Burada “Fırat Irmağı’nın kollarının uçtan uca uzandığı verimli bir ova vardı. Parıldayan suları ve dalgalanan başaklarıyla burası Harput’un Altın Ova’sıydı (Vosgetaşd).”[1]
“Ilıman iklim, bereketli toprak ve bol su; Harput kenti ve kalesinin üstünde konumlandığı büyük, doğal kayalık arazinin dışında yer alan onlarca köyün geçimine olanak sağlıyordu. […] Hasat mevsimi, yoğun bir emek ve heyecanlı bekleyiş demekti. Her köyde kabak, patlıcan, taze fasulye, bamya, biber, domates, […] değişik türlerde üzüm, kavun, karpuz, ceviz, badem, dolgun ve sulu beyaz dut bulunurdu. Bazı köyleri gururlandıran meyve ya da sebzeler vardı. Örneğin Kesrig’te [Kızılay] üstüne oturulacak büyüklükte lahana yetiştirildiği söylenir. Ama buralarda her şeyden önce, bu büyük ovaya adını veren altın sarısı tahıllar […] yetiştirilirdi.”[2] Harput’un Altın Ova’sı ilk ve orta okulları, Fırat Koleji ve Merkez Lisesi’yle pek çok entelektüelin de yetişme imkânı bulduğu verimli topraklardı.[3] Böyle anlatıyordu kitap. Kitaplar diyordu ki hayatın kimi zorluklarına rağmen Harput’un Altın Ova’sında günlerce gecelerce süren düğünleriyle, coşkulu bayram kutlamalarıyla süregiden bir yaşam vardı, 1915’e kadar.[4]
Yoktu. Yüzeyinde gezindiğim zeminin çatırdayarak kırıldığı, kırığın giderek derinleşen ve genişleyen bir yarığa dönüştüğü, açılan yarıkla birlikte yeni yüzeylerin ortaya çıktığı başka bir coğrafyaydı önümde açılan. Bir an önce kat etmek için yola koyulmuşken, uçsuz bucaksız bir ovada, altın sarısı başakların arasında uzakların seyrine dalmaya hevesliyken burası dönüp uzaklara değil de eğilip derine sadece daha derine bakmaya zorluyordu. Baktıkça daha huzursuz, kazdıkça daha tekinsiz bir hal alıyordu gezindiğim yerler.
Burada, 1915’ten sonra da süregiden bir şey varmış. 1937’de Buğday Meydanı’nda, 90’larda bu Altın Ova’nın sınırlarında ve de muhtelif zamanlarda bu coğrafyanın muhtelif yerlerinde süregiden bir şey: Bir suçun, kolektif bir suçun tekrarı.[5] Öyle çok tekrar edip durmuş ki sanki burada zaman akmamış da tarihler birbirinin üzerine yığılmış. Bu yığınlar içinde aradıklarım vardı: öyküler, şiirler, oyunlar…
Beni Harput’un Altın Ova’sına götüren Mehmet Fatih Uslu’nun Ermeni taşra edebiyatının kurucusu kabul edilen, asıl adı Hovhannes Harutyunyan olan ve doğduğu köyün adını kendine mahlas olarak seçen Harputlu yazar Tılgadintsi hakkında yazdığı “Hemşehrin Tılgadintsi” yazısı oldu. Yazı şu cümleyle bitiyordu: “Gelin görün ki bugün hiçbir Harputlu Tılgadintsi’yi tanımıyor.”[6]
Tılgadintsi’nin dünyasına yaklaşabilmek için önce onun Harput’un Altın Ovası’ndan silinişinin izini takip etmek gerekiyordu. O iz, 1927’de Boston’da basılan bir kitabın satırlarına düşüyordu. Kitap, Tılgadintsi’nin Amerika’da yaşayan öğrencilerinin onun gazete ve dergilerde kalan yazılarıyla kırımdan kurtarılabilmiş elyazmalarını bir araya getirebilmek için 1925’te kurdukları cemiyetin gayretinin ürünü olarak ortaya çıkmış. Kitabın önsözü ise Felaket’e açılıyordu:
Yıl 1915’tir ve Felaket gelir. Tılgadintsi, katliamdan kurtulabilmek için bir süre çocukluk arkadaşı ve dostu bir Müslüman’ın evinde saklanır. O günlerde, aralarında 1895 katliamlarını anlattığı eserinin de bulunduğu basılmamış yazılarının büyük bir kısmını emanet ettiği bir yakınının, bir korku anında onları ateşe attığını ve hepsinin yanıp kül olduğunu duyar. Önsözün yazarı Arşak Çobanyan, Tılgadintsi’nin bu haberi alınca manevi bir ölüm yaşadığını söyler. Kısa bir süre sonra da hükümet Tılgadintsi’nin nerede saklandığını öğrenir ve Tılgadintsi tutuklanır. Eşinin ve çocuklarının sürgüne, Der Zor çöllerine gönderildiği haberini tutukluyken alır, kendisi de daha sonra o sürgün yolunda, Harput yakınlarındaki Mastar Dağı’nda katledilir.[7]
Tılgadintsi’den kalanların derlendiği kitaptaki yazılardan biri “Arevıs Dar Mahıs Ğırge” (Güneşimi Al, Ölümümü Gönder) dir.[8] Eser, Adana Katliamı’ndan bir yıl sonra Tılgadintsi’nin katlinden beş yıl önce 1910’da Anahid dergisinde yayımlanır. Yazı boyunca Vartabed Aslanyan ile Ovannes’in Mezire’den birkaç saat güneyde iki-üç yüz hane nüfuslu bir köy olan Huylu’ya (Tılgadin) yaptıkları yolculuğu takip eder okur. Burası, Ovannes’e annesinin ölümünden sonra kutuplar kadar uzak gelen, tadını, kokusunu, rengini çiti aşan serçenin de yoldan geçen yolcunun da çok iyi bildiği bağını ve bostanını köstebeklere, kaplumbağalara bırakıp gittiği köyüdür.[9]
Şimdi Vartabed ve Ovannes “baharın bağrından” geçerek bu köye doğru yol almaktadır. Her ikisi de alabildiğine yeşil ve kızıl bir bahar manzarasının ortasında, at arabasında kendi içlerine kapanmışlardır. Ruhlarında baharın coşkusuna yer yoktur. Dahası bu manzaranın orta yerinde başlarını kaldırıp o kızıl renge bakmaktan da kaçınırlar. Baharın bin bir rengi arasında kızıl rengin içinde uyandırdığı duyguyu betimler Ovannes: Bir boğanın ruhunda beliren öfke misali bir öfke. Vartabed’in hikayesinin ana renginin de bu kızıl olduğunu düşünür Ovannes. Eşini ve iki çocuğunu Pingyan’ı yakan ateşlere vermiş Vartabed’in hayatına da rengini vermiştir o kızıl alevler.[10]
Atlar baharın neşesiyle ve üstlerindeki iki kişilik yükün hafifliğiyle engebeli yolda dört nala ilerlerken Vartabed’in hikayesi de tüm ağırlığıyla geriden gelir. Ovannes “hadsizce külleri eşelediğini” düşünür ama yine de sormaktan kendini alamaz:
-[…]Boğaziçi’nden Adana’ya […] Çılgınca bir koşu diyorum, evet, o son kurbanı da vermek için bile isteye kendini ateşlere atmışsın. Hiç mi korkmadın?
– Korkmak mı, neden korkayım dostum? Benim oraya gidişim fırtınalı tecrübelerin tekerrüründen mustarip bir ruhun arzusunu yerine getirmek içindi. Bu, benim için öyle aziz bir arzuydu ki lakin maalesef bir kez daha sağ kaldım ve onun içindir ki ateşe alışkın bir ocak çekirgesi gibiyim. Eğin ve Pingyan alevlerinden sağ kalan biri artık hiçbir şeyden korkmaz, sarsılmaz. O katliamlarda kanlar içinde kızaran deri de alevlerde kavrulan kemikler de benimdi.
– Demek o felaketlere dair okuduğumuz her şey doğru. Gazeteler mübalağa etmiyormuş.
– Gazetelerin yazdıkları sadece başlıklardan ibaret, başka bir şey değil. Gördüklerimi söze dökecek kelime bulamıyorum. Sözlerim gördüklerimin olsa olsa eksik bir sureti olur. Yalnız şunu bil ki 95 olaylarının en fecisi dahi özellikle Kozluk’ta yapılanlarla kıyaslandığında çocukların top oyunlarının sebep olduğu hafif sıyrıklardan bile sayılmaz ya da şöyle diyeyim Adana’yı ve Adanalı Ermeniyi bir günden ötekine rüzgârın önüne katan vahşete bakınca Timurleng ve diğerlerinin yaptığı bütün canavarlıklar meğer Ermeninin yalnızca burnunu kanatmış. Ateş, kılıç Sihun’da tek bir şey bırakmadı. İkisini de gözlerimle gördüm. Ani, yıllanmış harabeleriyle diğerinden daha şen bir şehirdir. Adana ise tufan öncesinden kalma bir masal diyarı sadece.[11]
Konuşmanın bundan sonrasında Vartabed’in sesi Adana’da çığ gibi büyüyen olayların gürültüsünü yankılar gibidir: Komşularının, daha dün kardeş kardeş öpüp sarıldıkları komşularının, ortak yeminler ettikleri komşularının “Ermeni’ye fazla gördüğü hürriyet sevinci”[12], “vali ve eşrafın zamanında zaten bir güzel yaptığı hesaplar”, Mersin’e ulaşan gemilerin katliamları uzaktan seyri, “hayatta kalan Ermenilerin gözyaşlarını silmek için” Adana’ya giden Babikyan’ın “felaketin boyutlarını gözleriyle görüp kulaklarıyla işitince ateşe duran bir mum gibi eriyişi” ve ölümü, yıkımın büyüklüğünü, cemaatinin başına gelenleri gören Gatolikos’un elem içinde “kefeni üstünde yaşayan bir ölüye dönmesi”…[13]
Bu kez anlattığı cehennemi atmosferin içinden çıkıp gelen Vartabed sorar Ovannes’e:
-Sen söyle Tanrı da onların eşreflerinden miydi yoksa onların Allah’ıyla bizim Tanrımız arasında büyük bir uçurum mu vardı?[14]
Vartabed’in sorusu yanıtsız kalır ama konuşma sürer. Ovannes, Tanrının kimin tarafında olduğundan öte Vartabed’in yaşadığı onca şeye rağmen içinde taşıdığı ümide dikkat kesilmiştir. İnandığını söyler Vartabed, “çabayı elden bırakmazlarsa”, “hayatı yeniden kurma şansı bulurlarsa”, “barıştan yana, Ermeniye layık bir gelişmenin takipçisi olurlarsa” “öncekinden daha parlak bir şehir olarak Adana’nın yeniden hayat bulabileceğine” inandığını söyler. Ovannes de inanmak, o ümide bağlanmak ister ve içinde büyüyen kaygıyı dindirmek istercesine ısrarla sorar:
-Yarın Vartabed, bugünkü gözyaşlarımız bir nebze dinse yasımız son bulsa Adana’yı yutan alevlerden daha tehditkâr ve daha korkunç bir başka ateşin Ermeniyi yakıp yok etmeyeceğini mi düşünüyorsun?[15]
Sorular birbirini takip eder ve sohbet sürerken araba köye ulaşır. Vartabed’le Ovannes’in yaptıkları ziyaretlerden, katıldıkları kilise törenlerinden köye gidiş nedenleri de anlaşılır: Köyün okulunu yeniden faaliyete geçirmek için Taşnaklarla Hınçaklar arasındaki ihtilafı çözmek, okul üzerine yapılan tartışmaları sonlandırmaktır niyetleri. Bunu da gerçekleştirirler. Köyden ayrılmadan hemen önce misafir oldukları evde ise yüz yaşını geçkin Karan nineyle karşılaşırlar. Karan nine Ovannes’in çocukluğundan bildiği simalardandır. Artık gözleri görmeyen, kulakları duymayan ama hatırlayıp duran, hem de her şeyi tüm ayrıntılarıyla hatırlayan bu kadının halen yaşıyor olduğunu görmek Ovannes’te şaşkınlık yaratır. Ovannes ve Karan nine geçmiş günleri andıkları bir sohbete tutuşur. Evden çıkarlarken de Ovannes, Karan nineye döner ve söyleyecek bir sözü, bir isteği olup olmadığını sorar. Merdivenin başında elinde bastonuyla ayakta duran Karan nine sanki bu soruyu bekliyormuş gibi bir anda ölememenin kendisi için artık bir eziyete döndüğünü, her yerde ölümünü aradığını, bir parça toprağa, bir mezar yerine hasret olduğunu söyler. Ölebilmek için defalarca seslendiğini ama sesine karşılık bulamadığını anlatır ve bir kez de misafirleri yolcularken, onlar için iyi dileklerde bulunurken kendisi için de bir dilek diler ve yakarırcasına seslenir: “Güneşimi al ve ölümümü gönder!”[16]
İhtiyar bir kadının yakarışını yazısının başlığına taşıyan Tılgadintsi bu kısacık metni yolculuk teması üzerine kuruyor. Metin boyunca ilerlerken Mezire’yle, Huylu’yla, Eğin’le, Pingyan’la, bu yerlerin bugün değiştirilmiş adlarıyla, buralarda yaşanmış olanlarla, 1894-96 arası Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve 1909’da Adana’da yapılan katliamlarla ilgili bilgilere, Vartabed Aslanyan ve Babikyan hakkında yazılan yazılanlara, Babikyan’ın Adana raporuna doğru yol alabiliyor okur ama bana kalırsa Tlgadintsi’nin metni tüm bunların ötesinde olaylara, olgulara yaklaşmanın farklı yollarına işaret ediyor.
Mesela bir bahar günü doğanın nasıl göründüğüyle ve neden öyle göründüğüyle ilgili düşünmenin yolunu açabiliyor. Manzarayı kimin gördüğü, kimin çerçevelediği, çerçevenin içine neleri aldığı ve neleri onun dışında bıraktığı sorusu o ezbere tasvir edilebilecek bahar manzarasına kızıl bir leke olarak düşebiliyor. Mesela olayların, olguların bilgisine görmek dışında başka hangi duyularla gidilebileceğine dair izler bırakabiliyor yola. Tatlara, kokulara, seslere yer açıyor yol boyunca. Kaybı ve kalan olmayı bir de başka duyularla düşünmeye çağırabiliyor. Başka duyularla düşünürken sadece insanı değil serçeyi, kaplumbağayı, köstebeği, bağı bostanı da hesaba katabiliyor. Tene ve ruha yazılanları gazetelerden okumanın bir yolunun mümkün olup olamayacağı sorusunu ekliyor. Hangi seslerin duyulabilir olduğu hangilerinin duyulamaz olduğu, ölme hakkının kime nasip olabileceği dolayısıyla yaşama hakkına da kimin sahip olabileceği sorularını da ansızın çıkarıveriyor yolunuza.
Görsel: Abbas Kiarostami’nin “Dostun Evi Nerede?” (1987) filminden bir kare.
*Tlgadintsi’nin eserlerine dikkatimi çeken Mehmet Fatih Uslu’ya ve Harput’a özgü deyim, atasözü ve sözcüklerin karşılıklarını bulmam konusunda desteğini esirgemeyen, metnin tercüme etmeye çalıştığım bölümleriyle ilgili öneriler yapan Tomas Terziyan’a teşekkür ederim ancak tercüme denemesinin olası hata ve eksiklikleri elbette bana aittir.
[1] Richard G. Hovannesyan “Ermeni Dzopk/Kharpert/Harput”, Tarihi Kentler ve Ermeniler Harput içinde, ed. Richard G. Hovannesyan, çev: Zülal Kılıç, Aras Yayıncılık, Kasım 2017, s.9.
[2] Agy. s.10.
[3] Agy. s.11.
[4] Agy. s.12.
[5] Farklı tarihsel ve toplumsal koşullar içinde gerçekleştiğini, aynılaştırılamayacağını ama bununla birlikte aralarında bağlar olduğunu düşünerek yazıyorum.
[6] Mehmet Fatih Uslu’nun bahsi geçen yazısına şuradan ulaşılabilir: http://mefuslu.blogspot.com/2011/08/hemsehrim-tlgadintsi.html Tılgadintsi hakkında daha geniş bilgi için Uslu, yazısının sonunda meraklısına notlar biçiminde Tılgadintsi hakkında yazılmış yazıların bazılarını da sıralıyor.
[7] Arşak Çobanyan, “Tlgadintsi Yev İr Kordzı”, Tlgadintsi Yev İr Kordzı: Kronigner, Noraveber, Keği namagner, Kertvadzner, Tadrerkutyunner içinde, haz. Tlgadintsii Saneru Miutyan (Boston:Baikar Association,1927), s.59-60. Ayrıca Çobanyan’dan yaptığı bu alıntıyı daha önce Tılgadintsi’nin tiyatro eserleriyle ilgili yazdığım şu yazıda da kullandım bkz. “Dünyanın Eşiğinde, Beklenti Zamanı” Gökcisimleri Üzerine içinde, haz. Kevser Güler-Süreyyya Evren, Arter Yayınları, İstanbul, Ocak 2021, s. 69.
[8] Tlgadintsi, “Arevıs Dar, Mahıs Ğırge”, Tlgadintsi Yev İr Kordzı: Kronigner, Noraveber, Keği namagner, Kertvadzner, Taderkutyunner içinde, haz. Tlgadintsii Saneru Miutyan (Boston:Baikar Association, 1927) s.226-239.
[9] Agy., s. 226.
[10] Agy., s. 227.
[11] Agy., s. 228-229.
[12] Komşular ve komşuluk hakkındaki sözleri okurken Rober Koptaş’ın komşuluk üzerine yazdığı “Yandı Bitti Kül Oldu” yazısını anımsadım. Yazı şuradan okunabilir: https://t24.com.tr/yazarlar/komsu/yandi-bitti-kul-oldu,16930.
[13] Agy., s.230-231.
[14] Agy., s. 230.
[15] Agy., s. 233.
[16] Agy., s. 239.<<