Düzeltilmeniz gerekmiyor güzellerim, düzeltilmesi gereken dünya.

MEYDAN

Hasta Kadın Teorisi

Bu metin, Johana Hedva’nın 7 Ekim 2015 tarihinde yaptığı “My Body Is a Prison of Pain so I Want to Leave It Like a Mystic But I Also Love It & Want It to Matter Politically” başlıklı sunumunun yazıya aktarılmış halidir. Metin uyarlaması ilk olarak Mask Magazine’de yayınlanmış olsa da bu çeviri Hedva’nın kendi web sitesinde yer alan revize edilmiş versiyona dayanmaktadır. Orjinal metnin sonunda yer alan okuma listesine de link üzerinden ulaşabilirsiniz. 

 

Koreli-Amerikalı non-binary yazar, sanatçı, astrolog Johanna Hedva’nın sağlamcılık, hastalık, kırılganlık, bakım ve direnmeye dair bu özel-politik ve duygulanımsal anlatısını, her birimize farklı açılardan iyi gelmesi ya da ses vermesi umuduyla çevirmek istedim. Karşılıklı bağlı olduğumuz tüm hasta kadınlar, hasta kadınlar tarafından bakılan-büyütülenler, hasta kadınlara bakım verenler, görülen-görülmeyen ve bakılan-bakılmayan tüm hastalıklar(l)a direnenler, hayatta kalması istenmeyenler için gelsin: “Bu teori, bizim ağlak, hasta ve sakat tayfa için. […] Düzeltilmeniz gerekmiyor güzellerim, düzeltilmesi gereken dünya.”

 

 

 

1.

 

2014’ün sonuna doğru, her 12 ila 18 ayda bir fenalaşarak yaklaşık 5 ay boyunca beni yürüyemeyecek, araba süremeyecek, işimi yapamayacak, bazen konuşamayacak ya da konuşulan dili anlayamayacak, yardım olmadan banyo yapamayacak ve yataktan çıkamayacak hale getiren kronik bir sebepten dolayı hastaydım. Bu seferki alevlenme, eğer yapabilseydim aralıksız katılıyor olacağım Black Lives Matter [Siyah Yaşamları Değerlidir] protestolarıyla aynı zamana denk geldi. Ben Los Angeles’ta, MacArthur Park’ın bir blok ötesinde oturuyorum, çoğunlukla Latinlerin yaşadığı ve halk arasında pek çok göçmenin Amerikan hayatına başladığı yer olarak bilinen bir bölgede. Park da bu durumda doğal olarak şehirdeki protestoların en yoğun olduğu yerlerden biri. 

 

Penceremden yukarı tırmanan yürüyüşlerin seslerini dinledim. Yatağa yapışmış halde, hasta kadın yumruğumu göğe kaldırdım, dayanışmayla. 

 

Hasta insanların hangi protesto biçimlerini göze alabileceğini düşünmeye başladım. Bana öyle göründü ki Black Lives Matter’ın özellikle hitap ettiği pek çok kişi, çalışmaya mahpus oldukları için, eyleme gittiklerinde işten atılma ya da hakikaten hapse atılma tehdidinden dolayı ve tabi ki polis zulmü ve şiddet tehdidi yüzünden bu yürüyüşlerde bulunamayabilir öte yandan, hastalık, engellilik ya da hasta veya engelli birine bakım yükümlülüğü yüzünden de.

 

Bütün diğer görünmez bedenleri düşündüm, yumrukları yukarıda, gözden uzak ve gizlenmiş halde. Hannah Arendt’in hâlâ hakim söylemde en baskın olarak kabul gören politik tanımını, kamusal alanda icra edilen her eylem olarak ele aldığımızda, bu tanımın dışarıda bıraktıklarıyla da uğraşmamız gerekir. Eğer politik olmak için gereken kamusal alanda bulunmaksa, o zaman nüfusun koca koca öbekleri bütünüyle apolitik addedilecektir, sırf kendi bedenlerini sokağın ortasına koyabilecek fiziksel yetkinlikleri olmadığı için.  

 

Benim mezun olduğum bölümde, Arendt tanrı gibiydi, dolayısıyla ben de onun politik olana dair tanımının radikal bir biçimde özgürleştirici olduğunu düşünecek şekilde eğitilmiştim. Tabii ki kendi açısından, kendi zamanında (1950’lerin sonlarında) öyle de olduğunu görebiliyorum. Böylece bir çırpıda yasal altyapılara, demokratik seçim süreçlerine, siyasayı etkileme erkini toplamış kişilere itimat etmeye dair ihtiyaçtan kurtuluyordu, hatta siyasanın kendisine olan ihtiyaçtan kurtuluyordu. Ki bütün bunlar bir eylemin politik olarak kabul edilmesi ve böylelikle görünür olması için talep edilen şeylerdi. Fakat hayır, Arendt dedi ki, kendi bedenini sokağın ortasına koy ve bam: Politiksin. 

 

Oysaki burda iki kusur var. Birincisi Arendt’in itimat ettiği  “kamusal” ki bu, görünür ve görünmez alan arasında kişisel olanı, ikiliği gerektirir. Bu da özel alanda her ne oluyorsa politik olmayacağı anlamına gelir. Yani örneğin eşini özel alanda dövebilirsin ve bir önemi olmaz. Irkçı hakaretler içeren özel e-postalar gönderebilirsin ama “kamuya hitap etmedikleri” için bir şekilde ırkçı sayılmazsın. Arendt eğer her şey politik olarak değerlendirilirse o zaman hiçbir şey politik olmaz diye kaygılanıyordu, bu nedenle de alanları politik olan ve politik olmayan diye ikiye ayırdı. Ama bu kaygı uğruna bazı insan gruplarını tamamıyla gözden çıkardı, onları politik konunun dışına ve görünmezliğe sürgün etmeyi tercih etti. Onları kamusal alanın dışında tutmayı tercih etti. Arendt’i bu nedenle eleştiren ilk kişi ben değilim. 1960 ve 70’lerdeki feminist ve sivil haklar aktivizminde Arendt’in “politik”inin kusuru bir çırpıda ortaya kondu. “Kişisel olan politiktir” demek “özel olan politiktir” anlamına da gelebilir. Çünkü şüphesiz, özel alanda yaptığın her şey politik: Kiminle seviştiğin, ne kadar uzun duşta kaldığın, en başta duş alacak temiz suyun olup olmadığı, ve saire. 

 

Burda bir sorun daha var. Judith Butler’ın 2015’te “Kırılganlık ve Direniş” başlıklı sunumunda belirttiği gibi, Arendt kamusal alana kimin kabul edildiğini, kimin kamusaldan sorumlu olduğunu hesaba katmak konusunda başarısız oldu. Ya da spesifik olarak, kimin dahil olacağından kimin sorumlu olduğu konusunda… Butler’a göre, kamusal bir eylem hakkında hep doğru olan tek bir şey vardır: Polis ya zaten ordadır ya da oraya geliyordur. Bu Black Lives Matter bağlamında düşündüğümüzde korkutucu bir kuvvete tekabül eder. Bir eylemdeki hele ki hunharca bakıl-mayan bedenlerin değeri üzerindeki ısrardan ortaya çıkan bir eylemdeki şiddetin kaçınılmazlığı, belli bir miktar insanın orada olmayacağını, çünkü olamayacağını temin eder. Üstüne bir de fiziksel ve ruhsal hastalıkları ve insanları yatakta ve evde tutan engellilikleri ekleyelim, aslında bu eylemler her kimin içinse o kişilerin pek çoğunun eylemlere katılamadığı yani politik aktivistler olarak görünür olmadıkları gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekir. 

 

Protestoların sürdüğü haftalarda karşıma çıkan bir Tumblr paylaşımı vardı, şöyle bir şey diyordu: “Buradan bu gece bizimle sokaklarda protestoya katılamayan tüm engellilere, hastalara, TSSB [Travma Sonrası Stres Bozukluğu], kaygı bozukluğu vs. olanlara sesleniyorum. Sesleriniz duyuluyor ve kıymetliler, ve bizimleler” Kalp. Yeniden paylaş.

 

 

2.

 

Benim bir kronik hastalığım var. Kronik hastalık ne demek bilmeyenler için şöyle yardımcı olayım: “Kronik” kelimesi Yunanca’daki “khronos”tan, Latince’ye “chronos” olarak geçmiş olan ve “zamana ait” (“kronoloji”yi düşünün) anlamına gelen kelimeden türer ve tam anlamıyla “bir ömür boyu” demektir. Yani kronik bir hastalık bir ömür boyu süren bir hastalıktır. Diğer bir deyişle, iyileşmez. Devası yoktur. 

 

Bir de zamanın tesirini düşün. Evet, yani onu her gün hissediyorsun. Çok nadiren, sanki bir şeyler beni dünyanın dışına çekiyor gibi bir âna kapıldığım, hastalıklarım hakkında birkaç dakikadır, belki birkaç kıymetli saattir düşünmediğimi farkettiğim olmuştur. Bu keyifli unutma anları, benim bildiğim bir mucizeye en yakın şeyler. Kronik hastalığın olduğu zaman hayat, amansız bir enerji pay etme çabasına indirgeniyor. Herhangi bir şeyi yapmanın sana maliyeti var: Yataktan çıkmanın, kendine yemek yapmanın, giyinmenin, bir e-posta cevaplamanın… Kronik hastalığı olmayanlar enerji harcayabilir ve bu bir sonuç doğurmayabilir: Maliyeti sorun olmaz. Bizim gibi kısıtlı kaynakları olanlar ise pay etmek zorundayız, kısıtlı bir stoğumuz var: O da genelde öğle yemeğinden önce tükenir. Kronik hastalıkla ilgili farklı açılardan düşünmeye başladım.  

 

Ann Cvetkovich şöyle yazmış: “Peki ya depresyonun izi biyokimyasal dengesizliklerden değil de –en azından Amerika kıtalarında– hepimizin hayatlarına musallat olan sömürgecilik, soykırım, kölelik, yasal dışlama, gündelik ayrıştırma ve yalnızlaştırma tarihleri üzerinden takip edilebilseydi?” Ben buradaki “depresyon” kelimesini tüm ruhsal hastalıklar olarak değiştirmek istiyorum. Cvetkovic şöyle devam ediyor: “Tıbbî literatürün çoğu, beyaz orta sınıf bir özne öngörür ve bu özneye göre kötü hissetmek sıklıkla bir gizemdir, çünkü ayrıcalık ve konforun görünürde her şeyi iyi ettiği bir hayatla örtüşmez.” Yani, bugün Amerika’da hakkında konuştuğumuz esenlik hali, beyaz ve zengin bir tasarıdır.     

 

Starhawk’tan bir alıntı yapayım, 1982 tarihli Dreaming the Dark [Karanlığı Düşlemek] kitabının yeni baskısının önsözünde şöyle söylüyor: “Psikologlar bir mit kurguladılar, buna göre bir yerlerde norm olan bir sağlık hali var, yani insanların çoğunun bu halde olduğu varsayılıyor; kaygılı, depresif, nevrotik, sıkıntılı ya da genellikle mutsuz olanların ise sapkın.” Ben burada “psikologlar” kelimesinin yerine “beyaz üstünlükçülük”, “doktorlar”, “patronlarınız”, “neoliberalizm”, “heteronormativite” ve “Amerika”yı koyardım. 

 

Son yıllarda bir yığın yazı “kadınların” ağrısına, nasıl muamele edildiğinden, ya da daha doğrusu, acil servis ve kliniklerde doktorlar, uzmanlar, sigorta şirketleri, aileler, eşler, arkadaşlar; geniş tabiriyle kültür tarafından nasıl erkeklerinki kadar ciddi muamele edilmediğinden bahsetti. The Atlantic’te geçenlerde çıkan “Doktorlar Kadınların Ağrılarını Nasıl Daha Az Ciddiye Alıyorlar” başlıklı bir makalede, bir adam, karısı Rachel’ın durumunun gerektirdiği tıbbî müdahale için (ki bahsi geçen durum bir yumurtalık dönmesi, yani yumurtalıkta bir kistin fazlasıyla büyüyerek düşmesi ve bu sırada fallop tüplerini döndürmesi) acil serviste uzun süre bekleyişlerini yazıyor: “Ülke çapında akut karın ağrısı için analjezik almadan önce erkekler ortalama 49 dakika bekliyor. Kadınlar ise aynı şey için ortalama 65 dakika bekliyorlar. Rachel 90 dakika ila iki saat arası bir süre bekledi.” Bu çilenin sonunda, aslında derhal alınması gereken ameliyat için Rachel yaklaşık on beş saat beklemiş oluyor. Yazının sonucunda fiziksel yaraların iyileştiğinden ama kadının “görülmemenin travması” olarak adlandırdığı ruhsal bedelle cebelleşmeye devam ettiğinden bahsediliyor. 

 

Makalede bahsi geçmeyen bir şey ise ırk; bu da beni yazar ve eşinin beyaz olduğunu düşünmeye itiyor. Böylesi kayıtsız bir nötrlüğe imkân veren şey beyazlıktır: O ki boşluğun önkabulü, evrenselin varsayımıdır. (Araştırmalara göre beyazlar, ırk hakkında konuşurken beyaz-olmayan insanlara oranla diğer beyazları çok daha açıkça dinliyorlar. Öyleyse beyaz-varsayılan [1] birisi olarak, beyaz insanlara doğrudan hitap edeyim: Beyaz suratıma bak da dinle.) 

 

Görülmemenin travması. Tekrar ediyorum: Kamusal alana kim dahil ediliyor? Kimin görünür olmasına müsaade ediliyor? Rachel’ın korkunç deneyimini küçümsemek değil niyetim, kendim de bir seferinde yumurtalık kisti patlaması tanısı alana kadar acil serviste on saat bekledim. Sadece onun çilesinin temelindeki varsayımlara işaret etmek istiyorum: Kırılganlığımız görülmeli ve önemsenmeli, hepimiz hızlıca ve, Biyomedikal Etiğin Dört İlkesinin belirttiği gibi,  “hastanın özerkliğine saygı ile” bakım görebilmeliyiz. Tabii ki hepimiz bu varsayımlara sahip olmalıyız. Fakat bunlara kimin sahip olmasına müsaade edildiği sorusunu da sormalıyız. Toplum kimler üzerinden bu fikirleri doğruluyor? Ve toplum kimler üzerinde bunların tersini uyguluyor?

 

Rachel’ın sağlık kurumunun elindeki deneyimini Kam Brock’unkiyle karşılaştıralım. Jamaica’da doğmuş ve New York şehrinde yaşayan 32 yaşında bir siyah kadın, Brock, Eylül 2014’te bir BMW’yi sürerken polis tarafından kenara çekiliyor. Marihuana etkisinde araç kullanmakla suçlanıyor, davranışları ve otomobilinin aranması iddiayı destekleyecek herhangi bir bulgu sunmasa da aracına el konuluyor. Brock’un New York şehri ve Harlem Hastanesi’ne karşı açtığı davaya göre, Brock ertesi gün aracını geri almaya gittiğinde kendi tabiriyle “duygusal” davrandığı için polis tarafından tutuklanıyor ve kendi rızasının dışında Harlem Hastanesi psikiyatri koğuşuna yatırılıyor. (“Fazla” duygusal davranmak yüzünden rızası dışında hastaneye yatırılan biri olarak bu hikâye zihnimde bir ipin ucu  gibi sökülüyor.) Doktorlar, onun “sanrılı” ve bipolar bozukluktan muzdarip olduğunu düşünmüşler; çünkü Obama’nın Twitter’ını takip ettiğini iddia etmiş, ki bu doğruymuş, ama medikal ekip doğrulayamamış. Sonrasında kadın sekiz gün hastanede tutulmuş, kendisine zorla sakinleştirici enjekte edilmiş, psikiyatrik ilaçlar içmesi, grup terapisine katılması ve soyunması dayatılmış. Avukatları tarafından temin edilen medikal kayıtlar Brock’un yatışına dair “ana tedavi planı”nı ortaya koyuyor: “Amaç: Hasta iş edinmek için eğitimin önemli olduğunu dile getirecek ve Obama’nın onu Twitter’da takip etmediğini beyan edecek.” Raporda “gerçeği değerlendiremediği” not edilmiş. Salıverildiğinde Brock’a 13,637,10 dolarlık bir fatura çıkarılıyor. 

 

Hastanedeki doktorların Brock’un Obama’nın kendisini takip ettiği iddiası üzerine neden onun “sanrılı” olduğunu düşündüğünün cevabı basit: Çünkü bu topluma göre genç siyah bir kadın muhtemelen o kadar önemli biri olamaz, öyle olduğunu iddia ediyor olması ise “hasta” olduğu anlamına gelir.

 

Böylece, orada uzanır, yürüyüşe katılamaz, bir pankart tutamaz, duyulacak bir slogan atamaz, ya da geleneksel yeterliliğe sahip bir politik varoluş olarak görülmezken Hasta Kadın Teorisinin merkezindeki soru şekil aldı: Eğer yataktan çıkamayacak durumdaysan nasıl bir bankanın camına taşı indirebilirsin?

 

3.

 

Pek çok kılığı içinde “hasta kadın”dan konuşabilmek için, önce bir birey olarak konuşmam ve size kendi konumumdan hitap etmem gerekiyor. 

 

Ben Batılı sağlık-sigorta endüstri-kompleksinin beni bütünümle anladığı kanısına karşıyım; onların öyle olduğunu düşünüyor gibi görünmelerine rağmen. Yıllar boyunca bana pek çok kelime iliştirdiler, bunların bazıları işe yarar ifade imkânları sağlasa da –sonuçta ne kadar dünyayı değiştirmeye çalışsak da yine de elimizdeki gerçeklerle başetmenin yollarını bulmalıyız– ben “hastalığımı” anlamak için öncelikle başka yollar önermek istiyorum. 

 

Belki her şey Sekizinci Ev’imde, yani Ölüm Evi’mde, ayın yengeç burcunda olmasıyla; ya da Mars, Satürn ve Plüto’nun – astrolojideki üç “fenalar” ya da kötücül güçler – On İkinci Ev’imde -hastalıklar, sırlar, acılar ve Özyıkım Evi-  olmasıyla açıklanabilir. Ya da, babaannemin çocukluğunda Kuzey Kore’den kaçmış ve bu gerçeği –birkaç yıl önce yanlışlıkla ağzından kaçırıp hemencecik, daha da açık edercesine, inkâr edene dek– ailesinden saklamış olmasıyla. Ya da annemin, ailesi tarafından bilfiil inkâr edilen, tanı konmamış bir ruhsal hastalıktan muzdarip olmasıyla –ki bu hastalık 40 yıllık uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, cinsel travma, kirli iğneden bulaşmış ve bu güne kadar tedavi edilmemiş bir hepatit ile; cezaevine, işgal evlerine ve evsizlik haline girip çıktıkça zıvanadan çıkmıştı. Ya da benim çocukken fiziksel ve duygusal istismara uğramış; yoksulluk, bağımlılık ve şiddet ortamında yetiştirilmiş ve on dört yıl boyunca ebeveynlerimden uzaklaştırılmış olmamla da. Belki fakir olduğum içindir IRS’e [Milli Gelirler İdaresi] göre benim 2014’te tashih edilmiş brüt gelirim 5,730 dolarmış (tam zamanlı çalışabilecek kadar iyi olmamanın bir sonucu). Yani, sağlık sigortam Kaliforniya eyaleti (Medi-Cal), “birinci basamak sağlık hizmeti”m ise bir yol üstü alışveriş merkezinin ikinci katındaki klinikte bulunan bir grup asistan hekim ve hemşire tarafından sağlandığı ve karnımı doyurmak için gıda pullarına ihtiyaç duyduğum içindir. Belki kuir ve non-binary olduğum, ebeveynlerime 14 yaşımda açıldıktan sonra 16 yaşımda annemin gözümü son kez morartmış olması arzusuyla evden ayrıldığımdandır. Belki “travma” kelimesiyle özetlenebilir. Belki çıtkırıldım ve talihsiz biri olduğumdandır. 

 

Ayrıca, bana iliştirilen Batılı tıp terminolojisini de paylaşmam gerek, sevsem de sevmesem de ortak bir dil sunabilir. Adrianne Rich 1971’de “bu dil egemene ait” diye yazmıştı, “ama seninle konuşmak için ona ihtiyacım var.” Ancak hadi bir başka dil de önereyim. Amerikan yerli dillerinden Cree’de, yüklem ve aitlik belirteci cümlede İngilizce’den daha farklı yapılandırılıyor. Bu dilde “ben hastayım” denmiyor. Bunun yerine “hastalık bana geldi” deniyor. Ben bunu çok seviyorum ve onurlandırmak istiyorum. 

 

İşte, bana gelen şeyler şöyle:

 

Endometriyozis, rahim içi tabakanın, olmaması gereken yerlerde –genelde pelvik bölgede ama bacaklar, karın, hatta kafa gibi herhangi bir yerde de– büyümesiyle gelişen bir rahim hastalığı. Bu hastalık kronik ağrıya, gastrointestinal kaosa, destansı, azman bir kanamaya, bazı durumlarda kansere sebep oluyor; bu da düşük yaptığım, çocuk sahibi olamayacağım ve birtakım ameliyatlar beklediğim anlamına geliyor. Bu hastalığı bilmeyen bir arkadaşıma açıkladığımda “yani bütün bedenin bir rahim!” diye hayret etmişti. Bu da bir bakış açısı, evet. (Düşünün Antik Yunan doktorları –“gezgin rahim” teorisinin babaları– bununla ilgili ne derdi.) Yani her ay, o serseri rahim hücreleri kendilerini vücudum içinde bir yerlere ekliyorlar, yoldaş endo savaşçısı Hilary Mantel’e atıfla “doğalarına itaat edip kanıyorlar.” Bu da en nihayetinde patlayan, ardında küçük bomba enkazları gibi ölü doku yığınları bırakan kistlere sebep oluyor.

 

Bipolar bozukluk, karmaşık TSSB, panik bozukluk ve depersonalizasyon/derealizasyon da geldi bana. Bu şu anlama gelebilir, ben bu dünya ile ayrık bir “benlik” kavramı tarafından kapsanmayan beynim tarafından yaratılmış bir başka dünya arasında yaşıyorum. Bu “bozukluklar” yüzünden, zihnimin yıldızların içinde silindiği, hiçliğe dönüştüğüm hissinden yoğun coşku, esrime, kahır ve kabus gibi halüsinasyonlara kadar inanılmaz keskin duygular, fikir uçuşması ve düşsel manzaralar yaşıyorum. Bunun yüzünden şimdiye kadar kendi rızamla ya da rızam alınmadan hastaneye yatırıldım ve verilen ilaçlardan biri beni bir seferinde neredeyse öldürüyordu bu ilacın nadiren görülen bir yan etkisi insanın derisinin dökülmesine sebep oluyor. Bir başkası ayda 800 dolar tutuyordu, onu almamın tek nedeni doktorumun bana gizlice bedava numuneler vermesiydi. Eğer –bu dünyanın benim yapabilmem gerektiğine hükmettiği gibi– bir iş sahibi olmak istersem, diğer yan etkilerinin yanında bende kısa dönemli hafıza kaybı ve salya akıtma gibi çeşitli seksi etkiler yaratacak anti-psikotik ilaçları her gün almak zorundayım. Bu ziyaretçiler şimdiye kadar üç kez arkadaşlarını da getirdiler; sinir krizleri, ruhsal çöküntüler ya da adına ne demek istersen o. Eminim ki yine misafirim olacaklar. Bunlar intihar teşebbüslerini (çoğunlukla disosiye haldeyken) teşvik etti, birçok kez, ilk seferinde dokuz yaşındaydım. [2] 

 

Son olarak bana gördüğüm tüm doktorların kafasını karıştırmaya devam eden bir (ya da birden fazla?) otoimmün hastalık geldi ve hâlâ adlandırılmaktan kaçınıyor. Bu yazının aslen ilk defa Mask Magazine’de yayınlandığı gün bir nörolog bana “başlangıç için” “%100 fibromiyalji” tanısı koymuştu. Bir yıldan daha uzun süre öncesindeyse, “birinci basamak” hekimim bazı semptomlarımın işaret ettiği MS ve diğer otoimmün hastalıklara dair testlerin yapılması için beni bir nörolog, bir romatolog, ve bir immunoloğa yönlendirmişti. Sigortam hâlâ bu yönlendirmeleri onaylayacak ya da benim sigorta planımın kapsadığı 150 millik bir alan içinde bir uzman bulacakken fibromiyalji teşhisimi koyan nörolog, bir dost yardımı olarak beni kurum dışında, nakit ödemeyle görmeyi kabul etti. Bir otoimmün hastalıkla yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tarif etmek için burada yeterince yerim yok –olması mümkün mü? Şunu diyebilirim ki, sebep oldukları akılalmaz bitkinlik, her daim her yerde ağrı, hastalanmaya yatkınlık ve “normal” işlevlerini ya azmanca olağandışı bir şekilde yerine getiren ya da hiç getirmeyen bir beden.

 

4.

 

Tüm bu ziyaretçilerle birlikte, katlanılamaz bulduğum bir gerçeklikte hayatta kalmanın ve bana “benim” olamazmış gibi gelen bir benliğe tanıklık etmenin bir yolu olarak Hasta Kadın Teorisi’ni yazmaya koyuldum.  

 

Başlangıçta bir “Hasta Kadın Teorisi” projesini kışkırtan ve ona adını veren birkaç kaynak oldu. Bunlardan ilki, hastalık, engellilik ve kırılganlığın bakım ihtiyacı duyan her kişiyi nasıl kadınsılaştırdığının –örneğin, daha “zayıf” daha “hassas” hale getirdiği– üzerine düşünmenin bir yoluydu. Biri, Audrey Wollen’a ait, tarih boyunca kadınsılaştırılmış patolojik durumları kızlar için birer politik protesto biçimine dönüştürmeyi öneren Sad Girl Theory’ye [Üzgün Kız Teorisi] cevaben gelişti. Sad Girl Theory’nin beyazlık, güzellik, heteronormativite ve orta sınıfın kaynaklarını merkezine alışını eleştirirken; fakir, kuir ve/veya beyaz-olmayan üzgün kız’a büyüdüğü zaman (eğer mümkünse) ne olurdu, sorusu üzerine düşünmeye başladım. Bir başka sefer, Kate Zambreno’nun Heroines’ini [Kadın Kahramanlar] okurken artık şu “kahramanlık” kavramına alabildiğine lanet edesim geldi ve normalde anti-kahraman özellikleri –yani hastalık, atalet, eylemsizlik– olan bir karakterin büyük bir Teori’nin sembolü olabileceğini göstermek istedim. En çok çınlayan etkiyi ise, beyaz üst-orta sınıf “hasta kadın” ile beyaz-olmayan işçi sınıfı “hasta eden kadın” ayrımını yapan, 1973 tarihli feminist kitap Complaints and Disorders [Şikayetler ve Bozukluklar] bıraktı. Son olarak; eğer Hasta Kadın Teorisi’nin bir koruyucu anası varsa, o da Audre Lorde olurdu.

 

Hasta Kadın Teorisi; her gün hassasiyetleri ve katlanılamaz kırılganlıkları ile yüz yüze gelenler, dolayısıyla bir yandan onurlandırılma, ama ilk önce görünür olma deneyimi için savaşmak zorunda olanlar için. Audre Lorde’un kelimeleriyle, dünya onların hayatta kalmasına karşı inşa edilmiş olduğundan aslında hiçbir zaman hayatta kalmaları istenmeyenler için. Bu teori, bizim ağlak, hasta ve sakat tayfa için. Kim olduğunuzu biliyorsunuz siz, henüz kendinize bir tanı konmamış olsa da. Hasta Kadın Teorisi’nin amaçlarından biri de bir kurum tarafından tanınmanız gerektiği ve böylelikle o kurumun şartlarına göre düzeltilmeye çalışılacağınız anlayışına karşı koymak. Düzeltilmeniz gerekmiyor güzellerim, düzeltilmesi gereken dünya.

 

Ben bunu bir seferberlik çağrısı ve bir tanınma beyanı olarak öneriyorum. Umarım düşüncelerim bir ifade alanı ve karşılık sunabilir, birer hayatta kalma ve dayanıklılık aracı olabilir.  

 

Ve siz kronik hastalığı ve engelliliği olmayanlar, Hasta Kadın Teorisi sizden empatinizi bu yöne doğru genişletmenizi istiyor. Bizimle yüzleşmenizi, bizi dinlemenizi, görmenizi.

 

5.

 

Hasta Kadın Teorisi, çoğu politik protesto biçiminin, içselleşmiş, yaşanmış, bedenleşmiş, ızdıraplı ve şüphesiz ki görünmez olduğunda bir ısrardır. Hasta Kadın Teorisi, bir bedenin içinde varolmayı öncelikle ve daima hassas bir şey olarak yeniden tanımlar; Judith Butler’ın kırılganlık ve direniş üzerine son çalışmasını takip ederek. Butler’ın önermesi bedenin, kendi hassasiyetinden geçici olarak etkilendiği değil, onun tarafından tanımlandığında ısrar eder. Bu yüzden buradan çıkan, bedenin dayanabilmek için sürekli destek altyapılarına muhtaç olduğu ve dolayısıyla bizlerin dünyayı bu veri etrafında yeniden şekillendirmemiz gerektiğidir. Hasta Kadın Teorisi, beden ve zihnin baskı rejimlerine -özellikle bugün geçerli olan neoliberal, beyaz-üstünlükçü, emperyal-kapitalist, cis-hetero-patriyarkal rejime- duyarlı ve tepkisel olduğundan yola çıkar. Şu var ki, hepimizin bedenleri ve zihinleri bu rejimin tarihsel travmalarını taşıyor, dünyanın kendisi bizi hasta ediyor ve hasta tutuyor. 

 

Bu çalışmanın özne konumuna “kadın” kavramını almak stratejik, herkesi kapsayan bir kucaklayış ve evrenselden ziyade özele adanmış bir şey. Her ne kadar “kadın” kimliği pek çoklarını (özellikle beyaz-olmayan kadınları ve trans, nonbinary ve akışkan cinsiyet kimliğine sahip kişileri) dışlamış ve görünmezleştirmiş olsa da kullanmayı tercih ediyorum, çünkü hâlâ bakıl-mayan, ikincil olan, baskılanan, -olmayan, -sız, -dan az’ı temsil ediyor. Bu kavrama ait sorunsallar her daim eleştiriyi hak ediyor, ben de Hasta Kadın Teorisinin kendi yordamıyla bunu telafi etmesini umuyorum. Fakat her şeyden öte, “kadın” kelimesini kullanmaya istekliyim çünkü bu sene yirmi birinci yüzyılda kadın olmanın hâlâ nasıl radikal olabildiğini gördüm. Bu kelimeyi, geçen sene akışkan cinsiyete sahip biri olarak açılan çok sevgili bir arkadaşımı onurlandırmak için kullanıyorum. Onun için en önemlisi kendini bir “kadın” olarak adlandırmak, “she/her” kişi zamirlerini kullanabilmekti. Ameliyat olmak ya da hormon kullanmak istemedi, kendi bedenini ve büyük penisini seviyor ve değiştirmek istemiyordu sadece o kelimeyi istiyordu. Kelimenin kendisinin bir güçlendirici olmasından ilhamla Hasta Kadın Teorisi kendini adlandırdı.

 

Hasta Kadın, bir kimlik ve beden olarak –beyaz, hetero, zengin, nörogelişimsel bozukluğu olmayan, üst ve orta sınıf, cis ve sağlam erkek, zengin bir ülkede yaşayan ve hiçbir zaman sağlık sigortasız kalmamış, toplum için kıymeti her yerde tanınan ve o toplum tarafından belirginleştirilen, önemi ve bakımı topluma hakim ve diğer herkesin pahasına olan–ayrıcalıklı varoluş (ya da acımasız bir optimizmin öylesi bir varoluşa dair vaadi) tarafından reddedilmiş herhangi birine ait olabilir.

 

Hasta Kadın, bu bakım güvencesine sahip olmayan herhangi biridir. 

 

Hasta Kadına bu toplumda onun bakımının hatta hayatta kalmasının önemli olmadığı söylenir.

 

Hasta Kadın; bütün o “işlevsiz”, “tehlikeli” ve “tehlikede”, “fena hırpalanmış”, “çatlak” “onulmaz”, “travmatize”, “bozuk”, “hastalıklı”, “kronik”, “sigorta kapsamına alınamaz”, “zavallı”, “arzulanmayan” ve en nihayetinde yine “işlevsiz” bedenlere sahip kadınlar, beyaz-olmayanlar, fakirler, hastalar, nörogelişimsel bozukluğu olanlar, engelliler, kuirler, translar, cinsiyeti akışkan kişilerdir. Bu kişiler, tarih boyunca patolojize edilmiş, hastaneye kaldırılmış, kuruma kapatılmış, gaddarca muamele görmüş, “zaptedilemez” ilan edilmiştir ve böylelikle kültürel olarak gayrimeşru ve politik olarak görünmezdir.

 

Hasta kadın, umumi bir tuvaleti kullanırken kendisini bekleyen şiddetten dolayı panik ataklar geçiren siyah trans kadındır.   

 

Hasta kadın, yerli geçmişleri ortadan kaldırılmış olan ebeveynlerin çocuğudur, jenerasyonlar boyunca aktarılmış sömürü ve şiddetin travmasıyla yaşayan biridir.

 

Hasta kadın, bir evsizdir, ve bilhassa her tür hastalığı olan ama tedaviye erişemeyen, ruh sağlığı hizmetlerine erişimi ise 72 saat belediye hastanesine kaldırılmaktan ibaret olan biridir.

 

Hasta kadın, ruhsal sıkıntıları olan bir siyah kadındır; psikotik bir epizod geçirdiği sırada ailesi yardım için polisi çağırır, ardından polis gözetimindeyken öldürülür, ve hikâyesi beyaz üstünlüğü altında çalışan herkes tarafından inkâr edilir. Onun adı Tanesha Anderson.  

 

Hasta kadın, henüz bir ergenken tecavüze uğramış, erkeklere tecavüz edilemeyeceğine inanarak utanç ve suskunluk içinde yaşamış 50 yaşında bir gey erkektir.

 

Hasta kadın, bir engellidir, engelli erişimi sağlanmamış bir mekanda düzenlendiği için engelli hakları üzerine düzenlenen bir sunuma gidemeyen.  

 

Hasta kadın, cinsel travmadan kaynaklanan kronik hastalığa sahip bir beyaz kadındır, yataktan çıkabilmek için ağrı kesiciler almaya mecburdur.

 

Hasta kadın, çocukluğundan beri ilaçla tedavi (kontrol) edilmiş depresyonla yaşayan bir hetero erkektir, şimdi işinin gerektirdiği haftada 60 saatlik mesai boyunca çalışmak için çabalamaktadır.

 

Hasta kadın, kronik hastalık tanısı olan biridir, aile ve arkadaşları tarafından sürekli kendisine daha fazla egzersiz yapması öğütlenen.  

 

Hasta kadın, beyaz-olmayan bir kuir kadındır; aktivizmi, zekası, öfkesi ve depresyonu, beyaz toplum tarafından kişiliğinin nahoş özellikleri olarak görülen.

 

Hasta kadın, polis gözetiminde öldürülmüş bir siyah adamdır, resmi kayıtlarda kendi omurgasını kırdığı iddia edilen. Onun adı Freddie Gray.

 

Hasta kadın, VA’da [Gazi İşleri] bir doktor görebilmek için aylarca sıra bekleyen TSSB ile mücadele eden bir gazidir.

 

Hasta kadın “özgürlükler ülkesi”ne yasadışı yollardan göç etmiş yalnız bir annedir, ailesini geçindirmek için üç iş arasında mekik dokuyan ve her gün daha da zor nefes alabilen.

 

Hasta kadın bir mültecidir.

 

Hasta kadın istismara uğramış bir çocuktur.

 

Hasta kadın, tüm dünyanın “iyileştirmeye” çalıştığı otizmli bir bireydir.

 

Hasta kadın açlık çeker.

 

Hasta kadın ölür.

 

Ve en önemlisi, hasta kadın, kapitalizmin kendini idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu kişidir.

 

Neden?

 

Çünkü hayatta kalmak için bizim bakımımızdan kapitalizm sorumlu olamaz onun sömürü mantığı bazılarımızın ölmesini gerektirir. 

 

Bugün bahsettiğimiz biçimde “hastalık” kapitalist bir kurgudur; aynı onun karşıtıymış gibi algılanan “esenlik” de. “İyi” insan, işe gidecek kadar iyi olan insan. “Hasta” insan ise olmayan. Esenliği, varsayılan ve varoluşun standart hali olarak kabul etmenin yıkıcı olan kısmı ise, bunun hastalığı geçiciymiş gibi kurgulamasıdır. Hasta olmak norm için bir tiksinti haline geldiği zaman, bakımı ve desteği de aynı biçimde düşünmemiz muhtemel olur.

 

Bakım, bu kurguda sadece bazen gereklidir. Hastalık geçici olduğunda bakım da normal değildir.

 

Buyrun bir egzersiz: Aynaya gidin ve kendi yüzünüze bakarak şunu yüksek sesle söyleyin: “Sana bakım vermem normal değil. Bunu sadece geçici olarak yapabilirim.”

 

Kendine bunu söylemek, dünyanın sürekli tekrar ettiği şeyin ancak bir yankısı olacaktır.

 

6.

 

Eskiden elimizde kalan en antikapitalist eylemin aşkla, bilhassa da aşk şiirleriyle ilgili olması gerektiğini düşünürdüm; bir aşk şiiri yazıp onu arzuladığın birine vermek radikal bir direniş gibi görünürdü bana. Şimdi bakıyorum da yanılıyormuşum. 

En anti-kapitalist eylem bir başkasına bakmak ve kendine bakmaktır. Tarihsel olarak dişileştirilmiş ve böylelikle görünmezleştirilmiş iyileştirme, besleme, bakma pratiğini üstlenmek. Birbirimizin kırılganlığını, incinebilirliğini ve güvencesizliğini ciddiye almak, desteklemek, onurlandırmak ve güçlendirmek. Birbirini korumak, topluluğu oluşturmak ve uygulamaya geçirmek. Radikal bir yakınlık, karşılıklı bağlılığı olan bir sosyallik, bir bakım politikasıdır.

 

Çünkü ne zaman ki hepimiz yatağa bağlanır, terapi ve teselli hikâyelerimizi paylaşır, destek grupları kurar, birbirimizin travma hikâyelerine tanıklık eder, hasta, ağrılı, masraflı, duyarlı, fantastik bedenlerimize sevgi göstermeye ve bakmaya öncelik veririz ve ne zaman ki işe gidecek kimse kalmaz; belki o zaman kapitalizm, o çoktandır beklediğimiz, gecikmiş, o lanet olası ihtişamdaki kendi sonuna feryat ediyor olacak. 

 

Çevirmenin Notları:

 

[1]  Metnin orjinalinde kullanılan “white-passing” kelimesi beyaz-olmayan kişilerin beyaz ırkı tarafından beyaz olarak kabul görmesi anlamına geliyor. Irksallaştırılmış ve cinsiyetlendirilmiş ayrımcılığın dayattığı sistemde ayrıcalıklı gruplar içinde yer almayan kişiler için “passing”, yani geçmek, ayrıcalıklı alana geçmek anlamına gelebilir. KAOSGL LGBTİ+ çeviri sözlüğünde “cis” passing için lubunca “alıktırmamak” kelimesini öngörse de “white” passing için aynı kelimeyi uyarlamak pek mümkün görünmüyor. Kavramın başka kaynaklarda Türkçe kullanımına da rastlayamadığım için böyle bir çeviri uygun gördüm. Çeviri için başka yorum ve önerileriniz varsa aşağıda yorumlara ekleyebilirsiniz.

 

[2]  Metinde geçen psikolojik terimlerden “depersonalizasyon” benlik yitimi, kendine yabancılaşma; “derealizasyon” çevreye yabancılaşma; “dissosiyasyon” ise çözülme, kimlik, bellek, algı ve duyuların bütünlüğünün bozulması anlamına gelmektedir.

 

Kapak görseli: Beyan, Silva Bingaz.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YDirencimiz düşmesin!
Direncimiz düşmesin!

Bedenin direniş kapasitesini yeniden keşfetmemiz, tekil ve kolektif güçlerini genişletmemiz gerek.

Bir de bunlar var

“Sizi Sakatlar Kurtaracak”: Engelli Hakları Aktivistinden Koronavirüse Dair Önemli bir Mesaj
8 Mart Karnesi: Olağanüstü Eşitsizlik Devam Ediyor
Dr. Blasey Ford’un İfadesi ve Erkek Adaletin Hoyratlığı

Pin It on Pinterest