Sarah’nın Toronto’da tek başına ölmesi korktuğumuz her şeyin bir araya gelip somutlaşmasıydı: evlerimizden uzakta yalnız ölmek, toplumumuz tarafından, ölümümüzden sonra bile yargılanmak, nefret edilmek.

MEYDAN

Hayatlarımız Koşullu Değil: Sarah Hegazi ve Yabancılaşma Üzerine

Tareq Baconi’nin madamasr.com‘da yayınlanan Our lives are not conditional: On Sarah Hegazy and estrangement başlıklı makalesinin çevirisidir.

 

 

Ölümünden sonraki saatler ve günler boyunca, Sarah Hegazi’nin o fotoğrafına tekrar tekrar dönüp baktım, 2017’de tutuklanmasının ardından yayılan fotoğrafa: Kahire’nin kirli gökyüzü ve konser ışıklarının arasında sevinçle parlayan genç bir kadın. Kalabalığın üstünde havada, büyük ihtimalle birinin omuzlarında, kollarını kaldırmış. Tuttuğu gökkuşağı bayrağı arkasına düşmüş, tıpkı bir pelerin gibi.

 

 

Yüzündeki mutluluk aklımdan çıkmıyordu. Hafifliği, açıkça varoluşunun yükünden arınmış o hali. Umursamadan bayrağı omuzlarında sallandırması. Bir başkaldırmanın değil basit bir varoluşun fotoğrafıydı. Uçarı bir an için, kabuğundan çıkmış ve kendisiyle barışık olmasına müsaade etmişti. Belki de onurlu hissediyordu. Arkasındaki uçsuz bucaksız kalabalığın arasında odakta o ve kamerayla yaşadığı samimi bir an vardı. Özgür görünüyordu. Tam da bu yüzden ona eziyet eden kişiler için bu fotoğraf böylesine büyük bir tehditti. Bizim gibi insanlar için evimizde mutluluk ve özgürlüğün mümkün olabileceğini öneren kısacık bir anı yakalamıştı.

 

Kuir Araplar, LGBTQ+ bireyler olarak, hayatta kalmayı tehdidin tam olarak ne olduğunu bile bilmeden öğreniyoruz. Yürümenin, konuşmanın toplum tarafından makbul görülen hallerini öğreniyoruz. Başımızın belaya girmemesi için maskülenliğimizi ya da feminenliğimizi nasıl taşımamız, nasıl performe etmemiz gerektiğini öğreniyoruz. Oynak bileklerimizi kontrol altına alıyor, sallanan kalçalarımızı düzeltiyoruz, kot pantolonlara hasretken kendimizi pembe elbiselerin içine sıkıştırıyoruz. Sesimizi yumuşatıyor ya da kalınlaştırıyoruz. Kendimizi rahat hissettiğimiz davranış biçimlerindense etrafımızda gördüklerimizi taklit ediyoruz.

 

Kendimize maskeler yontup çoğu zaman çıkartmıyoruz. Şehirlerde başarılı hayatlar sürüyoruz, arkadaşlarımız sevgililerimiz oluyor, kendimize güvenli alanlar yaratıp komüniteler oluşturuyoruz, evlerimiz, işlerimiz oluyor ama yine de şehrin periferisinde buluyoruz kendimizi. Hepimiz en iyi ihtimalle bizi yasal olarak silen en kötü ihtimalle ise ölüme mahkûm eden bir dünyada, kendi yöntemlerimizle yaşamaya çalışıyoruz. Sosyal çevremiz en iyi ihtimalle bizi hoş görüyor, en kötü ihtimalle bizi dışlıyor, aforoz ediyor.

 

Bazılarımız diğerlerinden daha iyi koşullarda yaşıyor. Bazıları başarılı oluyor, bazıları bocalıyor. Bazıları toplum içinde oynadıkları karakteri içselleştirirken bazıları kendilerine yöneltilen nefreti içselleştiriyor. Bazıları saklanıyor, bazıları kaçıyor. Bazıları heteroseksüel evlilikler yaparken bazıları evliliklerinden kurtuluyor. Fakat büyük bir çoğunluk aradaki boşlukta yaşıyor; ne tamamen çöküyor ne de mutlu oluyor. Bütün bu insanların arasında bir de Sarah Hegazi gibi cesur yürekliler var, kendi gerçeğini herkesin gözü önünde yaşayan, cinsel yönelimimizin bizi tanımlamadığı bir dünyanın hayalini kurmamızı sağlayanlar. Böylece belki de devir değişiyor diyoruz kendimize. Belki flörtleşmek ya da sadece var olmak için biraz olsun gardımızı indirebiliriz diyoruz. Hem varlığımızı onaylamak hem de dünyamızın sınırlarını test etmek için.

 

Sonra yüzümüze bir tokat iniyor. O gece, herhangi birimiz Sarah’nın yerinde olabilirdik; eğlenirken, umudun hayaliyle sarhoş olmuş hiçbir şeyi umursamadan hareket edebilirdik bir an için. Dayanışmayı kutluyordu, onu gören ve kabul eden insanların arasında olmanın verdiği mutluluğu yaşıyordu. Onun mutluluğunun bedeli hapsedilme, elektrik akımıyla işkence, cinsel saldırı ve sürgün oldu. Sanki ihtiyacımız varmış gibi bir kere daha kuir Araplar olarak maskelerimizi her zaman elimizin altında tutmamız gerektiğini hatırladık.

 

***

 

Ölümünü takip eden saatlerde ve günlerde telefonum durmaksızın çaldı. Sarah’yı şahsen tanımıyordum, ortak hiçbir arkadaşımız yoktu. Bu yüzden onu kaybetmenin beni bu kadar derinden etkilemesine hazır değildim. Aldığım mesajlar başkalarının da böyle hissettiğini anlatıyordu bana. Doğalında gelişen bir şekilde kendimi Londra’dan Lizbon’a, Boston’dan Amman’a, Hayfa’dan Beyrut’a uzanan bir kolektif yas çemberinde buldum. Yaşananların trajedisinin dışında Sarah’nın hikayesinin hangi özelliği hepimizi bu kadar derinden etkilemişti?

 

Mazoşist bir halde bir tür cevap arayışının peşinde sosyal medya gönderilerinin içinde kayboldum. Bencilce ve hissizleştiren bir hareketti. İnsanların ne dediğini görmek istiyordum, onun ölümü üzerine konuşulanları anlamak istiyordum. Ne zaman birisi onu desteklese, içimde umut kıvılcımları çaktı. Bazı insanlar bizi görüyordu. Birçok kişi onun arkasından dayanışma gösteriyor, yas tutuyordu. Bu insanların desteğine ihtiyacımız var, bizim adımıza konuşabilecek ayrıcalıklı insanlara, bizim hiçbir zaman sesimizi duyuramayacağımız şekillerde sesini duyurabileceklere.

 

Diğer yönden gelen nefret tufanı ise boğucuydu. İnsanlar onun önce hangi yönüne hakaret edeceklerine karar veremiyorlardı. Kendi üstünlüklerini onaylamanın bir yolu olarak onu yargılamak için birbirleriyle yarış içindeydiler. Art arda kötücül bir öfkeyle dolu yorumlar yapılıyordu. Bu insanları en çok çıldırtanın ne olduğunu bilmiyordum, lezbiyenliği mi, ateistliği mi, komünistliği mi, feministliği mi? Kutsal kitaptan binlerce alıntı yapıp, nefretle onu cezalandıranlar için bunların her biri eşit suçlardı.

 

Ölüm biçiminin ise bu suçlardan aşağı kalan bir yanı yoktu. Kendini öldürenler cehennemde yanmayı hak eder ve onlara merhamet edilmez. Sarah’nın kendini öldürmediği, toplumumuzun adiliği ve onun varoluşu için alan yaratmaktan aciz olduğu gerçeğiyle yüzleşmek mümkün bile değil.

 

Yıllardır bu nefret söylemlerine alıştığım, çok uzun süre önce bütün bu söylenenleri mantıksız ve asılsız diyerek önemsemeyi bıraktığım için bu yorumlara üzülmediğime kendimi ikna etmeye çalıştım. Ama bu nefret dolu sözlerin ne kadar tehlikeli olabildiğini unutmuştum. Bu paralel evreni izlerken bir anda merak ettim. Bu kadar korktukları şey ne?

 

Neden komünist, ateist bir lezbiyen devlet şiddetini, dini cezalandırmayı ve eril nefreti böylesine ortaya çıkarıyor?

 

Tabii ki de bu soruların cevaplarını biliyorum. Hepimiz biliyoruz. Cevaplarını iliklerimizde taşıyoruz. Tehdit altındaki özgüvensizlikten daha korkutucu bir şey yoktur. Bu soruları sormanın nedeni durumun ne kadar absürt olduğunu göstermekten ibaret.

 

Kudretli Arap ulusları, genç bir kadının mutluluğu karşısında titriyor.

 

***

 

Sarah’nın ölümü Samir Kassir’in Arap talihsizliği üzerine düşüncelerini aklıma getirdi: Dünyamıza nüfuz eden sonsuz yetersizlik hissi öylesine ezici, öylesine yıkıcı ki birçok insan için kaçmak çok daha kolay.

 

Bu coğrafyadaki diğer kuirler gibi ben de ne yazık ki hayatımızın bir noktasında karşı karşıya kaldığımız seçime aşinayım: uyum sağla ya da kaç. Arap dünyasında büyürken çevremdeki ekosistemde kuirliğe dair herhangi bir şey yoktu. İnternet öncesi dönemde, gey olduğumu bana fısıldayan içimdeki bütün seslerin tehlikeli olduğunu bir şekilde kendime öğretmiştim. Onları susturmam gerekiyordu. Uyum sağla ya da yok ol: farkında olmadan ya da kasten ısrarla beynimize işlenen mesaj bu. Sadece bir tür normal var.

 

Bu seçimle yüzleştiğimde, bir çoğumuz gibi ben de bir parçamı kendimden uzaklaştırdım. Kassir’in “kişisel kaçış” diye adlandırdığı seçenek benim içim mümkündü çünkü ayrıcalıklıydım. Başka bir yerde, Londra’da kendime bir hayat kurdum. Birçok kişi, fazlasıyla çok kişi, Orta Doğu’nun dışında yaşamayı seçti. Ayrıcalığımıza batmış halde kaçabiliyor olduğumuz için gurbet çekmenin yanında bir de çok büyük bir suçluluğu taşıyoruz.

 

Sürgün fazlasıyla sert bir kelime, belki yabancılaşma daha uygun olur. Kalmayı tercih edebilirdik. Birçoğu hiçbir pişmanlık duymadan kalıyor, bir yandan diğerleri ise çevrelerinde normal addedilenin gaddarlığın karşısında nefes alamıyor. Çoğu kişinin ise seçme imkânı zaten yok. Londra’da olmayı seçtiğimde bilmediğim şey, evimizi kalbimizde taşıdığımızdı. Kalsak da kaçsak da yabancılaşmak hepimizi aynı şekilde etkiliyor. Telefonuma düşen mesajlar kolektif acımızın coğrafi sınırları tanımadığını gösterdi. Çünkü insan hiçbir yere gitmese de ailesinden ve komünitesinden sürgün edilebilir, yok olabilir.

 

Kendi evimizde yerimizin olmadığının ister açıkça ister dolaylı yoldan söylenmesinin içinde barındırdığı şiddeti hep birlikte kabul etmemiz gerekiyor. Sarah’nın trajedisi hepimizi bu kadar etkiledi çünkü onun hikayesi hepimizin yaşadığının ekstrem bir versiyonuydu. Güvende olmak için Kanada’ya kaçtı. Onun trajedisinin sonu bu olmalıydı, acılarla dolu yeni bir sayfa olmamalıydı. Mutlu olabilirdi diyor bazıları. Ama biz kaçanlar işin aslını biliyoruz. Geçmişte yaşadığımız travmaları yabancı topraklara taşırız; burada metastaz yaparlar. Coğrafi ayrılık fiziksel güvenliği beraberinde getirebilir ama evimizden kovulduğumuz o an içten içe bizi parçalara ayırmaya devam eder. Sarah’nın Toronto’da tek başına ölmesi korktuğumuz her şeyin bir araya gelip somutlaşmasıydı: evlerimizden uzakta yalnız ölmek, toplumumuz tarafından, ölümümüzden sonra bile yargılanmak, nefret edilmek.

 

***

 

Dış mihrakların ajanı olduğumuz suçlaması bana en acı vereni. Zihinlerimizin sömürgeleştirildiği, Batılaştırıldığımız, tanrısız olduğumuz iddia ediliyor. Arap dünyasında yeri olmayan değerler tarafından bozulduğumuz söyleniyor. Amerikan kapitalizmi sokaklarımızı boyamışken, diktatörlerimizi İsrail silahlandırırken bütünlüğümüzü bozan dış güç gökkuşağı bayrağına sarılı bir kadın.

 

Bizler yaşadığınız dünyanın birer parçasıyız. Suudi Arabistan’dan, Filistin’den, Ürdün’den, Katar’dan, Bahreyn’den geliyoruz, sizinle aynı havayı soluyoruz. Aynı müzikleri, aynı yemekleri seviyoruz. Aynı politikaları paylaşıyor, aynı hedefler için mücadele ediyoruz. Bizler İslamcıyız, bizler seküleriz. Bizler hem doğuştan hem de seçimimizle kuir Araplarız. Benden söylemesi, bizlerden bir sürü var.

 

Londra’da yıllar geçtikçe ve maskem yüzümden düştükçe yapmak zorunda kaldığım seçime içerlediğimi fark ettim. Geyliğim ve aidiyetim arasında seçim yapamazdım. Reddettiğim bir ikilikti bu.

 

Memleketimi geri kazanma serüvenime Mashrou’ Leila’nın ezgilerinin bizi ele geçirdiği zamanlarda başladım. Bu müzik devrimciydi çünkü farklı bir gerçeklik yaratıyordu. Bizi sadece hoş gören değil aynı zamanda bizim bireyliğimizi anlayan bir grubun sesini yükseltiyordu. Müzik ve sözler, karmaşıklığımızı, kuirliğimizi, Araplığımızı ve çeşit çeşit politik görüşlerimizi, inançlarımızı kapsıyordu ve bütün bu kutuplaşma içinde bir tarafta durmamızı isteyen güçleri alaşağı ediyordu. Gerçek aşkı deneyimleme olasılığını ve melankolimizi anlatırken aynı zamanda havadaki yasemin kokusunu anımsatıyor, annelerimizin bitmek bilmez dırdırlarını duyuruyordu. İnsanlar ezgilerinin etrafında toplandı ve benim çocukluğumda olduğunun aksine mutlu oldukları, insanlıklarını tamamen kucaklayabildikleri bir hali buldular. Yalnız olmadıklarını anladılar.

 

Bölgede milyonların otoriter rejimler ve yolsuzluğun karşısında onurlu, hümanist bir politika için mücadele ettiği zamanlardı. O zamanlar geçti ve bugüne geldik.

 

***

 

Araplığımız kendimizi homojen kavramlara sıkıştırmamızı gerektirecek kadar kırılgan mı? Araplığımız hakkında bizi bu kadar güvensiz hissettiren ne ki milyonlarca farklı rengimiz olduğunu kabul edemiyor, İslamcı ya da seküler, kuir ya da hetero kimliklere yer açamıyoruz?

 

Tek bir anlatıya sıkışmayan, hepimize alan açabilecek, yan yana olabileceğimiz bir Arap kimliğini hayal edin. Tıpkı Mashrou’ Leila’nın duygu dolu bir ezgiyi bütün kimliklerimizle ördüğü gibi.

 

Bir izin versek.

 

Belki de bu bahsettiklerim saf bir idealizm. Belki bu yüzden Sarah işin aslını biliyordu. “Cennet bu dünyadan daha tatlıdır” diyerek doğrusunu söylemişti. Hangisini seçtiğini açıklamasına gerek yoktu. Kim onu suçlayabilir ki? Bu dünya onu ve birçok kişiyi hayal kırıklığına uğrattı, milyonlarca hayali tuzla buz etti.

 

En sonunda Mashrou’ Leila’nın solisti Hamed Sinno’nun Sarah’nın sözlerine içli sesiyle hayat verdiğini duyduğumda yıkıldım. Üstündeki siyah tişörtte “dünyamız içimizde yaşar” yazıyordu ve böylece acımızı, memleketimizi tıpkı sürgünümüz gibi kalbimizde taşıdığımızı anlatıyordu. Bir zamanlar sesi hayal kurmamı sağladığı gibi şimdi de matem tutmamı sağlamıştı. Sadece Sarah’nın ölümünün değil, kabul görmek uğruna mücadelesini verdiğimiz devrimin bedelinin yasını tutmamı sağladı. Bir gün hayatlarımızın hiçbir koşulunun olmaması için ödemek zorunda olduğumuz bedel.

 

Henüz bu noktada değiliz. Ama varacağız, çünkü hiçbir yere gitmiyoruz ve coğrafyamıza duyduğumuz sevginin kimliğimizi reddetmemiz gibi mümkün olmayan bir koşula bağlı olmasını reddediyoruz. Sarah’nın kimliğini dürüstçe yaşadığı o konserde, arkadaşları ve onunla dayanışma içinde olan insanlarla çevrelendiği o günde duyduğu mutluluğu ölümünden sonra telefon konuşmaları ve yazışmalar üzerinden bir araya geldiğimizde oluşturduğumuz kardeşlikle yeniden bulduk ve deneyimlediğimiz yabancılaşmayı paylaştık.

 

Hamed’in yüzündeki hüzünle birlikte en sonunda benim de göz yaşlarım aktı. Sarah’yı düşündüm. Hikayesi onundu ama cinsel yönelimleri ya da politikaları yüzünden, inançları ya da ırkı yüzünden cezalandırılan herkese, sessiz veya sıcak savaşlar yüzünden sürgünde olan herkese dokundu. Sarah, cennetin yolunu tutmuşken, hepimize yaşamak için gerçekliğimize tutunmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bizi insan yapan bütün karmaşamızla, acılarımızla, karşıtlıklarımızla yaşamalıyız. Yaşamımız herhangi bir koşula bağlı değil. Onunki de değildi. Güçle dinlen, yoldaş!

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YTransların özgürleşmesi neden kapitalizmi yıkmaktan geçiyor?
Transların özgürleşmesi neden kapitalizmi yıkmaktan geçiyor?

Transların devrimci örgütlenmelerdeki yeri, trans teorilerin kitlesel olarak pazarlanan bir kitapta yer bulmasının önemi ve yükselen aşırı sağ dalgasına karşı transmarksizmin rolü...

MEYDAN

Y7 Yaşındaki Trans Kız Çocuğun Davası Tüm Trans Çocukları Yakından İlgilendiriyor
7 Yaşındaki Trans Kız Çocuğun Davası Tüm Trans Çocukları Yakından İlgilendiriyor

"Trans çocukları yetişkinliği beklemeye zorlamak, tamamen kendileri olabilecekleri bir çocukluğu ellerinden almak demek."

Bir de bunlar var

Kraliçenin Kuğusunu Yedi
Bize Bir Yasa Lazım: 6. Trans Onur Haftası Başladı!
“Ruhunuzu Satabilir Misiniz?” Kazım Birdal Tüfekçi’yle Vicdani Reddi Üzerine

Pin It on Pinterest