Havle Kadın Derneği geçtiğimiz Onur Ayında LGBTİ+ varlığını gören, destekleyen açıklamasından sonra gittikçe dozu artan bir şiddetle karşı karşıya kaldı. Aylar süren siber şiddetin ardından, en son derneğin kapısına afiş yapıştırıldı ve şiddet fiziksel bir boyuta sıçradı. Son vakanın ardından dernekten Şehide Zehra ile bu şiddetin kaynağını, Havle’nin çalışmalarını ve daha sağlam dayanışma ağlarını nasıl kurabileceğimizi konuştuk.
10 Ocak’ta Havle olarak yayınladığınız açıklamada, geçtiğimiz Onur Ayından bu yana uğradığınız şiddetin gitgide arttığını belirttiniz ve dayanışma çağrısında bulundunuz. Müslüman feministler olarak uzun zamandır farklı tür sataşmaların ve şiddetlerin hedefindesiniz. Bu geçtiğimiz 6 ay yaşadıklarınız ise biraz farklı. Eskiden, Reçel’de bol bol size ders vermeye gelenler vardı, çoğu erkek bu yorumcular küçümseyici bir ‘iyi kızlarsınız ama yanlışsınız’ mesajı veriyordu sürekli. Bu süreci, o günden bu güne nelerin değiştiğini ana hatlarıyla biraz anlatabilir misiniz?
Reçel’in Orhan’larından bahsediyorsunuz. Evet, tam da söylediğiniz gibi “tebliğ” yapmaya, yani akıl vermeye, yanlışlamaya, belki küçümsemeye ve dinin dışına itmeye gelen erkekleri tanıyoruz kendimizi bu mücadeleye attığımızdan beri. Sadece Reçel’deki yazılara gelen yorumlardan da değil, birlikte hak mücadelesi verdiğimizi düşündüğümüz aslen İslamcı erkeklerin de kafalarını karıştıran dindar kadınlar karşısında en iyi ihtimalle kalplerinden “buğz” ettiğini görebiliyorduk. Yine de böylesi aleni bir tehdit ile bugüne kadar karşılaşmadığımızı söyleyebilirim. Eğer bu son yaşadığımız şeyi mütevazi bir “linç” olarak tanımlarsak, Müslüman feministler açısından bu linci çağıran şeyin örgütlenme olduğunu düşünüyorum. Bir kere, Reçel’de saldırdıkları şey hikayelerdi. Kafalarına yatmayan, hatta kafalarını karıştıran, öğrendikleri dini öğretiler ile bağdaştıramadıkları, bu yüzden öfkelendikleri, düşmanlaştırdıkları, hatta “şeytanlaştırdıkları” hikayeler karşısında sessiz kalmama sorumlulukları vardı. Bize genellikle bu “sessiz kalmama sorumluluğu” na referansla “tebliğ” yapıyorlardı. Şahit olduğun bir yanlışı ya elinle düzeltirsin ya dilinle düzeltirsin ya da yalnızca kalbinden o yanlışı çok şiddetli bir şekilde reddeder, “buğz” edersin. Bu, çok bilindik bir İslami öğreti. Dolayısıyla, esasında şahit olduğumuz adaletsizliklere karşı harekete geçmeye çağıran bir dini öğreti, herkesin bir diğerinin sol omzunun üzerine oturup çetele tuttuğu, “yanlış” gördüğüne parmak salladığı, karşısında gördüğü veya gördüğünü sandığı “yanlış” karşısında “doğru” olmanın zevkini daha güçlü hissetmek için karşı çıkışlarını olabildiğince saldırganlaştırdığı, nefret dolu ve narsistik bir tebliğ şovuna dönüştü. Bunu, Reçel Blog’ta kürtaj, başörtüsü, cinsellik, boşanma veya annelik gibi ataerkil toplumlar için bıçak sırtı diyebileceğimiz konularda yayınlanan yazılara gelen yorumlarda çok net görüyorduk.
Sosyal medya tabi ki herkesin çok daha kolay refleks gösterebildiği, öfkenin de daha kolay örgütlendiği bir alan. Bu narsistik tebliğ şovunu karma hak örgütlerindeki hararetli toplantılardan da hatırlıyoruz. İşte oradaki artık gerçek bir çatışmaydı. Sosyal medya saldırılarındaki gibi öfkesini boşaltıp sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüp hayatına devam eden erkekler değil, sürekli olarak bize “maruz kalmak” durumunda olan, dolayısıyla bir erkek olarak tehdit altında hisseden erkekler bunlar. İşte bunun suni bir öfke olduğunu ve öylece geçip gideceğini düşünmüyoruz. Bu, tam da Havle’nin varoluş amacıyla ilgili olarak erkeklerin dini ile Tanrı’nın buyruğu arasındaki çizgiyi belirginleştirme mücadelesinin bir parçası. Dolayısıyla, Havle işini yaptığı sürece kendince “Müslüman kimdir?” ve “Kadın nasıl olur?” sorularına dair çok fazla fikri olan erkeklerin öfkesi de sürecek. Yine de bugüne kadar birkaç twit atmak, toplantılarda sözümüzü bastırmak veya dedikodu kültürüne yaslanmak ile yetinen erkeklerin bugün neden kapımıza dayandığını konuşmak gerekiyor.
Birincisi, artık karşılarında gördükleri bir blog’da yayınlanan “günahkar” hayat hikayelerinden fazlası. Birbirimize sahip çıkıyoruz demeye cüret etmiş politik özneleriz, örgütlüyüz, hikayeleri büyütüyoruz, hatta üstüne fon alıyor, proje yapıyoruz. Güçlüyüz, üretiyoruz ve onların rahatsız olduğu bir tür politikayı yaygınlaştırıyoruz. Feminizmi yerelleştirmeye ve “normalleştirmeye” niyetliyiz, dolayısıyla evlerine kapılarına dayanmış durumdayız. İkincisi, elbette LGBTİ+’ları yalnız bırakmak, “LGBTİ+’lara kim dokunursa yanar” korkusunu yaymak istediklerini biliyoruz. Ama biz “hem Müslüman hem feministiz” dediğimiz, ailenin kutsallığını reddettiğimiz, aile yalnızca “hayatta kalmanın” en küçük birimidir diyerek aile dışında bir hayatın imkanlarını yaratmak için kafa kafaya verdiğimiz, erkeklerin dini ile Tanrı’nın buyruğu arasındaki sınırı çizdiğimiz, yani kurulduğumuzu ilan ettiğimiz andan bu yana zaten “tekfir” tansiyonunun içindeyiz. Bu tekfir ve tehdit tansiyonu Havle’nin Türkiye gibi bir toplumda var olmasının “doğasında” var ve yeni bir şey değil fakat şiddeti değişiyor. Son olayda da görece şiddetlenmesinin altında iki niyet olduğunu düşünüyoruz. Birincisi, LGBTİ+’lara dokunan yansın isteniyor. İkincisi, Havle’ye katılma potansiyeli olan kadınlara göz dağı veriliyor. Artık, birkaç “marjinal” kadından fazlası olduğumuzu fark ettiklerini görüyoruz.
Siber zorbalık ve şiddetle nasıl baş ediyorsunuz? Neleri ciddiye alıyor, neleri boş veriyorsunuz?
Açıkça yapılan tehditlerle ilgili gerekli yasal işlemleri başlattık. Çünkü bizimle yan yana yürüyen ve yürümek isteyecek tek bir kadının hayatının zorlaşması veya zarar görmesi ihtimalini göze alamayız. Tehditler dışında gelen yorumları, hakaretleri, tebliğleri, hatta çok düşük profilli olsa da “politik” analiz diyebileceğimiz mesajları çok ciddiye aldığımızı söyleyemeyeceğim. Tabii ki sosyolojik olarak ilgimizi çeken yorumlar oluyor 😊 Çünkü bu reaksiyonlar tam da dinin bu toplumda nasıl algılandığı, nasıl tecrübe edildiği, nasıl norm koyma ve ataerkil iktidar aracı olarak işlediği gibi aslında Havle’nin üzerine düşünmeyi iş edindiği pek çok soruya cevap niteliğinde oluyor.
Genellikle bizim Müslüman LGBTİ+’lara yaptığımız dayanışma çağrısı gibi jestler “popülizm” eleştirisi ile karşılaşır. Bize yöneltilen saldırı ise hepimizin bildiği “Onları dost edinmeyin!” ayetinin çizdiği çerçevedendi büyük ölçüde. Yani LGBTİ+’ların dostu olmak senin hükmen LGBTİ+’ların “hak ettiği” muameleyi “hak etmen” anlamına gelir. Burada Havle’nin yaptığı şeyin popülist bir çıkış olmadığını, gerçek bir dostluk ve dayanışma politikasına dayandığını anladıklarını görüyoruz. Yine de gelen sosyal medya saldırılarına çok mesai harcadığımızı söyleyemem. Havle’ye katılan ve katılacak kadınların güvenliği dışında bir şeyle ilgilenmiyoruz.
Açıklamalarınıza gelen yorumlardan gördüğüm kadarıyla saldıranlar 2 ana hat takip ediyor. Birincisi çelişki. LGBTİ+ Müslümanlığın doğasına aykırı. Aynı argümanı senelerdir feminizm ve Müslümanlık için yapan pek çok kişi var, hatta feminizmin içinde oldukça kuvvetli bir damardı bu. Senelerce feminist hareketin içinde de mücadele ettiniz, hala etmektesiniz. LGBTİ+ ve Müslümanlık da bu damarla benzeşiyor ancak daha sert ve çıkış noktası farklı. İkinci hat ise tek bir Müslüman varoluş olduğu fikrine dayanıyor ve bu Müslümanlığın neleri içerdiğine dair açıklamaya da gerek duyulmuyor. Halbuki Kuran’ın nasıl yorumlandığı ve yaşandığı tarihsel ve toplumsal bir mesele. Bu iki ana hattı kırmak nasıl mümkün? Siz neler yapıyorsunuz? Sizin açıklamalarınızı okurken bende uyanan düşünce ve his şu oluyor: Kuran insanları tek bir kalıba sokmaya çalışmıyor. Bilakis, kendi hakikatine sahip çıkmak inancın temelinde yatıyor. Hakikatine sahip çıkmakla inancına sahip çıkmak nasıl oluyor da birbirine ters düşüyor?
Bahsettiğiniz iki hat, Leyla Ahmed’in yıllardır “iki cepheli savaş” olarak ifade ettiği şey. İslam ve feminizmin birbirine yanaşması sadece İslamcıların değil, bazı feministlerin de kafasını karıştırdı. Biz, gelenekselcilere Müslüman olduğumuzu, bazı feministlere de feminist olduğumuzu anlatmakla bayağı bir zaman kaybettik. Söylediğiniz gibi Müslüman LGBTİ+ kimliği de benzer bir savaşın içerisinde fakat bu sefer mesele çok daha yakıcı çünkü bu tartışmalara “katli vacip” hükümleri eşlik ediyor. Hem Müslüman hem LGBTİ+ olunamayacağı üzerine dönen tartışmalar iki kabule dayanıyor. Birincisi, LGBTİ+ kimliğinin bir “tercih” olduğu. İkincisi, LGBTİ+ olmanın “lanetlenmiş” olduğu. Böylece Müslüman LGBTİ+’ların kendilerinden ve varoluşlarından nefret etmeleri, suçluluk ve utanç duymaları, sonunda da ya kendilerinden ya da inançlarından vazgeçmeleri isteniyor. Bu, kendi isteği ile kürtaj olan bir kadından da bekleniyor, başörtüsünü açan kadından da.
Bugüne kadar hiçbir erkeğin “günahkar” olduğu düşünülen eylemleri sebebiyle dinin kapısının önüne konduğunu görmedim. Bizim aramızda karikatürleşmiş ve artık dalga geçtiğimiz bir Müslüman erkek tiradı var: “Önce o başındakini çıkar.” Bu, şu demek: “Başörtülü olmayı, yani Müslüman olarak muamele görmeyi hak edeceksin. Bunu da benim anladığım şekilde Müslüman olarak yapabilirsin.” Hiçbir erkek Müslüman olmayı “hak etme” baskısı altında Müslüman kalma mücadelesi vermiyor. Kendi hakikatine ve inancına sahip çıkan kadınlar ve LGBTİ+’lar ise sürekli o kapıyı zorluyor, içeride kalma mücadelesi veriyor. Bunun tek bir sebebi var: O kapıları erkeklerin tutması. Müslüman, feminist ve LGBTİ+ olmak bir odadan diğerine geçmek gibi düşünülüyor. Birini terk etmeden diğerinin içinde olamazsın deniyor. Halbuki tüm köşeleriyle bu ev bizim.
Yine size gelen yorumlarda gördüğüm ama farklı alanlarda da örneğine şahit olduğumuz bir mesele de şu: Siz İslam’ın araçsallaştırıldığını, pek çok suçu örtmek için kullanıldığını ve buna karşı mücadele etmek gerektiğini söylerken, size gelen yorumlarda, İslam’ı sapkınlıklarınıza alet edenler sizlersiniz, deniyor. Buradan çıkış var mı?
Amina Wadud, ataerki dinden büyüktür der. Biz de basitçe bunu söylüyoruz. Ataerki, militarizm ve ırkçılık gibi kurucu bir dinamik. Dinler de içine doğdukları toplumların kurucu dinamiklerden bağımsız değil. Dini yorumlayanların tamamı erkek. Kadınların teoloji alanında söz hakkı yok, çok ciddi araştırmalar yapmanız gerekiyor kadınların sesini duymanız için. Erkek dediğiniz şey de menfaatinden bağımsız değil. Bana kalırsa feminizm, tam da erkeği bir cins olarak menfaatinden bağımsız düşünmeyi reddetmekle ilgili. Feminist politika, bir tür uyanık olma hali. Bu sayede dinin ataerkinin ve erkekler tarafından kendi menfaatlerini sürdürmenin bir aracı olarak kullanıldığını çok daha berrak bir şekilde görebiliyoruz. Zaten bunu görmenin kendisi bizim Allah ile ilişkimizi koruyan şey. Biz, başımıza gelenlerin failinin ataerki ve erkekler olduğunu söylüyoruz. Onların söylediği ise bizden önceki ve başka coğrafyalardaki Müslüman feministlerin de duyduğu, oldukça klişe bir itiraz.
Az önce de söylediğim gibi “Müslüman kimdir?” ve “Kadın nasıl olur?” sorularına verdikleri cevaplar var. Bu cevaplarla uyuşmayan tüm varoluşları da çemberin dışına itmek istiyorlar. Sanıyorlar ki İslam tarihi boyunca hiç “sorun çıkartan kadın” olmadı. Havle’nin isim annesi olan Havle Bint-i Salabe tam da bugün bizi linç edenlerin hedefe koyacağı bir kadındı. Aile içerisinde kazan kaldıran Havle’ye bin yıl önce vahiyle sahip çıkılmışken, bugün bizim “Aileniz Batsın” pankartı açmamız çok da radikal bir eylem değil. Kaçırdıkları bir şey var, inançlı olmak bir tercih, kadın veya LGBTİ+ olmak ise değil. Biz kadın veya LGBTİ+ olduğumuz için bazı haksızlıklara “maruz kalıyoruz”. Bu haksızlıklarla mücadele ederken inancımıza dayanmak zorunda da hissetmiyoruz. Elbette, güçlü bir tevhid inancına sahip olmak bizi Tanrı ile aramıza girmeye ve hayatlarımızın ipini ellerimizden almaya çalışan tüm iktidar sahiplerine karşı mücadele etmeye güdülüyor.
Tevhid inancı bizi güdülüyor ve özgürleştiriyor fakat bizim mücadelemiz din temelli bir mücadele değil. Biz basitçe bu dünyada erkeklerden alacaklı olduğumuzu söyleyip eşitlik mücadelesi yürütürken sürekli olarak hem Müslüman olup hem kadınlar ve LGBTİ+’lar için eşitlik isteyemezsiniz, yani toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahsedemezsiniz dendiği için, Müslüman olmamızdan bağımsız bir eşitlik mücadelesi yürütemez oluyoruz. İnançlı insanlar olarak kendimizi eşitlik mücadelelerinin içinde bulmamız ve bu mücadeleleri verirken kendimizle ilgili bu kadar kimlik ibraz etmek zorunda kalmamız inanın ki toplumu çıldırtmak için inadına tercih ettiğimiz bir şey değil 😊 Buradan çıkışın epistemolojik savaşlarla mümkün olduğunu sanmıyorum. İslam’a göre kadınların ve LGBTİ+’ların eşit olduğunu ispat edecek tüm teolojik delilleri ortaya koymakla ataerki biter mi? Kadının sözünün itibarının olmadığı, eşitliği savunmanın meşru olmadığı, tüm sistemin senin sözünün altını oyduğu koşullarda doğruyu ortaya çıkarmanın çok da işe yaramadığını Malezya’dan, Pakistan’dan, farklı Müslüman toplumlarda kadınların din adamlarına karşı yürüttüğü mücadeleden biliyoruz. Bu yüzden, çözüm ataerkinin altını oyacak güçlü ortaklıklarda. Elbette, ataerkinin altını oyma mücadelemize ataerkinin farklı ezme biçimleri arasındaki ilişkiyi daha görünür kılmak, birbirimize sahip çıkmak, ataerkinin elindeki en güçlü araçlardan biri olan dinin içinden eşitliğin bilgisini süzmek ve feminizmi ataerkinin ezdiği herkes için daha duyulur kılmak, yani yerelleştirmek dahil.
LGBTİ+ hareketiyle, özellikle trans mücadelesiyle Müslüman feministlerin yaşadığı baskının yer yer benzediği noktalar olduğunu düşünüyor musunuz? Sessiz kalmayanlar bu yükü birlikte nasıl taşıyabilirler? Nasıl dayanışabiliriz?
Feminist hareketin eşit politik özneleri olarak kendilerini uzun süre kabul ettirememeleri bakımından söylüyorsanız, evet kesinlikle benzer deneyimlerden geçtiğimizi düşünüyoruz. Din temelli zorbalığa maruz kalmak bakımından diyorsanız, buna da kesinlikle evet derim. Son yapılan saldırı bizim bu ortaklığı daha iyi görmemizi sağladı. 17 LGBTİ+ örgütü Havle ile dayanışma metni yayınladı, ardından bazıları dayanışma ziyaretinde de bulundu. Bu ziyarette önce kendimizi “can güvenliğimiz için nasıl önlemler alabiliriz” tartışması içerisinde bulduk. Bu tekinsiz politika alanlarında olmanın getirdiği müşterek bir soru olarak masada dururken, esasında bizi buluşturan şeyin korku değil cüret olduğunu yeniden hatırladık. Biz, nasıl bir toplumda ve neye karşı mücadele ettiğimizin farkında olmadan, rastgele reflekslerle politika yapmış ve sonunda kendimizi bir lincin içinde bulmuş, şaşkın ve korkak aktivistler değildik ki. Yaptığımız LGBTİ+ dostu açıklamanın nasıl bir karşılığı olacağını öngörmüş, bunu göze almıştık. Korkmadığımızdan değil. Politika yapmanın korkuya rağmen cüret etmek olduğunu bildiğimizden; yalnız olmadığımızı bildiğimizden, yalnız olduğunu düşünenler için de bu sessizlik sarmalını kırmak istediğimizden.
Sessiz kalmayanlar bu yükü birlikte nasıl taşıyabilir? Sadece dayanışmak yetmez. Feminizmi ve eşitlik savunusunu büyütmek için birlikte açabileceğimiz düğümler var. Nasıl bir düğüm bu derseniz, bugün ne feminizm ne de LGBTİ+’lar gerçek anlamda duyuluyor. Arkamıza aldığımız “kahrolsun heteronormatif patriyarkal kapitalizm” vb. soyut politik söylemler sokaktan geçen ve bizimle birlikte o kalabalığa karışmasını istediğimiz kişiler için henüz çok anlamlı bir yere tekabül etmiyor. Bizim dayanışmamız “İslamcı erkeklerin şiddetinden nasıl korunuruz?” üzerine değil, canımızın derdinde olmamızın asıl sebebi olan ataerki eleştirimizin toplumun geniş kesimleri tarafından nasıl daha fazla duyulabileceği, yani yerelleşip yaygınlaşabileceği, “meşruluk” kazanıp sıradan kadınlar ve lubunyaların hayatlarına bir seçenek daha nasıl kazandırabileceği üzerine olmalı. Bir düğüm yerelleşmedeyse, diğer düğüm de doktrinizasyonda. Dini argümanlara dayanarak yapılan bu saldırılar karşısında yeni bir doktrin yaratarak ona dayanma kolaycılığını kabul etmemek üzere ortaklaşmalıyız. Bir taraf “acayip Müslümanlar” diğer taraf “lanetliler” olunca bizi kutsallar üzerinden konuşmaya zorlamaya devam edecekler. Biz de hiçbir zaman gerçeğin ne olduğunu tam anlamıyla bilemeyeceğimiz bir tarihin şifrelerini çözmeye çalışmaya değil, tartışmanın yörüngesini “şimdi ve burada” ya çekmeye enerji harcamalıyız. Bu düğümler açıldıkça, Müslüman feministler ve LGBTİ+’lar olarak yaptığımız politikanın tekinsiz bir mücadele alanı olmaktan çıkacağına inanıyorum.
Havle’yle dayanışmak ve çalışmalarını takip etmek için buraya.
Konunun meraklıları için ufak bir okuma listesi de ekleyelim:
Kugle, Scott Siraj al-Haqq. 2010. Homosexuality in Islam: Critical reflection on gay, lesbian, and transgender Muslims. Simon and Schuster
Maulod, N, and Nurhaizatul Jamila Jamil. 2010. “‘Because Allah Says So’: Faithful Bodies, Female Masculinities, and the Malay Muslim Community of Singapore.” Islam and Homosexuality 2: 163–192.
Najmabadi, Afsaneh, and Kathryn Babayan. 2008. “Islamicate Sexualities: Trans- lations across Temporal Geographies of Desire.”.
Siraj, Asifa. 2016. “Alternative realities: queer Muslims and the Qur’an.” Theology & Sexuality 22(1-2): 89–101.
Zahed, Ludovic-Mohamed. 2019. Homosexuality, Transidentity, and Islam: A Study of Scripture Confronting the Politics of Gender and Sexuality. Amsterdam Uni- versity Press.
Ana görsel: Kadınlar Birlikte Güçlü, SPOD, HEVİ LGBTİ+, Kadının İnsan Hakları dernekleri ve feminist kadınların Havle Kadın Derneği’ne yaptığı dayanışma ziyaretinden.