Türkçe edebiyatın modernleşmesi ile kadın yazarlık pratiklerini birlikte düşünmek bakımından Fatma Aliye ve Ahmet Mithat’ın ortaklaşa yazdıkları Hayal ve Hakikat metni önemli imkânlar sunuyor. Her ne kadar tüm eserleri hâlâ Latin harflerine aktarılmamış ve eserlerinin eleştirel basımları henüz yapılmamış olsa da, elli liralık banknotların arkasında yer alan bir imge olarak Fatma Aliye figürü zamanımızın (sözel) ekonomisinde tedavüle girmiş bulunmakta. Ancak Fatma Aliye’nin modern Osmanlı edebiyat alanına dahil oluşu çok daha meşakkatli.
Georges Ohnet’nin Volonté romanının çevirisi olan Meram (1890) ve Ahmet Mithat ile birlikte yazdıkları Hayal ve Hakikat (1891) metinleriyle fiilen edebiyat dünyasına giren Fatma Aliye’nin ismi, metinleriyle birlikte dolaşıma girememiş. Şimdi bir fotoğrafıyla paranın arkasında temsil edilen Fatma Aliye’ye, ilk metinlerinde “bir kadın” adıyla işaret edilmiş. Meram’ın çevirmeni olan “bir kadın” ve Hayal ve Hakikat’in yazarı olan “Ahmet Mithat ve bir kadın” ifadelerinde, özel isim genel bir kategoriye indirgenmekle birlikte, bu anonimleştirme cinsiyeti silmez. Fatma Aliye, imzasını “bir kadın” şeklinde atar.
Her ne kadar bir eş-yazarlık tecrübesi, ortaklaşa bir roman yazma pratiği olarak Hayal ve Hakikat dikkate değer ve özgün bir edebiyat olayı olsa da buradaki eş-yazarlık girişimi başından itibaren eşit yazarlık olarak tecrübe edilmemiş. “Bir kadın”, Ahmet Mithat’ın himayesiyle edebiyat alanına sunulmuş. Erkek yazarın özel ismiyle, kadın yazarın cinsiyet kategorisiyle imzaladığı Hayal ve Hakikat, daha geniş bir düzlemdeki bir sözleşmenin ürünü aslında. Kadın yazar, Ahmet Mithat dolayımıyla edebiyat âleminde vücut bulurken, eş-yazarlar arasında baba-kız ilişkisi kurulmakta. Hayal ve Hakikat’ten iki yıl sonra yayımlanacak olan Fatma Aliye Hanım Yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti’nde Ahmet Mithat, bu baba-kız sözleşmesini açıkça ifade eder:
“[Günümüz Türkçesiyle]: Aliye Hanımefendi ile aramızda sözleşilmiş olan ve hatta rahmetli babalarının [Ahmet Cevdet Paşa] da onayıyla gerçekleşen manevi babalık ve kızlığın nasıl yürürlüğe gireceğine dair haberleşmeler esnasında söz konusu hanım [Fatma Aliye] pek bilgece ortaya koymuştur ki manevi babalık ve kızlığın önemi, maddi babalık ve evlatlıktan da hiç de aşağı değildir. Maddi anne baba insanı maddi varlıklar âlemine getirmeye aracılık ettiği gibi manevi baba da manevi varlıklar âlemine getirmeye aracı olur.”[1]
Bu kitapta; Ahmet Mithat, Fatma Aliye’nin şahsında bir Osmanlı kadın yazarının ortaya çıkışını anlatırken vesayetçi ve himayeci bir tavır takınmakta. Ahmet Mithat, bir yandan Fatma Aliye’yi Fatma Aliye adıyla Osmanlı edebiyat kamusuna sunarken diğer yandan da “Sana hediye olarak yine senden başkasını bulamadım. İşte bu kitap sensin kızım! Seni sana takdim ediyorum. Kabul etmemezlik edemezsin ya?” diyerek Fatma Aliye’nin öz-imgesini de şekillendirmekte.
Hayal ve Hakikat’i kuşatan bu baba-kız sözleşmesi, aynı zamanda metnin anlatı yapısı tarafından da içerilir. Roman, üç bölümden oluşmaktadır. Bir aşk hikâyesini kadın karakterin (Vedat’ın) gözünden sunan ilk bölüm Fatma Aliye tarafından anlatılmış ve yazılmışken; ikinci bölümde Ahmet Mithat’ın kaleminden yazılan, erkek karakterin (Vefa’nın) ağzından anlatılan kısımda aşkın hakikatini okuruz. Üçüncü bölümde ise yazar Ahmet Mithat, anlatıcı olarak da devreye girer ve karşılıksız ve hazin bir aşk hikâyesini -Vefa’nın önerisiyle- bir histeri vakasının analizine dönüştürür.
Böylelikle yalnızca Vedat histerikleştirilmez, kadın yazarın söylemi de erkek yazar ve onun yazdığı karakter tarafından hükümsüzleştirilir. Fatma Aliye’nin metninde, Vedat’ın aşka düşüşü; babasız ve annesiz olmakla birlikte tamlık duygusunu kaybetmeden hayatını sürdüren genç kadının aşkla karşılaşmasıyla birlikte tanıdığı arzu ve eksiklik duygusu üzerinden anlatılır. Çocukluk arkadaşı Vefa ile on yıl sonra tekrar karşılaşmasıyla, Vefa’nın yalnızca bir bakışıyla yıllardır onu sevdiğini anlar Vedat. Vefa hiçbir işaret ve kelâma başvurmadan, göstergelerin düzenini aşar bir şekilde, ondaki gizil aşkı açığa çıkarmıştır, Turgut Uyar’ın deyişiyle “onunla o eksik gel[miştir]”. Vefa’nın babası Hüseyin Sabri, Vedat’ın da manevi babasıdır, Vedat’a miras kalan geliri yönetmektedir. Babanın aracılığıyla nişanlanan çift, babanın ölümü ve Vefa’nın arzusuyla ayrılır. Babanın vücudunun, dolayısıyla baskısının ortadan kalkmasıyla Vefa ortadan kaybolurken Vedat, arzusu ve eksiklik duygusuyla kalakalır.
Fatma Aliye’nin metni, bu noktadan sonra Vedat’ın anlam dünyasının çözülüşüne, sinir sisteminin çöküşüne tanıklık eder. Ancak Fatma Aliye, eksik kalmış arzusuyla baş başa kalan yersiz yurtsuzlaşmış Vedat’ın deneyimini baba arayışına tercüme eder. Fatma Aliye’nin gözünde Vedat’ı tekrar bütünlüğe sokacak olan figür kaim-peder (baba ikâmesi) iken babasız Vedat, önce hem kaim-pederi hem kayınpederi olan Hüseyin Sabri’yi, sonra Vefa’yı kaybeder, hastalandığında ise doktoruna baba işlevi atfetmeye çalışır.
Bu anlatıda Vedat kendisini himaye edecek bir manevi babaya, kaim-pedere sahip olamadığından mevcut toplumsal düzende kendisini sabitleyebileceği bir konum edinemez, mevzi kazanamaz. Manevi babasının himayesinde, anonimleştirilmiş bir kimliğin içerisinde “bir kadın” olarak yazan Fatma Aliye, Vedat’ın aşktaki hayal kırıklığını ve aşkî bağın kop(arıl)masının ardından gelen krizini manevi babanın çözebileceğini ima eder. Ve Osmanlı toplumsal düzeninin Vedat’a bu imkânı vermediğini göstererek metnini sonuçlandırır.
Fatma Aliye Vedat’ın öznellik krizini baba meselesine indirgese bile, metinde Vedat’la özdeşleşen ve Vedat’ın aşk deneyiminde bir haksızlığa uğradığını kabul eden bir konum alır. Ancak Ahmet Mithat’ın yazarlık performansı ile birlikte Fatma Aliye’nin bu konumunun da altı oyulur.
Ahmet Mithat, önce Vefa’nın ağzından yazdığı kısımlar aracılığıyla Vefa’yı suçtan arındırır. Vefa’nın kendi kariyeriyle ilgili haklı ve hakikatli seçimleri ile Vedat’ın aşka düşmeye meyyal hayalperest kişiliği karşı karşıya getirilir. Vefa’nın ideal, Vedat’ın histerik olduğu bir senaryo ile karşılıksız aşk deneyimi yerinden edilir. İsmi ve cismiyle metinde görünür olan Ahmet Mithat, yazarlık otoritesini uygulayarak hem kadın yazarın hem de genç kadının anlatı ve deneyimini sıkı sıkıya kuşatır. Fatma Aliye’nin mecazi dili, Ahmet Mithat’ın mecazlardan arındırılmış mutlak hakikati ile geçersiz kılınır.
Tutarsızlığa yol açan birçok gelgiti olmakla beraber metnin sonundaki “İsteri-Hystérie” başlıklı makale aracılığıyla Osmanlı kadınları, özellikle üst sınıftan olanlar, histerikleştirilir. Ahmet Mithat, kadınlık ve histeri arasındaki zorunlu bağıntıyı reddederek başlar makaleye ama yine bu bağıntı üzerine kurar temel tezlerini. Aylaklığın, roman okumanın, ev işlerinden uzaklığın histeriye yol açma ihtimallerinden, histeriden korunmak için genç kızları hemen evlendirmek ve vakit kaybetmeden çocuk sahibi kılmak gerekliliğinden dem vurarak histeriden korunma yollarını bildirir. Histerik kadınlar süse düşkündür ve evlenme meraklısıdır. Her ne kadar Fatma Aliye’nin anlatısında Vedat’ın süsten hiç hoşlanmadığı ve yirmi iki yaşına kadar evlilik fikrinin aklına gelmediği belirtilse de Ahmet Mithat için bunlar da histeri belirtileridir. Hasılı, Vedat için histeriden kaçış yoktur. Her koşulda karşılıksız aşktan kaynaklanan kırıklığı ve acısı histeri elbisesine sokulacaktır.
Fatma Aliye’nin anlatısı, Vefa ve Ahmet Mithat’ın anlatıları aracılığıyla yerinden edilirken her üç anlatıcı farklı derecede ve şiddette Vedat’ın benzersiz deneyimini bilinire, temsil ve teşhis edilebilire indirgemeye çalışır. Yaşam hikâyesi, edebiyatın ve tıbbın vakasına dönüştürülmektedir. Baba arayışından histerikliğe giden bir ölçekte her üç anlatıcı da Vedat hakkında hüküm verir. Vedat’ın deneyimi edebi, kültürel, toplumsal ve tıbbi söylemlerle kuşatılır ve ele geçirilir.
Roman boyunca hakkında konuşulan Vedat, yalnızca iki yerde kendisini doğrudan ifade edebilir. Romanın başında Fatma Aliye’ye yazdığı mektubunda hastalığının nispeten iyileşmeye başladığını ifade eder. Himaye arama ve sığınmayla ilgili mecazlar dolaşımdadır bu mektupta; ancak Fatma Aliye’nin sunduğunun aksine buradaki himaye mecazları annelikle, tabiatla ve semavi olanla bağıntılı olarak kurulmaktadır. Vedat’ın son sözüyle ise mezar taşında karşılaşırız. Vefa derdiyle vefat eden Vedat, mezar taşına kazınmasını istediği sözlerde dünyanın genişliğinde şu mezarın darlığından başka sığınacak yer, ölümden başka deva bulamadığını yazar. Bu iki ifade, Vedat’ın tecrübesinin diğer anlatıcılar tarafından yine de kuşatılamadığının, bu tecrübenin yalnızca reel dünyaya değil Hayal ve Hakikat’e de sığmadığının en özlü göstergeleri.
Hayal ve Hakikat’in Latin harflerine ve günümüz Türkçesine aktarılmış iki halinin de yer aldığı ve “Hayalin Hakikati: Karşılıksız Aşkın Histerikleştirilmesi” başlığını taşıyan önsözle metnin anlatı politikasının tartışıldığı yeni baskısı için bkz. Ahmet Mithat ve Fatma Aliye, Hayal ve Hakikat. Ed. Fatih Altuğ, Everest Yayınları, 2015.
Fatma Aliye yahut Bir Osmanlı Muharriresinin Neşeti’nin güncel basımı için bkz. Ahmet Mithat Efendi, Fatma Aliye, Bir Osmanlı Kadın Yazarının Doğuşu, haz. Bedia Ermat, Sel Yayıncılık, 2011.
Meram tercümesi için bkz. Ohnet, Georges. Meram, tercüme Fatma Aliye, çevrimyazı Sadi Özgür, Papersense Yayınları, 2014.
[1]Orijinali: “Aliye Hanımefendi ile aramızda münakit olan ve hatta pederleri merhumun dahi musaddıkları bulunan übüvvet ve bintiyet-i maneviyenin mevridi hakkında cereyan eden muhaberatta hanım müşarünileyha pek hakimane bir surette mevki-i sübuta koymuşlardı ki übüvvet ve bintiyyet-i maneviyenin ehemmiyeti übüvvet ve bünüvvet-i maddiyeden hiç de aşağı değildir. Maddi ebeveyn insanı mevcudiyet-i maddiye âlemine getirmeye vesatat ederlerse eb-i manevi dahi mevcudiyet-i maneviye âlemine getirmeye vasıta olur.” (Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti 55)