Dünyanın bilgisini iki kelimeyle anlatabilen şeyler var.
“Hayata Dönüş” onlardan biri.
Cezaevinin tepesinde tüten duman, ambulanslara taşınan yanmış bedenler, çığlıklar, yanık bir yüzün bir kapı aralığından son haykırışı…
O görüntüler…
İki kelime…
Onlarca insanı diri diri yakmanın adını “hayata dönüş” koyan bir hakikatti tanık edildiğimiz. Devlet büyüktü, kocamandı, canı isteyince insanların derilerini eritebiliyordu. Koğuşların tavanında açtığı deliklerden büyülü nefesini üfleyince alevsiz yangınlar çıkarabiliyor, kadınları ve erkekleri kimyasal bileşenlerine ayırabiliyordu. Devletin öfkesi devletten de kocamandı. Durmuyordu, durulmuyordu. Kurşunlardan, tuhaf makinelerden, sıra dayaklarından da söz ediliyordu. Sözleri pek duymuyorduk. Ama duman, ama yanarak erimiş derilerin üzerine yapışmış beyaz merhemler, ama cildi erimiş sırf göz sırf ağız kalmış bir kadının ambulans kapısının aralığından seslenişi kazınıyordu zihnimize. Adını koymak yıllar aldı. Suça tanık değil, ortak edilmiştik.
Bilmediğimiz ve bilmezden geldiğimiz nice vahşetler yaşanıyordu ülkenin her yerinde. Ülkenin batısındaki çocuklardık. Savaş uzağımızdaydı. Uzağımızda ve çok karışıktı. Köyleri kim yakıyordu, kim kimi neden öldürüyordu, “Doğulular” her yere göç etmişti, başka İstanbul yoktu, kıro kime denirdi, İbrahim Tatlıses ne çok şeydi, belediye çöp kutularını niye kaldırmıştı, savaş bizim buralara gelince terör mü olmuştu, elinde şu siyah poşeti tutan esmer adam yoksa otobüsü bombalayacak mıydı, bütün Doğulular Kürt müydü? Anadolu lisesi ve kolej sınavlarına hazırlanır, Yonca Evcimikli Tarkanlı Tayfunlu Türkçe pop dalgasıyla neşemizi bulurken 90’ların ilk yarısı geçivermiş, ikinci yarıda gazeteler ve giderek çoğalan televizyon kanalları bağır bağır bir propagandayla bütün sorulara net cevaplar vermeye başlamıştı.
Milenium kapıyı çaldığında ise savaşın savaşlığını bilir olmuştuk. Televizyonlara ve gazetelere inanmamayı öğrenmiştik; her şeyin arkasında başka bir şey, meselelerin karışık değil derin, devletin bir büyük suç makinesi olduğunu da… Politik görüşlerimiz vardı, görüşlerimiz bizi başkalarından ayırıyordu, Türkçe pop “kalitesiz” bir müzikti, İbrahim Tatlıses daha da zengindi, ülkede olan biten her şey bizi ilgilendirmeliydi. İlgilendiriyordu da ama ah şu üniversite sınavları bir geçseydi… Kaç puan alacaktık, nereyi tutturacaktık, bizi tek tipleştirmeye çalışan sisteme karşıydık, ama fizikten de özel ders alsa mıydık?
Sonra bir gün tepesinde duman tüten bir cezaevi belirdi televizyon ekranında. Daha önce de korkunç görüntüler görmüştük. Yere sıra sıra dizilmiş “ölü ele geçirilen teröristler”in cesetleri, parçalanmış bir bebeğin minnacık bedeni.. Olay yerinden görüntülerin zihnimize kazınması ilk değildi. Ama o güne kadar gördüklerimiz hep bir tür geçmiş zamandı. Olanlar olup bittikten sonra, iş işten geçtikten sonra, insanlar öldürülüp bedenleri yere dizildikten sonra, zamanın geri alınamazlığı keskinliğinde geçmiş zaman görüntüleriydi. Ülkenin batısındakilerin tanık edildiği dondurulmuş kareler.. 19 Aralık 2000’de ise durum başkaydı.
Her şey olup bittikten sonra değil, olanlar tam da olurken ekran başındaydık bu sefer. Adım adım, dakika dakika, kötücül bir macera duygusuyla takip ettik Hayata Dönüşü. Ev konforunda otururken, okul bezmişliğinde laflarken, hiç test çözme havasında değilken, tam da yemek yiyecekken açık televizyondan “içeri” giriyordu zulüm. İçeri giriyordu ama yine de dışımızdaydı. Kare kare bütün görüntüler, tek tek akıyordu bize doğru. Televizyonlar yalan söylüyordu ve yalan söylendiğini az çok biliyorduk. Sebebinin, başının, kimin neyi neden yaptığının, bütün o karışık meselelerin hiçbir önemi yoktu. Hissediyorduk. Devlet insanları diri diri yakıyordu. Kadınlar ve erkekler yanıyordu. Biz izliyorduk. Hepsi bu. İzliyorduk izlemesine ama yarın okul vardı, bitmemiş ödevler vardı, Başak bugünlerde bana biraz soğuk mu davranıyordu, Cumartesi gecesi için nasıl izin koparmalıydı, şu üniversite zamanı bir gelse her şey ne kadar farklı olacaktı, hayatın başlamasına az kalmıştı…
İnsanları diri diri yakmanın adını Hayata Dönüş koymak devletin utanmazlığına verildi onca zaman. Halbuki devlet bizim için bir miladı işaretliyordu: “İnsanların cayır cayır yandığını, kurşuna dizildiğini, şehirlerin bombalandığını, ölüleri başında çıldıran insanların çığlıklarını, gerçek zamanlı katliamları canlı yayında izleyecek, dakika dakika takip edecek, sonra ölenleri, yananları, bombalananları o kutuda bırakıp hayatlarınıza döneceksiniz.”
Televizyon ekranlarından evlerin içine dolan zulmü dışarıda tutmayı becermenin, yeni bir zamanın adı.
2000 yılında 19 Aralık’tan 22 Aralık’a kadar 20 cezaevinde yapılan operasyonda 30 tutuklu yakılarak, kurşunlanarak, derileri eritilerek öldürüldü. 250’ye yakın kadın ve erkek tutuklu hayatları boyunca taşıyacakları izlerle yaralandı. İzledik. Hayatlarımıza döndük. Biricik hayatlarımıza.
Ana görsel: Zdzislaw Beksinski