Görünmezin arılarıyız biz. Görünürün balını toplarız can havliyle,
görünmezin büyük altın kovanında biriktirip saklayalım diye.
Rainer Maria Rilke, Duino Ağıtları.
Nasıl geldiğimi bilmediğim ormandan hava kararmadan önce çıkmaktan başka şey düşünmeden yürüyorum. Nihayet kendimi dar, eski bir sokağın başında buluyorum; sanki doğduğum sokak bu, unutmuşum. Karşıda batan güneş terkedilmiş sokağı puslu, turuncu son ışıklarıyla aydınlatıyor. İki yanımdaki bir iki katlı bitişik nizam evlerin kimisi camsız pencereleriyse çoktan karanlığa gömülmüş, kimsecikler yok. Güneşin sokaktan yavaşça çekilen ışığına ayak uydurmaya çalışarak aşağıya doğru yürümeye başlıyor, yanan bir ışık bulabilirim diye pencerelere bakıyorum. Bakışlarımı yere çevirmemle kaldırımlardaki serçe benzeri boz kuşları farkediyorum. Küçük su birikintilerinin kenarında üçlü beşli toplaşmış bu kuşlar birbirlerinin gözlerini oymuşlar, oyuyorlar. Çoğu ölmüş, gagalar gözlerde kalmış. Halen yarı canlı olanlarıysa ben yanlarından geçerken ürker gibi mekanik, böceksi kanat hareketleriyle yerden bir karış havalanıyor, sonra tekrar kararlılıkla konup cansız yatanların göz oyuklarını gagalarıyla eşelemeye devam ediyorlar. Güneş batıyor, burada kalamam, bir an önce geri dönüp gerekirse yine ormandan geçmeli ve bildik tanıdık bir yere dönmeliyim. Güneşe sırtımı çevirip korkuyla sokağın başına yöneliyorum. Sokaktan ayrılacağım sırada bir akapella başlıyor: Titreşimini kulağımdan ziyade gövdemde hissettiğim kadın sesleri bunlar. “Gözlerimiz, gözlerimiz, gözlerimiz, gözlerimiz” diye tekrar eden bir ezgiyle bana sesleniyorlar. Dönüp sesin geldiği yöne bakıyorum: Evlerden birinin balkonunda uzun ak saçlı üç kadın, çoktan ölmüşçesine yaşlanmışlar. Ağızları kıpırdamadan şarkıyı söylüyorlar. Gözlerinin yerindeyse kemiksi kâğıt aklıklar. Hafızamda en ufak izleri olmadığı halde aramızda çok eskilerden, kuvvetli bir bağ olduğunu hissediyorum; benden gözlerini istiyorlar. Yanlarında duran sekiz on yaşlarındaki kız çocuğunu farkediyorum az sonra. Çocuğun gözleri var; bir onlara bakıyor, bir de “senin yokluğunda onlara ben göz kulak oldum” der gibi bana. Onları nasıl bu kadar unutup ihmal etmiş olabileceğime hayıflanıyor ve sokağın çıkışına yöneliyorum, bir taksi orada beni bekliyor. O kadınlara derhal bir deva bulup getirmem, çocuğu buradan çıkarmam lazım.
İstanbul’a alışmaya çalıştığım 2008 yılının kış bitiminde sabaha karşı gördüğüm bir rüya bu. Tüylerimi ürperten akapella uyandığımda var gücüyle gövdemde titreşmeye devam ediyor. Üstüme hemen bir şeyler alıp rüya ezgisinin peşinden henüz aydınlanmakta olan sokağa çıkıyor, sahile iniyor ve denizin kenarındaki taşlardan birine oturup geniş su halkalarının o ezgiyle beraber varlığımın kıyılarına vura çekile rüyayı açmasını bekliyorum. Allak bullak zihnim rüyadan bir pay koparmak peşinde değil, rüyalara böyle davranılmayacağını da biliyorum ya kör “astral dadı”larım (Pessoa) kalbimin gözünü neye açmamı istiyor olabilir? Dünyadan, insanlardan, kalabalıktan ölesiye çekindiğim zamanlar bunlar. Bazen günlerce dışarı çıkmadan çeviri yaptığım odadan belli ki göremediğim bir şeyler var, kesin var. Derken suda, ayağımın sadece biraz ötesinde bir hareketlenme, bir “balkıma” farkediyorum. Usul şıpırtılar eşliğinde suya batıp çıkan parlak gri sırtlarıyla yunuslar, kıyıya bu kadar yaklaştıklarına göre daha yavru olduklarını düşünüyorum, önümde tatlı tatlı gidip gelmeye başlıyorlar. İstanbul’da ne zaman yunus görsem Yaşar Kemal’in Deniz Küstü’sünü; polisi peşine takan Selim Balıkçı’nın denize açıldığında kendisine doğru “atlayarak, havada yaylar çizerek, sevinç içinde kıvılcımlanarak” “koşan” yunuslar tarafından karşılanışını, “bir sevinç çiçeği olup açışını” hatırlarım kim bilir daha kaç kişiyle beraber. Yunusları rüyadaki kör ölü kuşların ve “gözlerimiz” çağrısının hediye kabilinden olumlayıcı bir devamı, gözlerimi dünyaya açtığımda göreceğim şeylerin bir işareti olarak kabul ediyorum.
O günlerde, çocukluğumun büyük kısmını yanında geçirdiğim sevgili babannemin şekerden ötürü bir gözünün görüşünü tamamen, diğerininkini ise kısmen kaybettiği haberini almışım; kaç yıldır çalışma bahanesiyle evlere kapanıp ziyaretine gitmediğim için pişmanlık duyuyorum. Rüyanın unsurları ve duygulanım izleri beni babannem ve kuşlarla ilgili bir çocukluk anısına götürüyor. Eski mahallemizin bir ucu, Seyhan Irmağı’na nazır koca bir bahçeye açılırdı. Mahallenin çocukları, açık havalarda akşama kadar bu bahçede oynardık. Tepemizden göçmen kuşlar geçerdi. Onlar geçerken kollarımı havaya açıp, onlar gözden kaybolana kadar “kuşlaaar, beni de alın” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Kuşların bizi getirdiklerine göre götüredebileceklerine ikna olan arkadaşlarım da katılırdı bazen bu çağrıya. Babannem kardeşimle ikimizi eve çağırmaya geldiği bir gün bizi kuşların peşisıra böyle seslenirken görünce “öyle bağırmayın, bakın kuşlar sizi duyar, sonra da gerçekten alıp götürür, daha da getirmez” demişti. Tüm çocuklar suspus olmuştuk. Az önce sonunu düşünmeden kuşlara seslenen ben bu sözleri duyunca içimde o ana kadar bana yabancı olan bir korku arayıp bulmaya çalıştığımı anımsıyorum. Belki babannem de kendince kuşların bizi gerçekten götürüp onu bırakacağından korkmuştu ama bütün büyüyü bu korku sızıntısıyla bozduğu için ona içerlemiştim. Bir yetişkinin oyunbozanlığı böyle bir şeydi işte; geride belli belirsiz suskular bırakır da anlatamazdın. Çocukluğun ilerleyen yıllarında babanneme inat göçmen kuşlara içimden seslenmeyi sürdürdüm, duyacakları varsa yine duyarlardı. Kuş göçleri, daha sonralarıysa, özünde yalnız ve mazbut bir kadın olan babannemin bilhassa dini içerikli korku hikâyelerindeki ustalığını ve engin hayalgücünü bir anma vesilesi halini aldı benim için.
Rüyada kendimi bulduğum tenha sokak, doğduğumu unuttuğum yerdi. İnsan doğduğunu, doğabilen bir varlık olduğunu unutuyor, hatta sonraki yaşaması bu unutuşun temelleri üstüne kuruluyor gibi. Rüyadaki ağır ihmal ve terketmişlik/terkedilmişlik hissi, gündelik rüya düşüncelerinden daha derindeki bu unutuşa uzanıyor. Sanki insan doğumluluğunu unutunca, dünyanın rahminden bir ve son kez kopmuş da terkedilmiş bir sokakta tek başına kalakalmış gibi ıssız bir yanılgı. Hep bildik ve akraba olana, evlere odalara, tanıdık geçmiş ve planlı müreffeh geleceklere varmaya, hep varmaya çalışır korkulu adımlarla kitlesel kaçışmaların uygar yanılgısı. Ölü kuşlar gözleri oy(ul)muş yerde yatıyor, canlı olanlarsa hissiz bir mekaniklikle yumuldukları bu korkunç, mükerrer meşguliyetten kanatlarını kaldırıp uçamıyor, uçmuyor. Doğumluluk unutulunca refakatsiz kalan bir şimdideki otomatikleşmiş “tekrar zorlantısı” (Freud); aklın ve hesabın kör brandaları altında kesikli bir tekrarla, alışkanlıkla sürdürülen bakışsız bir ölülüğün dalgın yaşamı. Rüyadaki kirli su birikintileri, bu küçük Mnemosyne gölleri varoluşun akışının yarı unutulmuş, yarı hatırlanan bulanık bir geçmişte donup kaldığını bildiriyor. “Gözlerimiz, gözlerimiz, gözlerimiz, gözlerimiz,” şimdi bile kulağımda olan o mükerrer ezgiyle ilk yöneldiğim kâğıt kaplı gözler gibi donuk, bakışsız. Rüyada şimdiye ait tek canlılık unsuru olan kız çocuğunu ancak sonra farkediyorum: Ölü bir geçmişin yükünü sırtlanmış, gözü görmez atalarının yanına çakılıp kalmış. Ama çocuğun, üç ölünün kederli yüreğinden yükselen akapella eşliğinde hareket eden gözleri, ruhun akışkan pencereleri, o donuk hafızanın içinde halen yeniden kazanılması mümkün bir akışı cisimleştiriyor. Benimle şimdide bir tek o bakışıyor.
Anlattığım üç rüyanın merkezi boş; merkezî rüya unsurları belirsiz, bulanık rüya-içi hatıralara dayanıyor. Mezardaki kimliksiz ölü, odadaki yabancı kadın, akapellacıların kâğıt göz mineleri. Üç derinlik figürü, üç karanlık çukur: mezar, iç oda, gözler. Mekânsal, zamansal ve bedensel oyuklar. Hepsinden de çıkıp gitmek istiyor, uyanıyorum. Uyandığımda rüya izlenimlerinin ilmek attığı anılar beni sırasıyla bir unutuş ırmağına (Melisa teyze), bir hatırlama ağacına (sakız ağacı) ve açıkta bir oyun bahçesine götürüyor. Düşlerin özenle saklanıp paylaşıldığı üç hafıza mekânına. Dünyanın rahminde hep yeniden doğuşun, dünyayla bakışmanın, dünyanın bağrında kucaklanmanın hemen şimdi burada mümkün olduğu uzay-zaman portallarına. Bu kadar derinden unutulmuş, bu kadar hatırlanmaya değer başka ne var, bilmiyorum. Burada kaçacak, varacak, sığınacak hiçbir merkez yok, her şey bütün ortaya saçılmışlığı içinde görünmez ipliklerle birbirine bağlı. Bir çocuğun sonsuz düş dünyası.
Ana görsel: Helene Funke, Dreams, 1913