliliği ile sokakta yapamaz arasında salınırken açılan ilanların ortasında çare-sizlik ve öfke sarmalı.
Sokaktaki hayvanların koşullarını iyileştirmek üzere çalışırken dayanışma ağları da kendiliğinden oluşabiliyor; semtin, sokağın konumuna ve mahalleliyi oluşturan nüfusun “hayvan” anlayışına göre hayvan gönüllüleri ile düşmanları arasında gerilimden şiddete varan husumetler de öyle.
Sosyal medya da sokaktan farksız. Her gün, günün en olmayacak bir vaktinde; mesela bir yazıyı yetiştirmeye çalışırken, mesela öğrencileriniz sizden dersinizi neşeyle anlatmanızı beklerken ya da öğrenci olarak sunum hazırlamak için araştırma yaparken, çalıştığınız kafeye henüz müşteriler uğramamışken -her şeyin ortasında bir aralıkta yani- bir bakınayım neler olmuş neler olmamış dediğiniz bir anda imajın şiddetine tutulabiliyorsunuz. Devam etmenin zor olduğu bir halle yüzleşip hızlı reaksiyon göstermenizi bekleyen sosyal medya “âlem”inde öfke, üzüntü, tiksinti ve benzeri kederlendiren duygularla hakiki bir ilişkiye giremeden hızlıca geri dönmeniz gerek. Derse, sunuma, müşterilere. Önem hiyerarşisi açık, acil müdahale gerektiren bir durumda orada olmalısın. Peki ya sorumluluklar? Ortada apaçık bir ihlal var ve işi gücü bırakıp yetişmelisin. Ülke ihlalden yana bereketli, katmanlı şiddetin kurbanları hayvanlar ise tüm bu ihlallerden en çok yaralanabilir olanların başında geliyor.
Hayvanlara yönelik politikaları 2004’ten bu yana 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu belirliyor. Hayvanların korunmasına dair uygulama yönetmeliğini okuduğunuzda açıkça göreceksiniz; yasa karşısında tüm hayvanlar eşit değil.
Peki hayvanlar kaça ayrılır? Sahipli, sahipsiz hayvan; yük/taşıma hayvanı, ev ve süs hayvanı, deney hayvanı ve saymakla bitmez diğerleri, öyle mi?
Hayvanlar kaça ayrılır? Öldürülebilir olanlar, öldürülüp yenilebilir olanlar, yenmese daha iyi olanlar, yenilmesi katiyen yasaklananlar…
Sahi, hayvanlar kaça ayrılır? İnsan harici tüm hayvanlar, çeşitliliğini hayal etmesi dahi zor sömürü biçimleri göz önüne alındığında çoğa ayrılır. Hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü savunucularına göre ise tanım sarih: İnsan harici hayvanlar canlıdır, bireydir, hak öznesidir; mal ya da kaynak değildir. Her hayvan biriciktir. Ek fiilli, geniş zaman çekimli, -dır’lı dir’li cümleler erizahat gibi çınlasa da çoğunlukla, bu kez -dır’lar ve -dir’ler’i kullanmaktan kaçınmıyorum.
Hayvan hakları savunucuları olarak taleplerimiz açık; “eşit, adil, yaşanabilir bir dünya için Hayvan Hakları!” diyor ve yasanın da hayvanlardan yana olmasını beklemek kadar somut, basit ve bir o kadar naif bir talepte bulunuyoruz. AKP Tekirdağ milletvekili ve TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu Başkanı Mustafa Yel’in 5199’daki olası değişikliklerle ilgili açıklaması, hayvan hakları yasasının çıkması için yıllardır mücadele eden aktivistlerin ve kolektiflerin taleplerinin kabul görmediğini bir kez daha gösteriyor. Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi‘nin belirttiği üzere, muhtemel değişiklikler kaygı verici. Hayvanların bedensel bütünlüğünü ihlal eden, hayvanlara şiddet uygulayanlarla ilgili yasal düzenlemeler getirilmedikçe tutulduğumuz imajlarla şiddet sarmalında kuşatılmaya devam edeceğiz.
Hayvanlara karşı her şiddet biçimi “mala zarar verme” üzerinden değerlendirilerek yaşam hakkı gasp edilen hayvan eşya statüsünde görülüyor. O yüzden Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi’nin taleplerinin her biri hayati önem taşıyor. Hayvanları “doğuştan gelen haklara sahip ve duyguları olan hissedebilen bireyler” olarak tanımlaması beklenen, sahipli-sahipsiz hayvan ayrımını kaldırarak yasa önünde tüm hayvanları eşit konumlayan, hayvana yönelik tüm şiddet biçimlerini ertelemesiz, indirimsiz hapis cezası ile karşılayan, sorumluluklarını yerine getirmediği gibi toplu katliamlar gerçekleştiren Belediyeleri sorumlu kılarak cezalandıran, sokakta yaşayan hayvanların mahalleliden, sokak sakinlerinden olduğunu kabul ederek 5199’da mevcut bulunan 6. maddeyi hiçbir şekilde değiştirmeyen bir yasa acil gündemimiz. Petshoplardan avcılığa, hayvanlı sirklerden hayvan terk etmeye, yasaklı/tehlikeli ırk iddialarından yunus parklarına, hayvan dövüşlerinden deneylere, faytonlara, mezbahalar, kürk çiftlikleri, canlı hayvan ticareti ve havai fişeklere kadar uzanan kapsayıcılıkta yasa önerisi ortada ve hayvanların yaşam haklarını güvence altına alacak bütüncül bir yasa en acil ihtiyaç!
Hayvan hakları ihlallerini canilik, sapıklık, kişinin akıl sağlığının yerinde olmamasıyla açıklamaya kalkışma eğilimi oldukça yaygın. Böylece hayvanlara karşı işlenen suçlar “sağlık” kıstasından değerlendirilerek münferitleştiriliyor. Tecavüzcülerin, katillerin sağlıklı insanlar olmadıkları için böylesi fiillerde bulunduğu gerekçelendiriliyor. Halbuki vaka bazında değerlendirmelerde failin ruh sağlığı, işlenen suçların veçhelerinden yalnızca biri olabilir. Biliyoruz ki yasal düzenlemelerin caydırıcılığı olsa, hayvanları gerçekten koruyan bir yasa mevcut olsa her gün, gün içinde başka şehirlerden, farklı şiddet düzeylerinde karşılaştığımız fiillerin sayısında ciddi bir düşüş yaşanacak.
“Türkiye’de ilk defa hayvan hakları ihlâllerinin derlenmesi, arşivlendirilmesi, izlenmesi ve raporlandırılması için, gönüllü çalışan vegan hayvan özgürlüğü aktivistleri tarafından yürütülen” çalışmaları için Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM)’in ihlal raporlarına erişebilirsiniz. Cezasızlık politikasıyla, faillere verilen teşvik niteliğinde cezalarla bugün birçok alanda karşı karşıyayız. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın tartışma konusu edildiği, kadın ve LGBTİ+ cinayetlerinin neredeyse ödüllendirildiği bir ülkede, hayvanlara işkence ve tecavüz edenlerin, yaşam hakkını gasp edenlerin de benzer tutumlarla karşılaştığını görebiliyoruz. Ne zaman ki bir haber sosyal medyada geniş yer buluyor, infial yaratıyor, yasa tartışmaları sanki bugün başlamışçasına gündeme geliyor ancak gündemin hızında kayboluyor. Sosyal medyada uyandırdığı yankıya göre failler nadiren de olsa gözaltına alınıyor ancak cezasızlık devrede olduğundan salınıyorlar. Bu durumda bireysel ve kolektif düzeyde eylemliliğin önü de tıkanmış oluyor.
Elbette yalnızca yasa ile sağlanamayacak, uzun erimli bir hak mücadelesi alanından söz açmak gerekiyor. Yasanın sağlayacaklarıyla birlikte topyekûn özgürlük için mücadele etmek, bu eylemlerin temelinde yatan insanmerkezci-türcü anlayışı ifşa etmekle yükümlüyüz. Kadınlara şiddet uygulayanların karşısında konumlandığını sanırken “bunu yapan erkek olamaz” diyerek örtük erkek güzellemesi yapanlar, ikili karşıtlıkları söylemde ve pratikte güçlendirenler gibi hayvanlara şiddet vakalarında da işlenen suçların “insanlığa sığmadığını”, insanlık dışı olduğunu savunanları görmüşsünüzdür. Halbuki tam da insan oldukları için, insanı tüm canlılığın üstünde konumlandıran paradigmadan güç buldukları için (de) karşılaşmıyor muyuz şiddetin binbir haliyle?
Bir yandan yasa çalışmalarına dair hayvan hakları ve özgürlüğü aktivistlerinin yıllardır verdikleri emek görünmezleşirken öte yandan özellikle yaygın medya organları aracılığıyla hayvanlardan insanlara yönelen çoğunlukla “köpek terörü” başlıklı şiddet haberleri aracılığıyla yeterince hayvan düşmanı yokmuşçasına nefret politikaları üretiliyor. Bugün hayvan hakları ve özgürlüğü aktivistleri, mevcut tüm araçlarıyla kapsamlı politikalar üretmek ve sistematik şiddetle baş etmenin imkânlarını açmak amacıyla çalışıyor. 11 Mart günü hayvan hakları alanında emek veren Sivil Toplum Örgütleri ile Meclis’te yapılan görüşmelerde henüz yasa taslağının dahi görülmediğini, tartışmaya sunulmadığını biliyoruz.
Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi’nin “eşit, adil, yaşanabilir bir dünya için Hayvan Hakları Yasası!” talebini yineleyerek belirteyim ki nadirattan sayılabilecek kazanımlara rağmen mücadele güçlenerek devam ediyor. Hayvan hakları ve adaleti mücadelesine inancım, korkularımdan savrulup geldiğim noktaların, katettiğim şahsi yolun kolektif emeklerle örülmüş hikâyesiyle iç içe. Türcülüğün, heteroseksizmin, transfobinin, tüm ayrımcılık biçimlerinin karşısında konumlanan bir adalet mücadelesine ihtiyacımız, hayvanların özgürleşmesinin insanları da özgürleştireceğine inancımız ve hayvanlara yönelen sistematik şiddete karşı direncimiz ise bâki.
Kapak Görseli: “Chimera & All the Ladies,” Aylin Zaptçıoğlu, 2018.