İlerleme doğanın kanunudur, her şey daha iyi'ye doğru ‘yükselir’ ve bu yüzden çok sürmeden kendimizi uzayda bulacağız. Galaktik imparatorluklar kuracağız.

KÜLTÜR

Hayâl Kırıklığı Nesli

Ben doğduğum sıralarda kadınlar vatka takıyordu. Bazılarına bu kelime yabancıdır eminim, bilen de unutmuşsa şaşırmam: vatka kıyafetin omuz kısmında, içte birer sünger. Omuzları geniş ve yüksek gösteriyordu. Kadınların doğal omuzları birilerine dar gelmişti. Kız çocuklarının, yani benim kıyafetlerimin omuzlarında bile bu tuhaf şeylerden vardı. En azından bir süre. Doksanların ortalarına doğru azar azar yok oldu bu tuhaf icat. Bu icadın temsil ettiğini hayal ettiğim insanlığın büyüklenme çabası da benim neslim büyüdükçe komikleşmeye başladı.

 

Ben doğduğum sıralarda insanlar uzaya doğru bakıyordu. Asimov bugünkünden de güçlü bir isimdi, bolca uzay filmi yapılıyordu. Uzaydan da öte, patlarcasına gelişmekte olan teknolojimizin bizi nerelere götüreceğine dair filmler, kitaplar, hayaller her yerdeydi. Kimi distopyaydı, korku temalıydı, ama önemli bir kısmı ümit doluydu. En sık tekrarlanan iyi beklenti ‘uçan arabalar’dı.  Kötü beklenti ‘dünya kaynaklarını tüketip kendimizi zorda bırakmak’ tehlikesiydi. Ama sorun değildi, nasılsa uzaya gidecektik; kesin o zamana kadar koloniler için yeni gezegenler bulmuş olurduk.

 

Bunlar Amerika’nın hayâlleriydi gerçi – daha doğrusu Amerika Birleşik Devletleri’nin. Kuzey Amerika’nın bir kısmını kaplayan bu ülke ne ismen, ne fikren gerçekten olduğu bölgeye sığamıyordu; yakıştıramıyordu kendini o kadar küçük olmaya. O yüzden, kendine ve dünyaya, olduğundan daha büyük olduğunu tekrarlaya tekrarlaya, iki koca kıtanın ismini gaspedip üstlendi. Haritalarda bile, en azından kendi ülkesinde kullandığı haritalarda, kendi ülkesini en ortaya koyarmış meğer. ‘Dünya şampiyonası’ dediği şeyler aslında kendi ülkesi içinde yaptığı turnuvaların adı olmuş, falan filan… Bu arada dünyanın -henüz- savaş çıkarıp altüst etmediği kısımlarına da kendiyle ilgili her şeyi dikte etti elbette. Ben de o hayallerle büyüdüm. Televizyonlar neslime dokuz saatlik uçak yolculuğu uzaktan, sabah akşam propaganda yedirdi; gündüzleri de anne babanın cebinden o kıtanın o ülkesine para akıtan ürünler. On yaşlarına vardığımda Amerika’nın harika bir şey olduğuna, kendi ülkemin boktan olduğuna inanıyordum. Bir gün mutlaka oraya taşınacaktım, her fırsatta söylüyordum. Ne kadar utanç verici… Ama kendimi affediyorum. Ben sadece çocuktum, kapitalizm ise yırtıcı ve emperyalist bir ideoloji.

 

Bu esnada ciddiye almadığım, inkar ettiğim, reddettiğim ülkem derin geçmişinin yükünü taşıyordu. 80 ihtilali çok geride kalmış değildi. Yaşıtlarımın tüm anne babaları öyle ya da böyle bir taraf olmuşlardı ‘sağ ve sol’ tartışmalarında. Yani gençliklerinde politikayı iyi düşünmüş, bolca tartışmışlardı. “Çok şükür” diyorlardı, “o günler geride kaldı.” Öte yandan politikaya dikkat etmek, yorum yapmak, tartışmak biraz kültürümüzün genlerine işlemişti artık. Amerikan filmlerinin, ‘Parliament sinema kuşağı’nın dikkat dağıtma çabalarına rağmen televizyonlarda tartışma programları, politik hicivler boldu. Her misafirlikte mutlaka politika az çok konuşulurdu. Hem bu tartışmaların boşa olmadığına dair bir inanç vardı altta, hem de tuhaf bir pes etmişlik. Babam bu ikilemin en yakından gördüğüm örneğiydi.

 

Kendi okul döneminde ‘solcu’ydu babam. Annem de fikren epey soldaydı ama babam, maceralarını pek anlatmasa da, biraz daha aktifti sanırım. Ağzının içine baktığım, ‘bu nedir, bu neden böyle’ diye sorduğum yıllarda yaşıma aldırmadan bu derin konuları anlatırdı bana. Vahşi kapitalizmin bir gün çökeceğini söylerdi; kendi kendini sürdüremeyecek bir şeymiş çünkü. “Su savaşları olacak, petrol savaşları olacak.” derdi, “Ama annenle ben görmeyiz onları,” derdi. “Sizin işiniz zor.” Öte yandan babam çok rekabetçi bir insandı, girişimci ruhu güçlüydü; rekabetin insanlığı daha iyiye götürdüğüne inanırdı- ki kapitalizmin yaratacağı sorunları çözecek olan teknoloji ve bilim de böyle gelişiyordu tam o sıralarda, onun fikrine göre. Sonuç olarak yazılım, yani teknoloji üreten bir firma kurmuştu, ‘ahlaklı’ olmayı önemseyen bir ‘patron’ olmuştu. Ahlak pusulası da çok güçlüydü, rekabetçiliği de; bu yüzden hep kendi ayağına taktığı ‘vicdan’ isimli bir prangayla patronluk yaptı. O pranga firmayı hep aşağı çekti, asla yapabileceği kadar büyüyemedi firma, bu sırada da babamı ‘insan’ tuttu. Firmada onunla birlikte çalışmaya başladıktan sonra daha net anladım bunu. Firmanın çıkarı ne olursa olsundu, işten kendi isteğiyle ayrılmış olana bile daima kıdem tazminatı verilir bizim firmada, çünkü yasaya göre öyle olmasa bile babama göre bu onların hakkıdır.

 

O zamanlarda, doksanlarda yani, ‘sağ ve sol’dan daha sık tekrarlanan bir kelime vardı: irtica. Gericilik yani. Başörtüsü takıyor diye okumasına izin verilmeyen kadınlar, polisin toplayıp sorguladığı dindar insanlar falan, çok sık konuşulurdu. Benim çevremdeki herkes ‘başörtülü’ figürlere biraz tepkiliydi sanki, ya da televizyon sürekli önümde olduğu için aldığım izlenim buydu; kendi teyzem de o okula alınmayan kadınlardan olmasına rağmen hem de. Ailenin iki tarafının da yarısından çoğunun başörtülü kadınlardan oluşmasına rağmen hem de. Meclise başörtüsüyle giren kadınlara dair nasıl haberler yapıldığını hatırlıyorum, müthiş bir korku ve engelleme vardı ‘irticacı’lara dair. Türkiye’nin geçmişi ve ağzını yakan deneyimleri bir yana, tüm bunların altında Asimov’un da inandığı bir fikir vardı: Geri kötüdür, ilerisi iyi; insanlık olarak her zaman ileri gitmeliyiz- hatta istemsizce gideceğiz çünkü doğa da bunu yapar.  Galaktik imparatorluklar kuracağız. Hastalıklar, yokluklar, adaletsizlikler geçmişimizden kalma hayaletlerden ibaret Çağla, geçti gitti onlar. Senin neslin uçan arabalara binecek.

 

Teknolojinin gelişmesi, hem de müthiş bir hızla gelişmesi de geleceği öngörmeye çalışan büyüklerimizde bir ikilem yaratıyordu. Makineleşme apaçık bir değişim getiriyordu, insanların işlerinden olmasına sebep oluyordu. Bir yandan kaynakları tüketiyor, bir yandan bolluk da getiriyordu. Yapılacak şey netti: Çok iyi okumalıydık, iyi eğitim almalıydık. Kalifiye olmak önemliydi ki makineler yerimizi alamasın. Zaten, kendilerinin deneyimine göre, okumuş insanları iyi şirketler okuldan çıktığı gibi kapışırdı; bazen bursunu kendileri bile verirdi. İyi bir iş edinip büyük ve sağlam bir şirkette yerini yapınca, uzmanlaşınca, yine kendi deneyimlerine göre, yerimiz sağlam olacak, ‘geleceğimiz kurtulacak’tı. Sonra sırasıyla evlilik, iki çocuk, verimlilikle geçen bir yetişkinlik, emeklilik, bu kadar basit. Hepsinin kilit noktası iyi okul, iyi eğitimdi, kendini ‘gerici’ kalabalıktan sıyırmaktı (görece yokluktan gelmiş beyaz türk ebeveynlerimiz için); bunun için de bir yarış vardı. O yüzden önce okul, her şeyden önce okul ve iyi notlar, okuldan sonra yazarsın Çağla, okuldan sonra enstrüman çalmayı öğrenirsin kendi vaktinde, okuldan sonra dans edersin, okuldan sonrası kolay. Bu mesajı o kadar sık aldık ki, kemiklerimize işlemiş. Çok sık aldık mesajı çünkü okuldan önce de yaşamaya çalışıyorduk, kendimizi ve ilgilerimizi bulmaya çalışıyorduk, hayatın okul dışında kalan kısımlarını merak ediyorduk; her girişimimizde bu mesaj açıkça tekrarlanıyordu o yüzden.

 

Tüm bunlardan ilk bakışta bağımsız gibi görünen, ama ikilemleri tek başına sembolize etmeye yetecek önemde bir mesaj daha var bana verilen. Sanıyorum çoğu yaşıtıma da verilmiştir bu mesaj; ama cinsiyete göre farklı tonlarda: Kadınlar, erkeklere göre aşağıdır. Doğrudan bu şekilde verilmedi elbette, çeşitli kalıplardaydı. Televizyonlarımızdaki Türk filmlerinde ‘kullanılıp atılan, kandırılan, kötü yola düşen’ kadınlar şeklindeydi mesela; babamın ‘erkeklere dikkat et, hepsi kötü niyetlidir, erkekle kadın arkadaş olmaz’ındaydı; annemin ‘erkeğe her şeyi tek seferde sunmamak gerek, merak edilecek bir şeyler bırakılmalı, o yüzden evlenmeden seks yapılmaz’ındaydı; dergilerin testlerinde, kapaklarındaki ‘güzel/zayıf değilsen kadın değilsin, kadın da değilsen zaten hiçbir şeysin’ altmetnindeydi; anneannemin ‘evin kızı oturmaz, kız dediğin öyle yüksek sesle gülmez, düzgün yürü erkekler bakar, uslu uslu, kız gibi otur’larındaydı; ‘kadından iyi şoför olmuyor, kaza yapan kesin kadındır’lardaydı; hem televizyonda hem kitaplarda kadınların hep konu mankeni oluşundaydı; Heathcliff’teki o salak barbi kedideydi; Tom ve Jerry’nin konuşmayan, daha büyük yüzük getirene hemen yavşayan dişi figürlerindeydi… Eminim erkekler farklı versiyonlarını almıştır bu mesajların, belki aşırı yüceltici versiyonlarını, bilmiyorum… Her durumda yeterince bilmediğim bir konuya girmemek en iyisi. Tüm bu mesajlara rağmen, öte yandan babam da annem de beni ve kızkardeşimi severdi, saygı duyardı. Güçlü olduğumuzu, zorluklarla karşılaşsak da aşabileceğimizi öğrettiler bize. Babam bir yandan benden çay servis etmemi bekledi; bir yandan da ‘kız eline yakışmaz’ demeden elektronik öğretti mesela, merak gösterince benimle birlikte mıknatıslarla deneyler yapıp anlattı, fikir üretmeye cesaretlendirdi. Annem bir yandan, ‘erkekler istemeye devam ettiği sürece’ en kıymetli olan özelliğimin vajinam olduğunu ima etti; öte yandan neyi kafama koysam yapabileceğime ikna etti beni, kendisi de farkına varmadan örnek oldu buna, tutup kopardı hayatı. Onlara kızmıyorum; onlar da savaşıp yıllar içinde yapabildiklerince silkeleyip attılar bu çirkin fikirleri aslında. Beraber büyüdük bu konuda; ama önce ben büyüdüm, beni izleyerek onlar da büyüdüler. Kimse için kolay olmadı, yıllar sürdü.

 

Bu cinsiyetçilik meselesi aslında en güçlü göstergeydi ikilemlerimize dair; insanlığı ‘ilerlemiş’, zincirlerini kırmış, geleceği yıldızlarda sanarken, insanlığın koskoca bir yarısını çamura bastırmaya devam ediyorduk. Bir yanımız böylesine çiğdi, ama birkaç yıla uzayda koloniler kuracaktık kim sorarsa. Kadındım, istesem çalışmayıp kocama kendimi baktırabilirdim, tabi güzel ve genç olduğum sürece geçerliydi bu, tam da kadın olduğum için geleceğimi daha sağlam ellerle tutmalıydım, kendimi ya vazgeçilmez yapmalı ya da terk edilirsem ayakta kalacak kapasitede olmalıydım. Zaten aslında istesem her kafama koyduğumu yapabilirdim, kafam çalışıyordu, eski cinsiyetçilik de ya yok olmuştu ya da yok olma yolundaydı, bunlar antika fikirlerdi zaten artık. Teknoloji ve insanlık ilerliyordu, artık cep telefonları, internet vardı, bizler ebeveynlerimizin asla sahip olmadığı imkanlara sahiptik, gelecek müthiş olacaktı. Hayır, tam da bu yüzden kaynaklar hızla eriyordu, su ve petrol savaşları olacaktı, küresel ısınma vardı, yanacaktık, makineleşme hepimizi işinden edip aç bırakacaktı. Hayır, makineleşme yüzünden bolluk olacaktı, herkes iyi eğitimli olmak zorunda olacaktı, bu da daha gelişmiş bir toplum demekti, gelişecek ve ilerleyecektik, rekabet bizi ileri götürüyordu. Ama rekabet işçi sınıfını eziyordu, tekelleşme kaçınılmazdı, para zaten zenginlere akıyordu, bir süre sonra alt-orta sınıf iyice eriyip tüketimle çarkı döndüremez olacaktı. Bundan kaçınmanın yolu kendini üst-orta sınıfa çıkarmaktı, bunun için de “eğitim şart!”tı, zaten kalifiye eleman çok değerliydi, onca makineyi organize edecek insanlar okuldan çıktığı gibi kapışılacaktı, makinelerin ürettiği bolluk kaçınılmaz olarak alt sınıfa doğru akacaktı. Ama kapitalizmin kalesi Amerika kaynaklarını tazelemek için dünyanın her yanında savaş çıkarmaya devam ediyordu, önce Irak, sonra Suriye, sonra İran’ı karıştıracaktı, sonra da Türkiye’yi; çünkü Kürdistan’ın sınırları bu ülkelerin sınırları içine dağılmıştı. Asimov insanlığın yükseleceğini söylüyordu, sınırlar, tüm bu kaynak için sömürmeler, cinsiyete ve ten rengine göre ayrımcılıklar geride kalıyordu ve kalacaktı, kaçınılmazdı bu, gelişme ve ilerleme doğanın kanunuydu; zaten yıl olmuştu bişeybişey, biz insanlık olarak bunlar için çok büyümüştük artık, yıldızlara bakma vaktiydi…

 

Aradan yıllar geçti, ben ‘şart!’ olan eğitimimi psikoloji üstüne aldıktan sonra, toplumsal biliçdışımızdaki tüm bu ikilemler bana sağlıksız egosu olan bir bireyinkini hatırlatıyor. Alttan alta kendine güvensiz ama ‘harika!’ olduğuna o kadar çok inanmak istiyor ki, kendine dev aynasında bakıyor. Yansımasında gerçekten var olan bir kusurla karşılaştığında müthiş bir karamsarlığa düşüyor, geçmişini unutmaya çalışıyor, inkar ediyor yada görmezden geliyor, hemen o karamsarlığı unutturacak kendini öven söylemler tasarlıyor kafasında, onları geviş getiriyor. Kendini olduğu gibi göremiyor, barışamıyor, affedemiyor; gerçekle yüzleşmeye zorlandığı gün sinir krizi geçirmesi ve derin bir depresyona girmesi kaçınılmaz. Bireysel ölçekte birebir aynısını yaşadım, deneyimden konuşuyorum. O yüzleşme sonrasında müthiş bir keder geliyor, bir tür yas dönemi. Özgüven sıfırın altına düşüyor ve kendini gözlemleyerek, adil ve kendine karşı dürüst olmaya çalışarak yeniden inşa etmeye başlıyorsun: Kimim ben? Nasıl biriyim? Ne kusurlarım var, hangilerinin üstünde çalışmalıyım? Ne kalitelerim var, hangilerini kullanmalıyım? Amaçlarım, isteklerim neler? Her ne kadar çok sancılı olsa da, şahsi fikrime göre, egosu sağlıksız kişi için bu tür bir yüzleşme kaçınılmaz olduğu kadar gerekli de. Açıkçası sonuçtan memnunum; yıllar geçtikten sonra yani. Yine de süreci ürpermeden hatırlayamıyorum. Ve eminim tüm insanlığın bu süreçten geçişi çok daha korkunç bir deneyim olacaktır.

 

Peki bu mesajlarla büyüdükten, bu beklentileri, umutları ve korkuları miras aldıktan sonra bizler ne olduk, nasıl insanlar olduk? Elbette sadece kendi sosyo-ekonomik akranlarımdan bahsedebilirim, kendi deneyimim üzerinden değerlendiriyorum sonuçta. Ama bu kitlenin birebir denk düşenler açısından olmasa da ortak noktalar bulabilecek insan sayısının epey büyük olduğunu sanıyorum; çünkü hepimiz, neredeyse tüm dünya,  Amerikan kültür emperyalizmiyle büyüdük. Ve bu üstümüze yağdırılan mesajların, inançların, beklentilerin, büyüklenmelerin ve utançların çoğunun kökü, o kıtanın o kısmındaki insanların o mekana sığamayan ideolojisinde.

 

Başlarda çoğumuz apolitik olduk. Neden olduğunu tespit etmekte zorlanıyorum. Belki ebeveynlerimizin her fırsatta konuştukları o konular, geçmişimiz çok karışık gelmişti; sağ-sol çatışmaları, Kürt meselesi, irtica, kapatılan partiler, koalisyon hükümetleri, Çiller-Yılmaz-Demirel-Erbakan-Ecevit… Belki ebeveynlerimizin o kadar emin ve bilir konuştuğu derin konulara girip, öğrenip, ustalaşıp, önceki nesle meydan okuyacak gücü kendimizde bulamadık. Belki okulda durmadan öğretilen, televizyonlarda kesintisiz bağırılan, siyasi sahnede pratik edilen Kemalizm bize çok yorum alanı bırakmadı. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün de diğerleri gibi bir insan olduğunu söylemekten çekindiğimi hatırlıyorum; belki statükoya meydan okumaya dair öğrenilmiş bir korku vardı. Belki kendimizi çaresiz, etkisiz hissettik; çünkü zaten bizim yetişkinliğimizde ya dünyanın sonu gelecekti, ya uzaya çıkmış olacaktık ve tüm bunlara dahil olmanın bir anlamı yoktu. Belki okulumuza odaklanmamız gerekiyordu, aman ha bunlara girmeyelimdi anne babamızın öğütlediği üzere, okul bittikten sonra bunları düşüneceksek düşünebilirdik. Bilemiyorum.

 

Üniversiteye başladığım sıralarda, gerçek hayatımın okuldan sonraya ertelenişinin saçmalık olduğunu kavramaya başladım sanırım. Çünkü son yıllarda o söylem “üniversiteye gir, gerisi kolay”a evrilmişti; ve üniversite hiç de kolay değildi. O yalandıysa geri kalan da olabilirdi; nitekim öyleydi de ama henüz tam kavramamıştım bunu. Üniversitedeki felsefe dersleri, pozitivizmin gözüme batan kusurları yavaş yavaş ilerlemenin de bir yalan olabileceğini sezdirmeye başladı bana. Bu noktada Türkiye’nin politik sahnesinin de etkisi var sanırım. Bize ilerleme ile Kemalizm’in yakından ilişkili olduğu öğretilmişti. Ama biz çocukken başa gelen AKP hükümeti yavaş yavaş o Kemalist ‘ilkeleri’ söküyordu hayatımızdan; işin ilginci bazı konularda doğru şeyler de yapıyordu. Üstünde düşündükçe başörtüsü yüzünden okula gidememek yanlış görünmeye başlamıştı bana. Ama eritip çözdüğü bazı başka şeyler, örneğin güçlerin ayrılığı ve birbirini denetlemesi gerekliliği konusunda yanlış yaptığı, bizi ‘geriye’ götürdüğü açıktı. Sonunda hayatıma girmesi hiç gerekmemiş olan şeyleri öğrenmeye başlamıştım; hatta “Önce okulun!”larla bir araya gelmiş okuldaki yoğun endoktrinasyondan dolayı neredeyse kasıtlı olarak cahil bırakıldığımız yakın dünya tarihini mesela. Çok acayip gelmişti bana: Koskoca ikinci dünya savaşı, dünyanın çoğunun hala konuştuğunu internet sayesinde fark ettiğim, bugünleri şekillendiren dev bir savaş, bize okulda “İnönü öngörüyle bizi savaşın dışında tuttu”dan ibaret bir şekilde anlatılmış. Nazi denen şeyin sadece filmlerdeki kötü adamlar olduğunu sanıyordum o zamanlar, yirmili yaşlarında bir insandan bahsediyorum… Bu sıralarda olsa gerek, ‘insanlığın ilerlemesi’ denen şeyin bir tür fantazi, bir dilek olduğunu kavradığımı sanıyorum. Hiçbir şey öyle düz çizgide gitmiyordu, hiçbir şey o kadar basit değildi. Diğer yaşıtlarım için muhtemelen aynı şeyi söyleyemem, ama benim fark etmeye başladığım bir şey daha vardı. Çevremdeki bazı başka kişiler de belki bilinçdışında bunu kavramış olabilirler: İnternet olmasa bilmeyeceğimiz ne kadar çok şey vardı! Sadece dünya tarihi değil, kendi ülkemdeki o katliamlar, ayrımcılıklar, işkenceler, ortadan kaybolanlar nedense hiç televizyonlarda haber yapılmamıştı. Biz Türkiye’nin yüz ölçümünü ezberlemeye çalışırken, her sabah andımızda “Ne mutlu Türküm diyene!” diye var gücümüzle bağırtılırken, neler neler olmuştu ve oluyordu meğer. Kandırılmıştık, cahil bırakılmıştık, beynimiz yıkanmaya çalışılmıştı; bunu da bize ‘iyi’ ve ‘ileri’ olduğu söylenen Kemalizm yapmıştı. Onu asla affetmeyecektik. Şahsen bir düşmanlık değil kırgınlıktı benim deneyimlediğim; belki hemen zihnime kök atmış fikirleri inkara girişemeyecektim, ama bir çevre yol bulacaktı zihnim: Kemalizm, tüm o inkılaplar, ülkücülük, devletçilik falan, bunlar geçmişin çözümleriydi. Yeni bir bakış açısına, yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız vardı, yeni nesil olarak geleceği baştan inşa etmeliydik- ki zaten, tüm o ‘ilkel’likleri geride bırakmıştık insanlık olarak, değil mi? Çok değişmiştik o zamanlardan beri, artık internetimiz falan vardı, uzaya gidecektik, yıl olmuştu bilmemne…

 

Bu kavrayışlar ve elbette üniversitenin ortamı, insan çeşitliliği ve internet sayesinde süregiden gerçek öğrenmeler, daha politik bir bakış açısı yarattı bende. Gerçi ona “politika” demiyordum; “politika” televizyonda birbirine bağıran partililerin işiydi, üstüne kafa yorduklarımın politik olduğunu kabul etmem zaman aldı. Sıklıkla geçmişte kandırıldığım hissi vardı, bir tür öfke bunu izliyordu; sanırım bu cinsiyetçi bir dünyada kadın olmanın da etkisi. Çünkü kendimi, yapabildiklerimi, yapmama izin verilenleri kaçınılmaz olarak bana öğretilenlerle kıyaslıyordum, değerlendiriyordum ve bana bir aşağılık duygusu aşılanmaya çalışılmış olduğunu, kısmen de başarılmış olduğunu fark ediyordum. Bedenimle, kendilik imgemle uğraşıyordum, acı çekiyordum ve özgüven inşa etmek için o öğretileri kafamın derinliklerinden sökmem gerekiyordu. Bu da, çoğu kadın feministin ilk farkındalık yıllarında gözlemlenebileceği gibi, hedef bulamayan bir öfke olarak kendini gösteriyordu. Gerek Kemalizm’in, gerek cinsiyetçi kültürün kişiye zayıflık anında, çocukluğunda yedirdiği onca yalanını keşfettikten sonra kuşkucu bir insan olmamak elde değil. Yaşıtlarımın da benzer bir süreçten geçtiğini tahmin ediyorum, çünkü Gezi Olayı’nın patlayabilmesi için bundan önce en az birkaç yıllık bir ‘gözünü açma’ süreci gerekli görünüyor bana. Sessizce, bunu yaptığımızı kendimize bile inkar ederek politikleşiyorduk, öğreniyorduk. Ve o olay hepimizde, akranlarımda yani, aynı anda bu birikmiş enerjiyi açığa çıkardı. Aynı dönemden geçmiş olan ebeveynlerimizin o dönemi aynı hatırlamayışı, aynı şekilde etkilenmeyişi bundan olsa gerek. Kandırılmışlık duygusundan geçmekte olan, doğruları kendisinin bulması gerektiğini sezen belli bir gruba özel bir deneyimdi o; sessiz keşiflerimizin, kavrayışlarımızın pratiğe dönüşebileceğini, yalnız olmadığımızı öğrendiğimiz bir zihinsel devrimdi.

 

O dönemlerde daha keşfedilmeyi bekleyen hayal kırıklıklarını tam kavramamıştım; belki hala kavramamışımdır. Ama şunlar netleşmişti: ‘ilerleme’ denen şey kendiliğinden olan, doğal bir şey değildi; kimin neye ‘ilerleme’ dediği bile tartışmalıydı; ve sosyal meselelerde daha gidilecek epey yolumuz vardı. Şunlar netleşme yolundaydı: Teknoloji ve bilimin geleceğin anahtarı olduğu fikri hayaldi. Teknoloji bir araçtı; onu kullanan ellere göre amacı şekilleniyordu ve herkesin bu sistemde amacı para kazanmaktı. Bilim ise tarafsız falan değildi, sosyal dinamiklerin seçtiği yöne doğru gelişecek kaynak ve alan bulabiliyordu; bu da cinsiyetçi, ayrımcı, ilkel sosyal düzenimizde ikiyüzlü bir ‘bilim’ kavramı ortaya çıkarıyordu. Kadınların sağlığı, güvenliği erkeklerin ereksiyonu kadar araştırılmıyordu mesela; yada insan olarak görmediklerini kesip biçerek naziler, köle sahipleri harika bilimsel ilerlemeler çıkıyordu falan filan… Teknoloji ve bilime tapınma, o umutlar da boş çıkmıştı yani. Ama daha önemli bir yalan vardı keşfedilecek; tam da okuldan mezun olduğum sıralarda…

 

Okuldan mezun olmak zor bir şeydi benim için. Okul uzun sürdü çünkü okulun sonrasından apaçık korkuyordum; hayatı bilmiyordum. Ki ben okul sırasında da dönem dönem çalışmıştım ama ‘yetişkin olmak’ büyük bir şeydi. Pek çok yaşıtım da benzer bir korku yaşamış olmalı ki çok ciddi bir kısmı sırf okul süreci bitmesin diye üst eğitimlere devam etti, ya da okul dahilinde çalışmaya girişti; akademisyen olmaya çalıştı yani. Sanırım bize çocukluğumuzda gerçekleşeceğinin söylendiği ‘okuldan sonra büyük şirketlerce kapılma’ya dair hiçbir belirtinin ortalıkta olmayışı da bir şeyleri sezdirdi. Ve ‘sonunda yaşayabileceğimiz’e dair büyük umutlarla mezun olduğumuzda, kapımızda şirketler falan sıralanmıyordu gerçekten. Biz kapı kapı gezip iş istiyorduk; iş görüşmeleri yapmayı öğreniyorduk; tuhaf bir güleryüzlülükle önce kendimizi pazarlıyorduk, sonra emeğimizi ve zamanımızı satmaya çalışıyorduk. Tüm o satış süreci boyunca bizi zihnen dövüyorlardı, özellikle güvenli olduğu söylenen, kapağı atmamız beklenen büyük firmalar. İnsanlıktan çıkarıyorlardı, dişliye dönüştürüp anlamsız işlerle ömrümüzü tüketiyorlardı, varlığımızı boşa harcatıyorlardı, yıpratıyorlardı, çok fazla şey isteyip çok az şey veriyorlardı; özellikle güven. Her dakika tehdit altındaydık, her dakika yerimize yeni biri konabilirdi, kimse vazgeçilmez değildi. Üstelik emeğimizin, daha önemlisi ömrümüzden verdiğimiz zamanımızın karşılığı en azından kafamızı sokacak bir ev olmalıydı ama para yetmiyordu. Bu kadar da netti durum: Aldığımız para yetmiyordu. Annemizin, babamızın evinden, yada ekonomik destek kanatlarının altından çıkamıyorduk. Çok boğulduğumuzda, mobbingden tüketildiğimizde iş değiştiriyorduk; “belki” diyorduk “benim için doğru işi bulamamışımdır.” Çünkü bu sırada evlerinde hapis kaldığımız ebeveynlerden kasıtsız bir gaslighting sürüyordu: Okuldan mezun olununca işe girilir, orada kalınır ve yıllar içinde yükselinir, bu arada evlenilir, çocuk yapılır; bunu yapamıyorsan sende bir sorun olmalı. Son derece dürüsttüler, kendi deneyimlerinden öğrendiklerini aktarıyorlardı. Çünkü iyiliğimizi düşünüyorlardı- Mutlu! Mutlu olmamızı istiyorlardı; bunca yıldır bizim iyiliğimiz için her şeyden bizi alıkoymalarına, okula derslere yönlendirmelerine açıklamaları hep buydu. Biz de şunu öğrenmiştik: Mutlu olmalıydık; onca çabalamış, onca şeyden vazgeçmiştik bunun için, şimdi mutlu olmalıydık, değil mi? Ayrıca yine Amerika’nın daha ucuza çalışacak işçi üretmek için pazarladığı pis bir doktrinle büyümüştük: Seni mutlu eden işi yaparsan bir gün çalışmış olmazsın; herkesin bir ‘calling’i, tutkusu vardır, mesele onu keşfetmektir. Biz de iş değiştirdik. Şahsen ben değiştirdim. Çok fazla, çok çok fazla iş değiştirdim ebeveynlerime kalırsa. Bir türlü doğru yeri bulamadım. Hep bir kötü patrona, hep bir kötü sisteme denk geldim, hep kötü bir şeyin parçası olurken buldum kendimi, hep yetersiz para verildi… Sende bir sorun olmalı Çağla. Ama ilginçtir, birkaç sene içinde kardeşim de mezun olduğunda onda da bir sorun olması gerektiği görüldü. Sonra çevreme, yaşıtlarıma baktım; bir elin parmaklarını geçmeyen bir azınlık dışında hepimizde bir sorun vardı galiba.

 

Şahsen neler olduğunu anlamam uzun zaman aldı, ama sonunda kavramaya başladığımı sanıyorum. Ben kavrasam da kendi ebeveynlerime anlatamıyorum, ikna edemiyorum onları bir türlü; o yüzden hala o iyi niyetli, kasıtsız gaslighting sürüyor. Belki asla anlayamayacaklar ve ben hep tek başıma (yada yaşıtlarımla birlikte) bu kafamıza bastıran yüke karşı dik durmak için çabalayacağım: Bende bir sorun yok, hayır, tarafsızlıkla, dürüstçe bakıyorum ve görüyorum. Sorun dünyada. Özellikle Covid19 pandemisinin son bacağı da sallanan ekonomik sistemi sarstığı günler iyice ikna etti beni artık. Bilimin ve teknolojinin bizi yıldızlara götüreceği yalan çıktı, kapitalizmin ve rekabetin bizi mükemmelliğe götüreceği ise daha da korkunç bir yalan. Emeği çalışandan sıka sıka almak konusunda mükemmelleştirdi insanlığı sadece, hızla tükettirmekte, insanları da tüketmekte mükemmelleştik, o kadar. Ebeveynlerimizin kanatları altına hapsetti bizleri. Yetişkin olma sürecini tamamladığımıza bir türlü ikna olamadığımızdan kendi ailelerimizi kuracak aşamaya asla gelemedi çoğumuz. Otuzlarında bekar, ailesinden ekonomik destek almayı sürdüren bunca insanın varlığı bir tesadüf olamaz, bu bir sosyal fenomen. Kendinizi suçlamayı bırakın sevgili akranlarım. Ve madem başka çaremiz yok, acı çeke çeke yüzleşelim şununla:

 

Ebeveynlerimiz kendilerini kandırdılar, dolayısıyla da bizleri. İnsanlık bize dikte edilenin aksine ne zeki, ne muktedir, ne de değerli. İster sosyal adalet meselelerinden ele alın, ister gezegen kaynakları açısından, ister bu kaynakların dağıtımından sorumlu sistemin çürüklüğünden, şu net ki bize korkunç bir gelecek miras bırakıldı. Ve çok acı hayal kırıklıkları. Mutluluk arama hakkımız da bir hayaldi; böyle bir lüksümüz aslında hiç olmadı, üzgünüm. Hayatta kalmaktı mesele, bunu bireysel olarak aramaya yöneltildik hep ama bu da yalandı; ya hep birlikte ya hiçbirimiz. Çünkü dünyadaki bir çürüyen ülke tüm insanlığı bu noktaya getirebildi, çünkü insanlık sosyal bir hayvan türü- sadece bir hayvan türü, yıldızların efendisi olmak daha neyimize… Bunu hatırlamamız gerekli: Küçük olduğumuzu, sınırlı olduğumuzu, birbirimize mecbur olduğumuzu, akıllıca davranıp organize olmamız gerektiğini. Her ne yaparak hayatta kalacaksak, bu bize miras kalan yıkıntıyı neye dönüştürmek için çabalayacaksak onun için yani.

 

Bunun için ebeveynlerimizi, bizden öncekileri suçlamanın kimseye bir yararı yok. Tüm bunlar bizim suçumuz değil ama bizim sorumluluğumuz. Yüzleşelim, kaçınılmaz acılarımızı çekelim de bir çözüm üzerinde çalışmaya başlayalım artık. Aksi takdirde daha da fazla acı çekeceğiz.

 

 

 

Görsel: Marie Sjøvold, Midnight Milk 8. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Ağzından mı Öpmüş?
Elektronik Müzikte Feminen Çatlaklar – 2. Bölüm
Jane Austen: Kitaplar ve Çamura Batmış Ayakkabılar

Pin It on Pinterest