Suriyeli göçmenlere destek için gönüllü çalışan Zeynep Kurmuş Hürbaş'la göçmenlerin Türkiye'deki durumu, gönüllülüğün esasları ve herkesin yapabileceği doğru işler üzerine konuştuk.

MEYDAN

Suriyeli Göçmenler Çocuklarının Adını Neden ‘Türkiye’ Koyuyor?

Zeynep Kurmuş Hürbaş, Suriyeli göçmenlere ve bu alanda çalışan derneklere gönüllü destek olan bir İstanbullu. 2011 baharından beri devam eden, şiddeti son iki senedir dayanılmaz bir noktaya çıkan Suriye savaşından kaçarak Türkiye’ye sığınan üç milyon insanın kısa ve uzun vadeli ihtiyaçları için farklı kapasitelerde çalışan binlerce Türkiyeliden biri. Aylan Kürdi’nin cansız bedeninin Bodrum’da bulunmasından hemen sonra, Facebook’tan hızla yayılan bir gönüllü kuruluşlar listesi yapıp şöyle bir notla paylaşmıştı: “Hayatımızda bir şeyleri paylaşarak (ama sosyal medyadan paylaşmak sayılmıyor bakın), bir emeğe, amaca, bir şeye destek olmak gerekiyor. ‘Mış gibi’ yapmayı bırakmak gerekiyor.”

 

Zeynep, gerçekten de ayinesi iş olan insanlardan. Ben ise kendisine gönüllü çalışmaya nasıl başladığını, nereden başladığını ve nasıl devam ettiğini sormaya Aylan Kürdi’nin ölümünden yaklaşık bir sene sonra, “ambulanstaki çocuk” haberinin üzerine karar verdim. Göçmen krizinin acil durum ışığının böyle ölü veya yaralı çocuktan çocuğa parlayıp sönmesinden, Suriyelilerin Türkiye’deki eğitim ve sağlık hizmetlerine erişiminden, Türkiye’de gönüllülüğün durumundan, bir haftalık Yunanistan tecrübesinden ve en önemlisi, bu röportajı okuyanların atabileceği somut adımlardan konuştuk. (Sonda söyleceğimizi başta da söyleyelim: Zeynep’in hazırladığı gönüllü dernekler listesini PDF olarak kaydetmek için tıklayın.)

 

Gönüllü çalışmaya Aylan Kürdi haberiyle mi başladın? Daha önce gönüllülük tecrüben var mıydı?

 

Oradan başladım. Yani daha önce sivil toplumda gönüllülük yapmışımdır, fon bulmuşumdur, kitap yollamışımdır, ufak tefek işler… Genelde Toplum Gönüllüleri Vakfı’yla çalıştım bir süre gönüllü olarak. Orada çok şey öğrendim, gönüllü olmak ne demek, gönüllü yönetimi ne demek. Onların güzel 5 anahtar eğitimleri vardı. Gençlere olan yatırımları çok iyi, işte onlara rehberlik etmek, “mentoring” programlarını kurmalarına yardım etmek aslında ilk sivil toplum katkım.

 

Sivil toplumda bir iş yapmak ancak şöyle oluyor, 1) Aklı başında bi insan olman gerekiyor, mantıklı bir insan olman gerekiyor, 2) iş bitirici bi insan olman gerekiyor, 3) çok yorulmaman gerekiyor. Hakikaten, “manyak mısın, niye gidiyorsun babanın hayrına bunu yapıyorsun” diyen insanlarla çok karşılaşıyorsun. Ve Türkiye’de, böyle bir ortamda gönüllü bir şey yapmak çok zor. Hayırseverlikle karıştırılıyor bu. Halbuki bu dayanışmayla ilgili, ülkene yapacağın, veya dostlarına yapacağın veya sokak hayvanlarına yapacağın iyilikle olacak iş değil bu.

 

Organize olmayı gerektiriyor yani…

 

Tabi ki. Yani örgütlenmek demek bu, hakikaten tek başına olacak iş değil. Bu işe ilk bizim okuldan bir kaç arkadaş başladık. Matematik hocası bir tane, Çağan, bir avukat arkadaşımız Yasemin, ondan sonra Özlem vardı bize Kürtçe çevirmenlik yapan… Elimizde erzaklar, ‘Süleymaniye’de varmış bir grup’ falan diye gittik böyle ve canımıza okundu.

 

Nasıl canınıza okundu?

 

Biz de bilmiyoruz ki nasıl yapılacağını, ilk böyle bir mahvolduktan sonra tekrar gittik, hiçbir şey götürmedik yanımızda, baya hane hane, hangi hanede kaç aile yaşıyor, kaç çocuk var, neye ihtiyaçları var…

 

Gitmeden önce araştırmışsınızdır hali hazırda bunu yapan kim var diye?

 

Yani sivil toplum kuruluşları var; o zaman ufak ufak başlamıştı, Aylan aslında mülteci krizinin bir dönüm noktasıydı. 2011-2012’den beri devam eden bir kriz, ama yaz aylarında da mülteci ölümleri çok arttıkça göze batan bir şey olduktan sonra, “bununla ilgili bizim de bir şey yapmamız lazım” diyen bir sürü sivil toplum kuruluşu var. Mesela Hayata Destek, 2011’den beri sınır bölgelerinde inanılmaz güzel işler yapıyor, ama gidip de “Ben Hayata Destek’te gönüllü olmak istiyorum” diyemiyorsun.

 

Niye?

 

Çünkü öyle bir organizasyonları yok. Diyelim Hayata Destek’in Şanlıurfa’da bir tane toplum merkezi var. O toplum merkezi olarak, e-kart sistemini uyguluyorlar, aileler belirleniyor, ailelerin gelir seviyeleri belirleniyor, onlara uyduruyorum 100 liralık, 150 liralık karta para yükleniyor, o da gidiyor yerel esnaftan alışveriş yapabiliyor.

 

Yani, o zamana kadar hep şöyleydi; kamplardaki insanlara çalışılıyordu. Halbuki kamplarda 300 bin kişi var, kalan 2.7 milyon kişi her yere dağılmış durumda. 500 bini Istanbul’da yaşıyor. Hani, “ben gideyim gönüllü olayım” dedin de kardeşim, onlar profesyonel psikologlarla çalışıyorlar, sahacıları var, formcuları var; “sen bize ne yaparsın?”a geliyor. Haklılar da. Gönüllü yönetimi de kolay bir şey değil. Ben o gönüllü kuruluşlar listesini ilk yazdığımda bir sürü yer yazdım oraya. Ertesi gün bir sürü yer bana telefon etti, “bizi çıkarın o listeden, bir sürü insan geliyor bir şey yapmak istiyor, hiçbir fikrimiz yok bunlarla ne yapacağımızla ilgili” diye.

 

Kimin kapasitesi ne kadar, ne kadar vakti var, gibi şeyler, değil mi? Çünkü gönüllüye de bir yatırımda bulunuyorlar. Üç gün sonra bıkıp gittiği zaman aslında kurumun vaktini harcamış oluyor.

 

Aynen öyle. Ama hiç bir zaman herkes gitsin profesyonel insani yardımcı olsun demem, kim nasıl ucundan tutarsa o. İlk başladığımızda, biz bir yatak dağıtımına gittik. Bir arkadaşım bir hostel boşaltıyordu. Arabayla gidiyoruz, aa Facebook’da gördüm, hostel boşaltılıyor, içinde 50 yatak var, şu kadar para. Burak da (eşi) araba kullanıyor, “Burak ben 50 tane yatak alacağım” dedim; baktı, “al canım” dedi. Sonradan dedi ki “niye alıyorsun Zeynep?”; “Burak, bu Süleymaniye’dekiler yerde uyuyorlar, kulaklarını fareler yiyor, çok kötü” falan… Sonra Facebook’a bir post koydum -Eylül sonu Ekim başı, bir ay falan geçmiş bu Aylan olayından sonra- “böyle bir durum var, bir bu erzak işine gireceğiz, ama Süleymaniye’de böyle bir imkan var, yardım eder misiniz bana? Ben 50 tane yatak almak istiyorum.” 5 saatte 50 tane yataklık para topladık.

 

Ne kadara geldi 50 tane yatak?

 

Ya çocuk herşeyi bedavaya yakın verdi: 5 bin liraya yataklar, yorganlar… Ciddi iyi yataklar bir de…

 

Taşıma işini nasıl ayarladın?

 

Yatakları veren arkadaş, yine her zaman çok büyük destekçimiz olan bir başka arkadaşını aradı, o nakliyeyi ayarladı. Biz işte 5 kişi, Arda (16 yaşındaki büyük oğlu) da dahil olmak üzere, gittik 50 yatağı 17 aileye mi 18 aileye mi ne dağıttık.

 

zkh6

 

Mahallede kimler kimler yaşıyor?

 

Süleymaniye boşaltıldı sonradan. Aralık gibiydi, belediyeyle zabıta geldi bütün aileleri aldılar, Osmaniye’de bir kampa götürdüler.

 

Neden buradan oraya taşıdılar? Kayıtsızlar diye mi?

 

Sığınmacılar hakkında aslında bilinmeyen çok şey var: 1) Sen aslında herhangi bir sığınmacıyı, mülteciyi “dileniyor” diye şikayet ettiğinde toplayıp kampa götürebiliyorlar. Genelde zabıta veya polis yapabiliyor bunu. 2) Artık çok olmasa da, bu olaylar olduğunda, önce sığınmacılar sınırdan geçtiklerinde uyduruyorum işte Şanlıurfa’ya kaydoluyorlar, Hatay’a kaydoluyorlar; kayıt oldukları bir il var. Numarası 9 ile başlayan kimliklerini alıyorlar. Oradan, başka bir şehire geçebilmek için valilikten veya kaymakamlıktan izin alman gerekiyor, sonra o şehirde senin bir tanıdığının olduğunu ispat etmek gerekiyor, ve belirli bir zaman geçiyor bunu yapabilmek için. Yani ilk başlarda bunlar daha zor işlerdi, şimdi daha kolay yapılıyor. Ama ilk başlarda, hani Istanbul’a gidiyor İzmir’e gidiyorsa, devlet bakıyor, sen Istanbul’da kayıtlı değilsen çıkarıyor oradan. Devlet de bunu bir şekilde kontrol etme çabasında. Yani durmadan insanlar oradan oraya, oradan oraya, milyonlarca kişinin gidip gelmesine de bir şekilde engel olmak istiyor.

 

Bir de devlet bu insanların bilgilerine, TC vatandaşının birtakım sağlık, eğitim, plaka, vergi bilgilerine vakıf olduğu gibi vakıf değil. Adı, soyadı, kimliğinde ne varsa o herhalde?

 

Adı, soyadı, doğum tarihi, ki doğum tarihinin, abartmıyorum, çoğu 1.1.-hangi yılda doğduysa, öyledir. Yani, üniversite mezunu mu, sağlık konusunda herhangi bir durumu var mı, hiçbir bilgi yok. Şimdi Göç İdaresi bu işle ilgili baya güzel çalışmalar yapıyor, ama hani ciddi bir saha çalışması da yapmaları gerekiyor bunun için. Hiçbir devletin altından kalkamayacağı kadar büyük bir sorun bu.

 

Türkiye’ye giren her Suriyeli’nin bir kampa girme hakkı var mı?

 

Mümkün değil ki. Kamplarda yer yok.

 

Yani bu 3 milyon insanın 2 buçuğunu Türkiye, “iyi, gir, ne yaparsan yap” diye alıyor?

 

Tabi tabi, sınırlar açıldı. Zaten sınırlar açıldığında böyle yüz binlerce geldiler. Ama sınır dışı edilme durumları oluyor, dilenenleri kampa gönderiyorlar, Af Örgütü’nün bununla ilgili çok kapsamlı bir raporu var. Mesela benim arkadaşlarımdan, çevremden diyorlar ki, “niye burada duruyorlar ki, gitsinler kampa”, e yer yok. Ne yapsınlar yani, 300 bin kişi maksimum yer var.

 

Avrupa Birliği ile geri gönderme anlaşmasının şartlarından bir tanesi yeni kamplar yaratılmasıydı. Her zaman kamp yaratılmasına pozitif bakıyor herkes, ama şöyle; devlet gidiyor, mesela, nüfusun yoğunluklu olarak Alevi olduğu bir yere kamp koymaya çalışıyor. Avrupa Birliği de ona “niye böyle yapıyorsun” diyor. İşin siyaset, politika boyutu tarafını ben çoktan bıraktım; iki tane çözümü var bu sorunun: Herkes sınırlarını açsın, biz de açalım, Avrupa da açsın, isteyen istediği yere gitsin. Ondan da öncesi, yani esas tabi, Suriye’deki savaş bitsin. Karışmayalım. Yani büyük devletler de, Amerika da karışmasın, Rusya da karışmasın, biz de karışmayalım; yani yapmayın, bırakın.

 

Ama bu dediklerinin ikisi de mümkün değil.

 

Ya mümkün olamayacak şeyler değil, olabilir, olabilir. Niye olmasın ya? Yani başka çaresi yok… Bu insanların, %99.99’u, benim tanıdığım herkes, “savaş bitsin, yarın değil bu gece dönerim” diyor.

 

Sadece Suriyeli mi yoksa karşına Iraklı, Afganistanlılar da çıkıyor mu?

 

Iraklı hiç görmedim. Yunanistan’da tanıştım Iraklılarla, Türkiye’de çok az. Iraklılar hiç burada kalmaz, yani kamplarda var ama Istanbul’da çok az var. Afganlar vardı ilk başta, onlar Zeytinburnu’nda çok yaşarlar. Sonra Afganların bir kısmı kaçtı, kaçarken çoğu öldü; o zaman zaten ben o kişisel ilişkiyi kesmem gerektiğini anladım. Çünkü ismini cismini bildiğin, beraber fotoğraf çektiğin, vidyolar seyrettiğin küçücük çocuğun öldüğünü öğreniyorsun ve gazete manşetinden öğreniyorsun.

 

zkh10

 

Nasıl anlaşıyorsunuz?

 

Ya Kürtçe-Arapça bilen insanlar oluyor yanımızda, ya Google Translate kullanıyoruz. Onların bir sürüsü Türkçe biliyor hale gelmiş artık, en azından kendini anlatabilecek hale gelmiş.

 

Mesela bi tanesi anlatıyor, ‘babam şöyle oldu, kolu yaralı falan’ diye anlatıyor, ben sanıyorum ki işte kolu yaralı… Şöyle tanıştım onlarla: Almanya’dan bir tane sosyal hizmetler çalışanı vardı, bir aile birleştirmeye yardım ediyordu, kızla yazışıyoruz, aile yeni gelmiş, bunları getiren kaçakçı gibi adamlar var, sınırdan normal yasal bir şekilde geçiyorlar, sonra bunlara tanıştıkları birileri diyor ki, “şimdi ben sizi Istanbul’a götüreceğim, ev kiralayacağım, işte iş bulacağım”; bunlar da saf saf peşine takılıp geliyor. Her şeylerini çalmış, paralarını, bavullarını, cascavlak otogarda kalmışlar. Kız rica etti, şimdi o da başka bir ailenin birleştirmesini yaptığı için bastık gecenin bir vakti Burak’la birlikte gittik. Don yok yani, hiçbir şeyleri yok bir halde, bir tanıdık bulmuşlar…

 

Nasıl bir aile, kaç kişi?

 

Sonradan ailenin dinamiğinin değişik olduğunu öğrendik, bir anne, iki tane de genç oğlan. Biri 15 yaşında, diğeri 18 yaşında gibi, babayı anlatıyor “baba yaralı”, kolundan yaralanmış; meğerse IŞID kolunu kesmiş diye öğreniyoruz. Sonra öğreniyoruz ki o onların annesi değil aslında, anneleri ölmüş; bu, adamın ikinci evlendiği kadın, onun kızı Almanya’ya kaçabilmiş, falan. Ama bunu üç, dört, beşinci görüşmede anlıyorsun.

 

Şimdi babası geldi Türkiye’ye, kolsuz, kalp hastası, kalp ilacı istiyor. Diyorum ki, “git, orada Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi var, önce kaydol, yani kimliğini çıkarttırın”… Bunların hepsini anlatıyoruz… O kadar büyük bir bilgisizlik halinde ki insanlar, hiç bir şey bilmiyorlar ve bilmedikleri için de bir sürü şeyden faydalanamıyorlar, yani aslında temel sağlık hizmetleri almaya hakları var. Bunun üzerinde çalışan bir grup var, benim sevdiğim yabancılardan; bir tane portal yapıyorlar, Türkçe, Farsça, Arapça, Kürtçe, İngilizce, mesela “ben ev kiralamak istiyorum, nasıl yapılır?”, veya “polis beni aldı, veya tanıdığımı aldı yabancılar şubeye götürdü, ne yapmalıyım?” Daha günlük şeyler, artı, hakları -mevzuatla beraber, onların hepsini Arapçaya, Kürtçeye çeviren insanlar var. Tabi herkes bunu bedava ve gönüllü yaptığı için, çok zor ve yavaş ilerliyor herşey.

 

Eğitim hakkı nasıl?

 

İlkokul ve ortaokul, yani ilköğretimde, eğer kayıtlıysa, çocukların hepsini İlçe Milli Eğitim’e götürüp en yakın okula yazdırabiliyorsun.

 

Yani kaçak girmemiş olanlar için?

 

Evet. Zaten kaçak yok artık, eskiden onlar Avrupa’ya kaçarken oluyordu. Şimdi 20 Mart’tan beri kaçak yoktur. Umutlarını da kaybettiler zaten, kaçmayacaklar.

 

Kaçak girenler sonradan gidip “ben kaçak girmiştim ama kayıt olmak istiyorum” dediklerinde bir sıkıntı oluyor mu?

 

Bazen oluyor, bazen olmuyor, çünkü devlet de kayıt altına almak istiyor. Yani, “ben atlamıştım” diyorlar, “orada olamamıştım” diyorlar, “sıra vardı”, “daha yeni gelmiştim”, “pasaportumu kaybettim” falan bir sürü şey var, gerçekten öyle olanlar da var yani. Bilmiyor kaydolacağını mesela.

 

Sınır şehirlerinde böyle çalışanlar var, broşürlerle önce ne yapman gerekiyor, nereye kaydolman gerekiyor, nerden yardım alabilirsin, hakların ne… Bu var da, ne kadar insana ulaşabilirler ki? Sen ben gibi normal insanlar bunlar yani. Mülteciler hep tanıdık birilerini buluyorlar. Kulaktan kulağa hep.

 

Bir yerden sonra bu kötü hikayeleri duymuyor mu göçmenler, korkunç bir kaçakçılık olduğu, ortamın güvenilmez insanlarla dolu olduğu, tüm malını canını kaybedebildiğini, can yeleklerinin sahte olabileceğini vesaire.

 
Hepsini biliyorlar, bilmezler mi. Ama artık o kadar kötü durumdalar ki, birini tanıyorum, bütün bunları yaşamış, beş kere kaçakçı tarafından dolandırılmış. Üç kere botu batmış, üç kere Türkiye’ye geri gelmiş. Bir şekilde Sakız Adası’na yani Kios’a ulaşmış. Kios’dan anakaraya kadar gitmiş. Orada anakarada iyice bir kampa ulaşmış, Selanik yakınlarında. O kampta kalmış, ondan sonra şimdi onlar orada takılıp kaldı, bir belirsizlik içinde kaldılar, 60-70 bin Suriyeli, Yunanistan’da takılıp kaldılar kıpırdayamıyorlar, işleme de alınmıyorlar. Şimdi bu adam yine bir kaçakçı bulup Türkiye’ye geri kaçmaya çalışıyor.

 

Denizde ölüm haberlerinin hepsinin altında şunu görüyordum: “Kal kardeşim Türkiye’de, gelmişsin Türkiye’ye…”? Türkiye’de kalma düşüncesi neden bu kadar korkunç? Ölme ihtimalinden daha mı kötü Türkiye’de yaşamak?

 

Biz de öyle çok diyorduk, ama burada insan muamelesi görmüyorlar. Yani kendi kümeleri içerisinde Bağcılar, Esenyurt, Güvercintepe, Şahintepe, Yarımburgaz, Ümraniye, Sancaktepe, Sultanbeyli, böyle küçük küçük kümeler halinde yaşıyorlar. Ama sen düşün, Suriye’de bir harita mühendisiymişsin, en kötü ihtimalle bir esnafmışsın. Veya leblebici dükkanın varmış, veya ne ise, bir hayatını idame ettiriyor halin varmış. Burada, el alemin çöp torbasıyla getirdiği erzaklara muhtaç hale düşmek, o kadar onur kırıcı bir şey ki…

 

Yani Avrupa’da bir düzenin içine girebilecek?

 

Yunanistan’da da çok kötü durum. Niye hepsi Almanya’ya gitmeye çalışıyor?

 

Al Jazeera Türk’ün bir haberi vardı öyle, ‘Türkiye bir eğitimli Suriyeli’yi daha kaybetti’ diye. Adam doktor, iyi de bir doktor, çok uğraşmış burada denklik almak için. Fransa’ya gitmiş en sonunda.

 

Bir şey ifade etmiyor burada eğitimden geçmiş olmak. Hepsi böyle yeraltı kliniklerde, işte on lira vizite başı, dişçi, vesaire, ve adam kendi ülkesinde, mesela Halep’in işte en iyi estetik diş cerrahıymış, burada en kötü durumda olan insanlara insanlık için yardım ediyor bir yandan… Şimdi, 20 Mart’tan sonra, Avrupa’ya, Yunanistan’a kaçarsan, geri gönderileceğin söylenmeye başladıktan sonra zaten ümitlerini kaybettiler, daha bir hayata entegre olmaya başladılar. Yani benim yaptığım işin seyri de değişti. Daha önce hep geçiciydi; yani, işte eşyalarını kaybetmiş, kıyafetlerini götürüyorsun. İşte üç aylığına burada, erzak götürüyorsun. Şimdi artık iş buldular, çocukları da çalışıyor – hepsi bir şekilde çalışıyor, yasal olmayan şeylerde de çalışıyorlar, sigortasız da çalışıyorlar…

 

zkh9

 

Ne gibi işler buluyorlar?

 

Çoğu tekstil atölyeleri, ayakkabı atölyesi, fabrikalar; hiçbir güvencesi olmadan gidiyor, bir ay çalışıp, “vermiyoruz paranı” da diyebiliyorlar… Ama artık biliyorlar da hani hangi atölyede daha iyi şartlar… Mesela bir gün git Başakşehir’in arkası, o Olimpiyat Stadı’nın oralar, Güvercintepe, Şahintepe; erzak dağıtımında kafanı bir eğiyorsun, apartmanların altlarında böyle tekstil atölyeleri, küçücük küçücük çocuklar, 10 yaşından başlıyor.

 

Yine bir haber vardı, göçmenlerin yevmiyede Kürtlerin atıyorum mevsimlik işçilikte altına düştüğü konusunda. Kürt işçiler zaten 10 kuruşa çalışırken Suriyeliler 3 kuruşa çalıştığı için… Orada bir çatışma olacak herhalde.

 

Çatışma var. Şu anda yaşadığımız şeylerden en tehlikelisi, zaten bu mahallelerde işte Romanlar var Kürtler var, yani hep ötekilerin olduğu mahallelere gidiyorlar zaten, başka bir yerde kabullenilebilmeleri mümkün değil. Ama, acayip bir etnik çatışmaya yol açabilecek şeyler yaşıyor bu insanlar. O noktada da zaten hani benim en çok çalıştığım, en çok sevdiğim mahalle dernekleri; yani tek çözümü Türkiye’de bu.

 

O etnik çatışmanın da temeli ekonomik mi dersin?

 

Başka şeyler de vardır eminim – yani bahsettiğimiz kümeler çok da eğitimli değil örneğin, ama kucaklayıcı mahalleler var. Mesela Okmeydanı öyle bir mahalle; biliyorlar ki orada rahat ederler, orada kimse onlara bulaşmaz, en azından sahip çıkılırlar. Veyahut da o mahalle derneklerinin aktif olduğu yerler, “yahu kardeşim bu senin komşun – komşuna sahip çıkman lazım”’ı o mahalle dernekleri çok güzel yapıyor, işte futbol turnuvaları düzenliyorlar, çocuklar için atölyeler yapıyorlar.

 

Tamamen gönüllü…

 

Tabii tabii. Yazdığım zaten onlar var. Yani ben işte bir yıldır bu işi yapıyorum, ki yama gibi yani, o kadar amatörce yapıyoruz ki bu işleri, ama gerçekten de işe yaradığını gördüğümüz tek örnek mahalle dernekleri, tek!

 

Çünkü o insanlar hep orada.

 

Hep oradalarmış, ve zaten mahalle dinamiklerini biliyorlar. Kimin neye ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyorlar.

 

zkh8

 

Sen ilk başladığında böyle kalkıp gittin mi? “Önce Suriye’nin tarihini öğrenmem lazım” falan gibi şeylere girişmedin?

 

Aynen öyle, kalkıp gittim, nedir hiç bilmeden. Çok çabuk okuyorum, mesela bir post hazırlamıştım ya Facebook’da, binlerce kişi paylaşmıştı, onu iki saatte yazdım. Ama onu yazarken, oraya koyduğum bütün Türk ve yabancı STKların senelik raporlarını inceledim, ne kadar şeffaflar, yüzde kaçının fonları gerçekten mültecilere gidiyor, hızlı bir şekilde analiz edip, çok da derine inmeden iyi anlayabiliyorum bazı şeyleri.

 

Bana Suriye iç savaşının paydaşlarını sor, söylerim, nası başladı, söylerim. Ama onun dışında çok da bir şey söyleyemem sana. Çok da umrumda mı? Değil. Yani, umrumda olan şey şu mesela; Türkiye’de bir araştırma yapılsa, “bu insanlar çocuklarının adını neden Turkiye koyuyorlar?” diye. O kadar çok adı Türkiye olan çocuk var ki. Çünkü sanıyorlar ki, Türkiye’de doğurunca Türk vatandaşı olacak, hadi onun olmayacağını anlayınca “belki adını Türkiye koyarsam bir şansım olur” sanıyorlar; yemin ediyorum o kadar çok, yüzlerce Türkiye diye çocukla karşılaştım ki sadece ben – çok acı bir şey. Umrumda olan şeyler bunlar mesela. Bunları niye kimse anlatmıyor kardeşim?

 

Bir toplantıda çıktım dedim ki “ya hakkaten benim gibi insanlara mı kaldı bu soruları çıkarmak, bunları sormak, ev ev gezip hane sayısına göre çocuk sayısı çıkarmak?” Benim gibi normal vatandaşlara mı kaldı, niye kimse bir şey yapmıyor bununla ilgili.

 

Ne kadar vaktini harcıyorsun buna, haftada mesela?

 

Yani günde en az iki-üç saatimi harcıyorum. Ama, eskiden her hafta sonuydu, şimdi iki haftada bir – bir buçuk iyi aydır falan doğru düzgün gitmiyorum da, hani, erzağı ayarlıyorum, başkaları götürüyor.

 

Psikolojin değişti mi bu işe alıştıkça? Yani gece yattığın zaman tanıştığın birinin derdini düşünüyor muydun başlarda?

 

Ya ilk başta eve gelip “ben ne yapıyorum” diyordum. Ben hiç düşünmem öyle şeyleri – çok arada sırada içime oturan, bir iki böyle hala da beni çok etkileyen bir iki çocuk, genç, kadın, erkek olmuştur, ama genelde içime atarım. Bir yerde, özellikle bu Ekim-Kasım gibi insanların öldüğünü görmeye başladıkça isimlerini bile sormamaya başladım. Sormuyorum. Onu da nasıl yapıyorsun, eskiden ev ev, mahalle mahalle geziyordun, şimdi mahalle dernekleri zaten yapıyor bu işi, sen onlardan bilgi alıyorsun. Bana diyor ki bir hafta mesela bütün ailelerin engelli çocukları var, bunlara ver; bir hafta diyor ki bütün bu kadınların evinde erkek yok, bunlara ver; çünkü biliyorlar – benden senden çok daha iyi biliyorlar.

 

Bunlarla ilgili hikayeler yazdım, yazılar yazdım; belki o şekilde kendimi terapiye sokabiliyorum, ama, öyle bir yere geliyor ki, uzak durman gerekiyor. Çünkü bir hayatım var, kocam var, çocuklarım var, işim var, arkadaşlarım var – durmadan bir suçluluk içerisinde yaşamak çok zor bir şey.

 

Peki gönüllülüğün getirdiği bir tatmin yok mu?

 

Yok, öyle bir tatmin falan yok. Onu bilmiyorum, bazı insanlar yaşıyordur da, bende öyle bir şey yok. Zaten hani ben kendimi iyi hissedeyim falan diye yapılcak bir iş de değil.

 

Nedir o zaman motivasyonu? Neden yapıyorsun bu işi? Çok iyi bir insansın, ondan mı?

 

Bu iş iyi kalplilikle gitmiyor, o şekilde düzgün bir şekilde yapılması, sürdürülebilir olması mümkün değil bence. Yapıyorum çünkü başka kimse yapmıyor. Birinin yapması lazım.

 

Neden sürdürülebilir değil dedin?

 

Çok yıpranıyorsun o zaman, hissiyatı çok yoğun bir şey. Hayatını bu işlere adamış insanlar var ama ben öyle birisi değilim, öyle birisi olmak da normal bir insanın harcı değil zaten. Çok etkileyici, çok travmatik, fiziksel olarak da, ruhsal olarak da çok yorucu bir şey. O yüzden ben “çok iyi bir insanım da bunu yapıyorum”’u da kabul edemiyorum. Çünkü ben herkesin yapabileceği şeyleri yapıyorum aslında.

 

Niye herkes yapmıyor o zaman?

 

Çünkü üşeniyorlar, yani onu çok iyi anlıyorum. Her hafta sonu bunu yapmak akıl karı bir iş degil, ben de yapamıyorum artık zaten. Sadece bir sorumluluk hissediyorsun, bu sığınmacı krizinin yakın bir zamanda geçmeyeceğini de çok iyi bildiğimiz için… Ve aslında dinamikler de çok değişiyor; yani dediğim gibi bunu ilk Aylan bebeğin fotoğrafını paylaşanlara kızıp da yaptım.

 

Söylediğinin aksine başka kimsenin yapmaması insanlara gerekçe olmuyor mu bir şey yapmamak için?

 

Olmaması lazım işte. O yüzden zaten durmadan ters yöne giren insanlarla hep ben kavga ediyorum, kaldırıma park edenlerle de ben kavga ediyorum. Çünkü insanlar da iyi bir şeyler yapmak istiyorlar da nereden başlayacaklarını bilmiyorlar; benim kadar da gözü kara değiller belki de. “Ya ben oraya nasıl gideyim?” falan diyordum; yahu 110 kilometre benim evime – kalkıyorsun, gidiyorsun.

 

İyi hissettirmesinden öte, kendi rahat alanının dışına çıkmak insana çok şey katıyor, değiştiriyor herhalde.

 

Ben her eve girerken dizlerim titriyor, hiçbir zaman bir eve yalnız girmiyorum. Dağıtımlarda mutlaka en az 3-4 kişi olmaya çalışıyoruz, çünkü çaresizlik çok kötü bir şey, insanın gözünü karartabiliyor. Ve durmadan özür diliyorum insanlardan, çünkü hiçbir şey yetmiyor. Yok yani diyorum, bu kadar bulabildim, bu kadar yapabildim. Ama bunu sistematik bir şekilde yapabilmek için önümüzde bir yol çizdik, Bütün Çocuklar Bizim’le çalışacağız, süreli destek diye bir proje yaptık. 90 aileye 9 ay boyunca düzenli erzak gidecek şimdi. Bütün Çocuklar ailelerin çocuklarıyla ilgili okullaştırma, okula devam etme üzerinde çalışıyor. Geçen sene Okmeydanı’ndaki Mülteci Dayanışma Ağı aracılığıyla -çok tatlılar, acayip güzel gönüllü çalışan insanlar- 53 mü 56 çocuk mu ne okula yazıldı, hatta haber de yapıldı, televizyonlarda çıktı. Çocuklar gitti üç gün sonra bir sürüsü okulu bıraktı, niye, çünkü oturuyor sabahtan akşama kadar, Türkçe bilmiyor ki çocuk, onlara uygun müfredat yok ki.

 

Bir tek yazdığım bir yazı etkiledi insanları. Aylan’ın ölümünden sonra. Çocuğu olan olmayan fark etmiyor çünkü, çocuk çok masum bir şey. Bir de ondan bir hafta önce millet yoga yaparken botu batan Suriyeliler’in yüzerek karaya çıkması haberi vardı. O hafta ben bir şey yapayım dedim. Nereden yapayım ama, nereden başlayacağını bilmiyorsun ki.

 

E nasıl bildin sonunda?

 

Ben de kendim araştırdım buldum onları. İlk liste yaptım, daha kendim bir yere gitmeden. Ama şöyle, bağış yapılabilecekleri, gidip gönüllü olabilecekleri, uzaktan takip edip bilinçlendirme yapabilecekleri gibi üç kategori yaptım. Ondan sonra millet bana mesaj atıp onu da ekle şunu da ekle dedi. Var yani aslında insanlar, ama %90, ‘benim eski kıyafetlerim var sen onları ulaştır’ diyor. Artık almıyorum kıyafet. Ayıp yani, hem kendin götür o ayrı, hem de çok zor bir iş kıyafet, onları temizlemek, ayıklamak, ütülemek, içindeki kirlileri ayıklamak. Sağolsunlar çok harika şeyler verenler de oldu, ve çocuk kıyafetlerini hep kabul ediyorum, ama şurada sana tangalar jartiyerler gösteririm yani.

 

Van depreminde giden yardımlardan bikini ve gece kıyafeti çıkması hikayesi.

 

Bikini de var. Dolabını temizliyor işte. Ama biliyorum ki birisi bana, ‘Zeynep şurada bir aile var, çok kötü durumdalar, Ümraniye’deler, üzerlerine giyecek bir şeyleri yok’ dediğinde işte bende var deyip götürebiliyorum.

 

Senin harekete geçirdiğin insanlar var mı bildiğin? Seninle beraber mi çalışıyorlar yoksa ayrı mı?

 

Var. Mesela erzak işini yapmak istemeyen bir grup arkadaşım var, onlar başka bir tarafa gittiler; Göçmen Mutfak’ta çalışmaya başladılar – onlar oradan çok memnunlar.

 

Göçmen Mutfak nedir?

 

Tarlabaşı Göçmen Mutfak. Suriyelilerden önce Nijeryalıların, Kenyalıların da geldiği komünal mutfak gibi bir yerdi, ama bi yandan hak temelli çalışmalar yapıyorlar, bildirgeler, yürüyüşler, onların çok güzel organize ettiği şeyler oluyor; benim bu işe ilk beraber başladığım arkadaşlarımdan iki tanesi orada okul sonrası etüt yapıyor. Yani Türkçe öğretiyor, ders takviyesi yapıyor. Bunlar çok önemli şeyler, benim yapamayacağım şeyler mesela. Öğretme deneyimim var ama gidip gidip aynı çocuklara bağlanamam diye düşünüyorum ben; veya bazıları da şey diyor, “Zeynep ben çok üzülürüm bu insanları görürsem. Al sana bu-” işte ne bileyim, “para” diyor, “kömür al” diyor, “al erzak götür” diyor, onları da anlıyorum, bir şey demiyorum.

 

Neden o kadar paylaşıldı yazdığın o liste? Böyle bir şeye ihtiyaç mı vardı?

 

Türkiye’de böyle bir şey çok var, yani, insanlar hakikaten bir şey yapmak istiyorlar ama bir yol arıyorlar. Gönüllülük kavramı yok bizde. Yani ben yazdığım postlarda “gidin, gönüllü olun!” diyorum. Bağış yapmak çok kolay, klavyenin başında fotoğrafını paylaşmak, “çok üzüldüm, yıkıldım” demek çok kolay; “çocuğuma baktım hüngür hüngür ağladım”, çok üzüldüm üzülmene, ama bir şey yap bununla ilgili, bir şey yapsana.

 

Bu bir şey yapsana’nın arkasındaki harekete geçirici şeyi arıyorum.

 

Yok öyle bir şey; ben hiçbir zaman bulamadım. Çok arıyorum; eşim bana diyor ki “sen bu büyük resimde neredesin?” diyor, “sen neyi değiştiriyorsun” diyor.

 

Eğer motivasyon “vicdanı rahatlama” değilse, ne kadar iyi bir insan olduğunu -kendine veya başkalarına- kanıtlamak değilse, nedir?

 

Değil, motivasyon doğru olanın o olması. Benim ailemde bazı şeyler hakikaten siyah ve beyazdı, ortada o gri nokta yoktu. Ve “doğru olan bir şeyi kimsenin yapmıyor olması senin de yapmaman için bir sebep değildir” bize hep öğretildi. Yani bu isyan etmek de olur, hakkını aramak da olur, hiçbir şey söylememek de olur: yani herkes bağırırken susmak da böyle bir şeydir. Çok yorucu bir şey ama yapmasan olmuyor, “görmezden gelmemek lazım”’ı içselleştirince zaten yapıyorsun. Görmezden gelmeyin ya, kafanızı çevirmeyin. Bu insanlara dilenci muamelesi yapmayın. Yok “plajlarımızı şey yaptılar”, yok bilmem ne yaptılar, “üniversiteler bedava”; iki tane aptal yanlış haber okuyup bütün üç milyon insanı almışlar bir kefeye koymuşlar, senin benim oturup kahve çay içtiğimiz insanlar. Ya diyorum “mümkün değil; arkadaşlar, üç milyon insan aynı olabilir mi?”

 

Bunlar aslında bir şey yapmamak için insanların kendi kendilerine yaptıkları açıklamalar gibi.

 

Tabii ki. “Bunlar dilenci, savaştan kaçmışlar”, “gitsinler ülkelerine savaşsınlar”; ya git Allah aşkına. Benim çocuğumun dizi kanasa içim ağlıyor, manyak mısın sen? Sen çocuğunu böyle bir yerde bırakır mısın?

 

Gönüllülük kültürünün nereden doğduğunu soruyorum herhalde, ne itiyor insanları?

 

İşte o işe yaramak, hani hakikaten hayata değer katmak, bir faydası olmak, anlamlı bir şey yapmak.

 

Gönüllülüğün temellerini bir sürü insanda farklı yansımaları var: burada hakikaten çok acayip insanlarla da tanıştım – sırf ego tatmini için bunu yapan, durmadan fotoğraflar, paylaşımlar, bir bilmem neler falan; yani çok rahatsız edici insanlarla da tanıştım. Ya onlar da yapmaya devam etsin; o erzağı götürüyor ya, ama ben onlarla çalışamayacağım, hakikaten çok rahatsız edici bir şey.

 

Türkiye’deki direnç noktalarından bir tanesi de, genelde, dini-İslami gruplar böyle yardımlar yaparlar, işte Kuran kursundan herkes çıkar, Ramazan’da koli götürür, çocuklar da dahil olmak üzere; ve “bizim” grup, küme, neyse artık, ‘ııh’ diye bakar, çünkü dini bir şeydir o.

 

Dini gördüğün gruplara yardımda bulunma, git başka yere para ver. Hayata Destek’e bağış yap, derneklere, Bütün Çocuklar Bizim’e gönder. Ben Bütün Çocuklar Bizim’le çalışıyorum; onlara mülteci komisyonu olduk. Ben diyorum ki 99 tane çocuğu okula yazdıracağız, yeni başlayacaklar. 1’e başlamayacaklar bazıları, 5’e 7’ye başlayacaklar. 99, hedef; Düşünsene yani 52 bin Istanbul’daki kayıtlı çocuğun 99’unu okula yazdırmak Eylül’de. Ama ben bunlara böyle hoşluk olsun diye bir kırtasiye paketi yapmak istiyorum – Bütün Çocuklar Bizim bana 99 tane çanta, matara, defter, kırmızı kalem, uçlu kalem, kalemtraş, renkli boya, kuru boya; paketleyip verdiler.

 

Bu yazdığın listedeki yerlere insanlar açıp sorabilirler mi “ben gönüllü olarak gelmek istiyorum, ne yapacağım diye.”

 

Tabi tabi. Zaten listede göreceksin, Bütün Çocuklar Bizim vardır, mahalle dernekleri vardır, iki üç tane yabancı grup vardır, çok güzel çalıştıklarına inandığım. Ben bire bir çalıştığım insanları yazabilirim oraya artık – eskiden, ilk başladığımda, internetten araştırdığım kadarıyla yazıyordum. Ama benim için en önemlisi mahalle dernekleri. Mahalle derneklerine gönüllü insanların gitmesi, Türkçe öğretmeleri… Hakikaten gönüllü ihtiyacı var.

 

Şunu öğrendim mesela, bu Kanada’ya 25 bin mülteci aldılar ya, onların çoğunun parasını devlet vermemiş aslında, Kanada’da Mennonite Kilisesi denen komüniteler varmış, bir kısmı biraz Amişler gibi, kendi aralarında hepsi aileden aileye sponsor olmuşlar. “Koskoca devlet dururken bana mı kaldı” diyorsun ama Kanada gibi bir ülkede de böyle bir şey olabiliyor demek.

 

İdeali o aslında, ideali devlet hepsine barınmak için bir alan gösterse, belirli bir kira yardımı yapsa, veyahut da çocuklarına eğitimi kolaylaştırsa, sağlığa erişimi kolaylaştırsa… Var, yok mu? Var. Ama insanlar diyor ki “bedavaya hastaneden ilaç alıyorlar” – yok öyle bir şey ya. Ya sen git al bir Suriyeliyi bir doktora gitmeye çalış. Ben telefondan göstereyim sana elindeki siğilleri, kollarına kadar gelmiş – bu çocuğu üç ay tedavi ettiremedim de, en sonunda bir tanıdık doktora götürdüm.

 

Nasıl ettiremedin, yani ne oldu?

 

Ettiremiyorsun. Aile hekimine götürüyorsun, Aile Sağlık Merkezi’ne götürüyorsun, özel kliniğe götürüyorsun. Aile Hekimi diyor ki, “hastaneye gitmesi lazım”, tamam diyorsun. Hastaneye gidiyorsun, resepsiyondan bir adım öteye gidebilmen için Türkçe bilmen gerekiyor. Hiç kimse konuşmuyor başka bir dil, Ingilizce dahil olmak üzere. Hadi orayı geçtin bir şekilde; ölüyorsun, kolun kopmuş kanıyor acile girdin.

 

Kayıt numarasıyla giriyorsun hastaneye?

 

Evet, kimliğinle giriyorsun; ve temel sağlık hizmetleri, acil de dahil olmak üzere, aslında herkese hakikaten bedava; ama orada, senin derdini anlayabilecek doktoru bıraktım, bir hemşire, bir hasta bakıcı bulmak müm-kün de-ğil, yok.

 

Mesela Acıbadem veya Amerikan Hastanesi gibi özel hastanelerde on dilde hizmet veren tercüme büroları var artık, yurtdışından imkanlı hastalar geldiği için. Fakat Türkiye’nin içinde bu yeni bir sorun değil ki. Seneler evvel Çapa’da çalışan Kürt bir hasta bakıcı ile konuşurken, “hastaneye Türkçe bilmeyen Kürtler geliyorlar ve hizmet alamıyorlar çünkü dertlerini anlatamıyorlar” diyordu, zaten Türkiye’de bilinen bir sorun devlet hizmetlerine erişim. Kürt şehirlerini saymıyorum, devletin aklına gelmiyor mu hastanelerde Arapça bilen insanları istihdam etmek?

 

Bunun çözümü nedir? Sen Suriyeli hasta bakıcıların kaydını tutacaksın… Kimsenin ne iş yaptığını bilmiyorlar ki. O kadar çok Suriyeli öğretmen, o kadar çok Suriyeli hasta bakıcı, ebe, her şey var…

 

Bu vizyon gelmeyecek mi? “Suriyelilere bakmak için Suriyelileri istihdam etmemiz lazım.”

 

Üç milyon kişi için baya bir sayım yapılması gerekiyor yani; ciddi bir saha araştırması yapılması gerekiyor.

 

Bu da bu 3 milyonun burada kalacağını kabullenmek demek.

 

Ama artık kaldılar zaten.

 

Devlet nezdinde bu kabul edilmiş bir şey mi artık?

 

Şimdi sığınmacı oldukları için Suriyeliler geçici koruma altındalar; o yüzden, mülteci hakkı verilse, çok daha kolay olacak bunların hepsi. Mülteci hakkı verilmesi apayrı bir durum – mülteci değil onlar.

 

Zaten sığınmacı terminolojisi de “misafirler, geçici bir süre buradalar” için kullanılıyor.

 

Aynen öyle, o algının devamı için de kullanılıyor. O geçicilikten kaynaklanan, işlemeyen bir sürü şey var. Bilmiyorlar mı? Ya, Sağlık Bakanlığı Suriyelilerle ilgili hakikaten çok çalıştı; çalışmadı diyemezsin – ama uygulamaya gelince olmuyor. Yani senin toplumundan böyle bir tepkiyle karşılaşınca olmuyor, olmuyor.

 

O yüzden mi olmuyor?

 

Bence o yüzden olmuyor. Yani bizim de eğitilmemiz gerekiyor bu konuda.

 

Hastanede hizmet alma sürecini biraz daha anlatabilir misin?

 

Gittin hastaneye, olmadı; bekledin, sıra gelmedi. Adam seni anlamadı. Biz yanındayken, Türkçe bilen insanlar yanında yani… Doktor ‘yok’ diyor, ‘bu böyle olmaz, bilmem nereden tahlil yaptırması gerekli’ diyor, ‘ya biz dün geldik buraya kadar, bir şey yapamadık’ falan… “Eeh” diyorsun, götürüyorsun arıyorsun özel hastanedeki arkadaşını, “getir Zeynep” diyor, “getir Ayşe”, “getir Fatma.”
 

Yani özel hastanedeki doktor da gönüllülük yapıyor?

 

Tabii ki. Bir özel hastane var Balat’a yakın, onlar bize dediler ki, “biz yaparız bunu, siz getirin böyle vakaları.” Ama, bu yama yani. Kuriye diye bir kadın var, şimdi fotoğraflarını attı gruptan bir arkadaş; bütün dişleri dökülmüş 40 yaşında. Hepsinin kanalı lazım, bilmem nesi lazım; 1900 lira paraya geliyor masa altı kliniğinde; şimdi gönüllü diş hekimi arıyoruz. Çünkü bir kerelik de bir şey değil. Şimdi siğili birinci kere gidiyorsun yaktırıyorsun, ikinci kerede gidip yaktırıyorsun, üçüncü kere bitiyor. Veya işte kolu kesiliyor, dikiş attırıyorsun, bitiyor; doğuruyor, bitiyor. Ama diş öyle de bir şey değil ki.

 

Doğum mesela nasıl işliyor?

 

Doğumlar daha iyi işliyor, özellikle bir kaç tane hastane var, Suriyeliler da biliyorlar bunları. Süleymaniye’nin arkasında bir tane var, iyi olan; yani kadın doğum hastanelerini biliyorlar. Orada da çok Arapça bilen oluyor çünkü o mahallelerde var aslında. Yani Arap kökenli insanlar da var. Doğum göreceli olarak daha rahat.

 

Böyle bir araştırma yapılmasını geçenlerde Mültecim-Hemşerim toplantısında konuşuyorduk; göçmenlerde bebek ölümleri sayısının araştırılması, anne ölümlerinin sayısının araştırılması, mutlaka çalışma yapılması gerekiyor. Bir arkadaşımız yine böyle bir hastanede böyle bir dernekle çalışmaya başladı, yani görevi hastaneyle bütün o ilişkileri yürütmek. Yani hiç bir hamilelik takibi, hiç bir şey olmuyor ki, yok. Yunanistan’da benim elime bir tane kız doğurdu, 17 yaşında. Ne kadarlık hamilesin diyorum, “herhalde 9 ay falan” diyor, onu bile bilmiyor; ne aşı olmuş, ne bir şey olmuş, ne hiç bir vitamin almış, zaten botla kaçmış gelmiş… Korkunç yani.

 

İnsanların genel ruh hali sabretmek üzerine mi? Kendi ülkesinde bir meslek sahibi olan, burada atıyorum inşaatta çalışan…

 

Bence o sabretmekten öte bir şey artık, kabullenmek, razı olmak, çaresiz kalmak, ümitsiz kalmak… Bak göstereyim sana Whatsapp konuşmalarını, herkese “sabret…”, “sabret…” yazıyorum, ama “bitti” diyorlar, “sabır mabır bit-ti”. Sen on aydır, onbir aydır hiç bir şey yapmadan oturan ergen bir çocuğu düşünsene, hiç bir şey yapmıyor çocuklar. Bu çocuklar bizim çocuklarımızla evlenecek, bizim komşumuz olacak. Bunun dönüşü, ben on sene içinde falan görmüyorum. Yok böyle bir şey.

 

Türkiye’de mültecilerin medyada işlenme şekliyle ilgili ne düşünüyorsun?

 

Demin bahsettiğin o Al Jazeera haberi gibi, bir böyle parlıyor, sönüyor, parlıyor, sönüyor; işte bir çocuk boğuluyor, sonra sönüyor; işte ne bileyim, bir adam bir çocuğu dövüyor herkesin gözü önünde – parlıyor, sönüyor. Çünkü, tepkiler şöyle. Ben nelerle suçlandım, AK Parti sempatizanı olmakla, yandaş olmak, herkes tarafından, kendi yakın çevrenden tut, Facebook’ta hiç tanımadığın insanlara kadar, çok da umurumda değil artık, orayı bıraktım. Çok yakın arkadaşlarımızla ilişkilerimizi kestik bu yüzden.

 

Neden tepki, mültecilere yardım ediyorsunuz diye mi?

 

Niye mültecilere yardım ediyorsun, Türklere yardım et diyor.

 

Ne cevap veriyorsun buna, sen de git Türklere yardım et mi diyorsun?

 

Aynen öyle. Türklerin belirli şeylere ulaşımı var mesela; hani, sağlık sistemi ne kadar kötü olursa olsun, haklarının farkında olmaları ve bundan faydalanmaları çok daha kolay.

 

Türkiye’de dediğin gibi, bir göçmen öldü ya da dayak yedi gibi olayların haberleri var ama insan hikayesi dediğimiz haberler pek yok, genel olarak yok yani. Göçmenlerin gündelik yaşayışı da bir olay; gidip mesela bir aile ile bir ay oturup onun bir işini takip etmek, öyle habercilik pek yok.

 

Mesela birisi bana gelse dese ki; ben bir hikaye anlatacağım, canıma minnet yani, neler neler çıkarırım.

 

Yani bir saatlik bir şey değil. Senin anlattığın hastane hikayesi bir haber mesela, bir göçmenle hastanede hizmet almaya çalışmak.

 

Bir çocuğu okula yazdırmaya çalış, ondan sonra da bir ay takip et; ondan sonra da o çocuk okulu niye bırakıyor diye mesela araştır.

 

Türkiye’de bu haberi önersen bile yapılma ihtimali düşük tabi, bir dizi sebepten.

 

Ya yabancılardan bazıları yapıyor, yapmak istiyor ama onlar da bu kadar uzun kalamıyorlar. Bunun haber değeri niye var? Çünkü bu işte bir tane çocuk çıktı ambulansın üstünde, ve böyle yüzünü sildi, böyle utandı elini sildi ve insanların içi böyle cız etti. Bir ay sonra bitecek o; ama burada o içi cız edenlerin belki yüz tanesinden iki tanesi bu işi yapmaya devam ederse, bu erzak olmak zorunda da değil; yani çevresindekilere gerçekten bu insanların nasıl yaşadıklarını, ne yaşadıklarını anlatabilecek seviyeye gelecek kadar bilgilenmesi bile çok iyi bir şey bence.

 

Türkiye’de çok fakir insan var, çok kötü durumda insan var. Ama, bu bambaşka bir şey. Bu bir dünya sorunu, içinden çıkılamayacak bir şey bu. Hiçbir çözümü yok, yok! Yani, savaş bitsin, sınırlar açılsın – yani onlar standart. Onlar da yakın bir sürede olmayacağı için, mutlaka bir şey yapmamız gerekiyor. Çünkü on sene sonra bu iki buçuk üç milyon kişi, “bizim çocuklarımızla evlenecek bunlar” diyorum ya hani – “bunlar”ı olumsuz anlamda demiyorum asla. Ama biz, Türkiye ve Türkler, Türkiyeliler bu şekilde davranmaya devam edersek bu insanlara, çok büyük sorunlar çıkacak başımıza; yani bunu öngörmek de var.

 

Türkiye bir cahilliğin de bedelini ödüyor, en büyük kara sınırının olduğu komşunla ilgili pek bir şey bilmiyorsun. Ya da çok acı şekilde bilmeye mecbur kalana kadar bilmiyorduk…

 

Bizim eğitim müfredatımızın neresinden çeksen ayrı bir yerden kopuyor ama, sosyal bilimlere, tarihe, sosyolojiye, antropolojiye, sosyal bilimlere daha çok yatırım yapılsa, belki sıfırdan başlama imkanımız olur. Yani çevremizdeki bazı insanlar neler söylüyorlar…

 

Neler söylüyorlar?

 

Hani işte “ne gerek var, gitsinler, Suriye’ye dönsünler; zaten kötü kokuyorlar, dileniyorlar, pisler,” falan filan. Yani, şimdi bir çocuk gelmiş 16 yaşına; sen 16 yaşında ne kadar öğretsen bir yere kadar; olmayacak o iş. Çünkü eğitim sisteminden önce anne babası tabi en önemli şeyi; ama eğitim sisteminin içinde o çocuğun kafasında bir soru işareti uyandırıcak bir şey koy oraya, ve bunu taraflı yapma yani dini kullanarak bir şeyi kullanarak yapma bunu… Müfredat falan benim kafamın çok basmadığı şeyler, doğruya doğru; ama biliyorum ki sosyal bilimler eksikliği çok pahalıya mal olacak.

 

Yunanistan’a gidişini anlatabilir misin, nasıl ayarladın, ne yaptın orada?

 

Bir arkadaşım, Cecilia, “ben gideceğim” diyordu. Aslında Arjantinli, ABD’de yaşıyordu, sonra İspanya’ya taşındı. Çok tatlıdır, hakikaten öyle bir travmayı ancak öyle bir insanla geçirebilirsin. Cecilia “ben gitmek istiyorum, ben yardım etmek istiyorum” deyip duruyordu, hatta “ben sana nasıl erzak yollayayım?” diye soruyordu. Bir tane de Leslie diye bir arkadaş vardı, ta eskiden tanışmışız ama o da bir şekilde bu yazı sayesinde beni bulup Facebook’dan eklemişti. Leslie bu arada Lesbos’da iki-üç hafta gönüllü çalıştı. Leslie dedi ki “göçmenlerin hepsi şimdi anakaraya gidiyor.” Biz önce Midilli’ye gideceğiz diye karar verdik – Midilli’deki Pikpa Kampında çalışacağız diye konuştuk – ben buradan arabayı yükleyeceğim, onlar da biri Amerika’dan biri İspanya’dan gelecek. Bu arada 5-6 kişiydik ilk başta.

 

Oraya bir organizasyonun yanına mı gidiyordunuz?

 

Evet. İki çeşit gönüllülük var Avrupa’da: ya bağımsız gönüllü, ya da bir STK’ya veya bir gruba bağlı olarak. Bir sürü kampa CV gönderdik – şunları yapabiliyoruz, Zeynep’in böyle bir deneyimi var, Cecilia böyle birisi, Leslie böyle birisi… Sonra azala azala üçümüz kaldık. O sırada bu geri gönderme anlaşması imzalanınca kampların çoğu boşaldı adalardaki.

 

Boşaldı dediğin, gemiye koyup geri mi yolladılar?

 

Tabi tabi, ama Türkiye’ye gelmiyor, Atina’ya gönderiyorlar. Atina’da takılıp kaldılar yani; bir kısmı Atina’da, işte bir kısmı Kavala’da, Selanik’te – kamplara yolluyorlar insanları.

 

Orda onlar bekliyorlar mı bu anlaşma ne olacak diye? Türkiye’ye çünkü çok az gemi geldi değil mi?

 

Aynen bekliyorlar orada. Geri gönderme anlaşması imzalandığında artık dediler ki adalardaki kamplara insanlar gelmeyecek bundan sonra, “gelenleri de anakaraya gönderiyoruz.” Mesela bir kampta iki bin kişi varken, bir gecede üç beş feribot hepsini Atina’ya yolladılar – Atina’dan oraya yolladılar otobüslerle. Çoğu boşaldı kampların zaten. Yani, kendini idame eden bir kısım kamplar var. Ama Balkan Route tamamen kapandı – sınırlar kapandı. Sınırlar açıkken zaten insanlar her gün biner biner gidiyordu.

 

Göçmenlerin yaşadığı bu süreci tarif edebilir misin?

 

Avrupa’ya ayağını bastığında sığınma başvurusunda bulunabiliyorsun. Tabi binlerce kişiyle aynı anda küçücük bir adada başvurmak zorundasın. O yüzden adada işleme alınmak için bekleyen binlerce insan vardı; ama, işleme alındın, sığınma başvurusu numaranı aldıktan sonra, Avrupa’ya ayak bastığın için, sen feribota bin Atina’ya git, ordan yürüyerek oraya git, trenle ordan oraya git; insanlar işte Belçika’ya, Fransa’ya, Almanya’ya gidebiliyorlardı. Balkan Rotası bu. Geri gönderme anlaşmasının belki bir ay, bir buçuk ay öncesi söylentileri başladı zaten “Balkan Route kapanıyor” diye.

 

Yani AB kendi içinde sınırlarını kapadı mültecilere?

 

Tabii ki; Macaristan’dan, Sırbistan’dan… Nereden? İşte gittikleri yollarda kocaman duvarlar diktiler insanlar kaçamasın diye. O yüzden Yunanistan’da takılıp kaldılar.

 

Ne olacak o Yunanistan’da kalan insanlara?

 

İşte şimdilik bekleme zamanı.

 

Bir kere Avrupa’ya ayak bastıkları için onları geri sınır dışı etme hakkı yok?

 

Hayır, hakkı yok. 20 Mart’tan önce gelen herkesin Avrupa Birliği’nin bir ülkesinde sığınma hakkı var; 20 Mart’tan sonra gelenlerin daha kesin olan hiç bir şeyi yok. Bunu ama biliyor artık Türkiye’deki Suriyeliler.

 

Mültecilere sığınma hakkını veren şey Cenevre Sözleşmesi; AB kafasına göre Cenevre Sözleşmesi’ni mi değiştirdi yani?

 

Diyor ki, “Türkiye güvenli bir ülke.” (Sığınma başvurusu yapabilmek için güvenli olmayan bir ülkeden gelmiş olmak gerekiyor). “Sen Türkiye’ye dön” diyor, söylemleri o: Türkiye güvenli. Yani sen zaten geçmişsin buraya, ülkenden kaçmışsın; ne yapacaklar, Suriye’den uçağa binip Almanya’ya mı gidecek insanlar? “Türkiye’de kalın” diyorlar; Türkiye de bunun koruyuculuğunu yapmayı çok güzel kabul etmiş.

 

Bir yandan da bu bitmiş bir anlaşma değil yani; iki üç gönderdiler, hala işte suç işleyenleri göndermediler mesela- benim bildiğim toplam 227 kişi gidip geldi; yani onlar 227 gönderdi, Türkiye 227 onların yerine gönderdi.

 

Türkiye’nin gönderdiği kişiler kim?

 

Onlar zaten sığınmaya başvurmuş, Türkiye’den, UNHCR’dan başvurmuş, gitmek isteyen insanlar. Türkiye’den bir sürü insan başvurmadı bile. Mesela benim bildiğim bir aile var; aile birleştirmeye başvurdu, UNHCR aracılığıyla, her gün arıyorlar Ankara’yı.

 

zkh3

 

Yarıda kaldı Yunanistan. Gittiniz 3 kişi.

 

Atina’ya gitmeye karar verdik. Orada önce bir bebek yıkama bölümüne gönüllü olduk, ondan sonra bir tane kamp var, Skaramagas, iyi bir kamp oraya gönüllü almıyorlar. Bir tane Itsona diye korkunç bir kamp var.

 

Bu senin tatilin miydi, kaç günlüğüne gittin?

 

Bir haftalığına, izin aldım evet. Atina’da hiçbir şey görmeden ve zeytin ekmek dışında bir şey yiyemeden geri geldik. Üçümüz ortak airbnb’den bir ev kiraladık. Bu arada “crowdfunding” yaptık ve 10 bin dolar para topladık. Nereye harcayacağımıza da önceden karar verdik. Günlük bin euroya tekabül ediyordu, bin euroluk erzak, hijyen (bebek bezi, kadın pedi, diş fırçası) çünkü Yunanistan’da özellikle Atina’da yaşayan, kötü kamplarda ya da terk edilmiş binalarda yaşayan çok insan var. Hakikaten çok korkunçtu. Ben döndükten sonra bir hafta konuşamadım, insanlar nasıl geçtiğini sorunca ağlıyordum, çok korkunçtu.

 

Türkiye’deki kamplara hiç gittin mi?

 

Gitmedim ama gidenler daha iyi olduğunu söylüyor. Yani kapkaranlık bir yerde, iyi dediğim kampın dışında oraya girebilmek için üç aydır yaşayan insanlar vardı.

 

Fransa’da Calais kampının görüntülerini hatırlıyorum, dize kadar kanalizasyon, fareler vesaire.

 

Su yok zaten. Önce “vulnerable cases” (hassas durumlar) diye bir durum var. Mesela yanında yetişkin olmayan çocuklar, tek başına geçen çocuklar. Orada mesela bir grup genç vardı, hepsi tek başına geçmiş, 14-15-16-17 yaşında. Aileleri burada. Bir tanesini yollayabilecek paraları var, o da evin genç erkeği, en çok hayatta kalma şansı olan o diye. Bunlar mesela on aydır kampta yaşayan ve sadece birbirleri olan genç çocuklar, benim oğullarım kadar işte. Gittik, bunlar bize dağıtıma filan yardım ettiler. Bu hassas durumdakilerle ilgilenen ve bu insanlar için ev açmaya çalışan Marina diye bir kız var Fransız. Bir şekilde zaten birkaç Facebook grubu var onlar üzerinden, işte Information Point for Volunteers, Lesbos ya da Atina vs. Burada ne projelerin olduğunu görüp ona göre seçtik. Marina’nın yapmaya çalıştığı şey de, bir tane bina kiraladı, çünkü Yunanistan’da ekonomi acayip kötü ve her yer boş, bütün kepenkler kapalı, 1000 euro mu ne aylığı, bir yerlerden topladı bu parayı. Ama içinin döşenmesi lazımdı. Ve ev sadece bu yanında yetişkin olmayan çocuklar, evden kaçmış çocuklara hizmet sunacak bir ev. Bizim çok hoşumuza gitti ve oraya 12 tane ranza aldık, IKEA’dan internetten alıp yolladık, yatak, döşek, yastık, yorgan, perde, çatal bıçak vs, bir kısmını oraya harcamaya karar vermiştik. Döşekleri, evi kiraladığımız çocuğun bir akrabasının dükkanından aldık, adam 300 euroluk döşekleri bize 70 euroya verdi, bedavaya taşıdılar, adamın bir oğlu rahip, o bize acayip yardım etti. Bir ona para harcadık, onun dışında her gün bin euroluk alışveriş yaptık, yani arabayla 3 kere aynı kampa gidip gelip ağzına kadar doldurdun mu bin euro ediyor. Bu birgün sadece su oldu mesela, o gün sadece su taşıdık. Çünkü öyle bir kamp ki, günde bir litre su veriyorlar aile başına.

 

Şaka yapıyorsun. Akan su da yok. Neyle yıkanıyor insanlar?

 

Yok öyle bir şey. Denize giriyorlar. Bir adam var orada gönüllü, Yorgos muydu adı, duş kamyonu var bir tane, kamyonla hortumla duş getiriyor insanlara.

 

Bize de hep bu tek başına geçen gençler yardım etti. Üstlerine turuncu ceketleri giydiler, Leslie zaten bir kısmını adadan tanıyordu, ilk kampta tanışmıştı onlarla, Atina’da önce Pireaus dedikleri limanda kaldılar boş çadırda. Bu arada Leslie oradaki bir eczacıdan hamilelik vitamini almış ama 50 bin tane filan, abartmıyorum. Onları da kafana göre veremiyorsun herkese, oradaki gönüllü doktorları bulup ona vermek istiyoruz ama ona ulaşana kadar… Çünkü Yunanistan yani. Her gün ya yiyecek ya hijyen ya su ve hijyen götürdük.

 

zkh1

 

zkh2

 

Bir gün işte o 17 yaşındaki kız biz dağıtım yaparken yanımıza geldi, çok hamileyim, ben ‘vulnerable case’im diye. Müthiş güçlü bir kız, bütün aileyi o götürüyor. Baba yok, Almanya’da, anne 38 yaşında, 3 tane de kardeşleri var, kızın zaten 1 yaşında bir oğlu var, Hasan. Ben dedi hamileyim, bana Praksis. Praksis de Yunanistan’da bilinen bir STK, ve esas en bilinen hizmetleri, bu hassas durumdakiler için ev kiralıyorlar, bir bütçeleri var, ve insanlar gerçek evlerde yaşayabiliyorlar. Praksis praksis diye geldi, dedik biz yapmıyoruz o işi. Biz kampın dışındakilere yardım edeceğiz dedik sadece, çünkü içerde yine bir depo var, mesela diş macununu filan gidip oradan alabiliyorsun, ama dışarıda hiçbir şey yok. Kampın dışında kamp oluşmuş. Bekliyorlardı içeri girebilmek için. Leslie de kıza numarasını vermiş ‘doğurursan bize haber ver’ diye. Birgün arabayı ağzına kadar doldurduk, hijyen malzemesi, bütün gece paket yapıp ertesi gün dağıtacağız. Çünkü Türkiye’den bir arkadaşım, o 250 verdi, ben 250 verdim, bin tane mi ne don aldık toptancıdan. Burdan alıp ben iki bavul gittim. Bembeyaz, tertemiz donlar. Çünkü yani düşünsene yıkanamıyorlar. Her gün çamaşır değiştiren insanlar bunlar, her gün küçücük suyla yıkıyorlar.

 

zkh4

 

Bunları paketleyeceğiz diye eve giderken, kız aradı, dedi ki ben doğuruyorum. Koşa koşa eve gittik, arabayı boşalttık, bu arada Facebook’tan beni bulmuş olan Türkiyeli bir çocuk vardı o da geldi, sen bizimle kalamazsın dedim, o hostelde kalıyor ama aynı tarihlerde ben de geleceğim dedi, tamam gel dedim. Bir kere dağıtıma çıktık birlikte, ikinci kere de çok yardım etti. Yeni mezun bir çocuk, hayatını seyahat ederek geçiriyor ama seyahatlerinde mutlaka gönüllü bir şey yapıyor. Tekrar kampın oraya gittik, ambulans çünkü mülteciler çağırınca gelmiyor. Oradaki polislere yalvar yakar çağırttık, kız bağırıyor, ben hatırladığım kadarıyla ne kadar lamaz biliyorsam anlatıyorum, şöyle nefes alacaksın filan, sırtına masaj yapıyoruz, derken orada bize dağıtıma yardım eden Nur diye bir çocuk pat diye yere düştü, kriz. Ben epilepsi sandım, meğerse 4 gündür hiçbir şey yememiş çocuk. Açlıktan ve susuzluktan 16 yaşındaki çocuk gözümüzün önünde, yana çevirdim, ellerini tutuyorum, konuşturmaya çalışıyorum, suratına su, kapkaranlık Nigar, hiçbir şey yok, cep telefonunun ışığı var ve şarjım %2. O kadar. Polisler de orada öylece duruyor. Şurası kamp. Hamile kız için çağırdığımız ambulansa bu çocuğu bindirdik, Leslie’yle o gitti. Halil de onlarla gitti. Bir tane daha ambulans çağırır mısınız dedik, kızla annesi ona bindiler, biz de 11, 13, 1 ve 15 yaşında 4 çocuğu arabamıza koyup, hiç Atina’da yol iz bilmeden hastaneyi bulduk. Ancak Yunanistan’da o kadar büyük bir kriz var ki, hastaneler 3 gün açık 4 gün kapalı.

 

Şaka yapıyorsun ya (şaka yapmıyor artık anla).

 

Bize ambulanstakiler dediler ki doğum yeri var o hastanede, açık bu gece. Yani mesela kardiyoloji, doğum ve dermatoloji o gün açık ama öbür taraflar kapalı, nöbetleşe hastaneler açık. Leslie Nur’u acile götürdü, Cecilia Rezzan’ı doğuma götürdü. Bu arada Hasan, 1 yaşındaki, nasıl öksürüyor, ben de onu acilden pediatriye götürdüm. Geceyarısı olmuş, sabah 5’ten beri ayaktayız, hiçbir şey yememişiz, leş gibi kokuyoruz 40 derece çünkü. Neyse Nur’u bıraktılar, ‘Rezzan daha doğurmuyor ama oğlanı bırakacaksınız hastanede’ dediler, çünkü bronşit olmuş, bütün gece çocuğa serum takmaya çalışıyorlar. Nur’a bir daha aç kalırsan ölürsün dediler. Yemekleri biraz varmış da annesine babasına kalsın diye yememiş. Neyse bunlara otel tuttuk gece, bu arada hijyen paketlerini yaptık, sabah kalktık tekrar gittik, Rezzan bu sırada doğurmaya başlamış, onu tekrar otelden hastaneye götürdük, o doğuma girdi ama doğuma giremeden doğurdu aslında. Bu arada bebek olanı bırakmıyorlar, başında kalan da 15 yaşındaki kız, çünkü annesi 17 yaşında doğuran kızının yanında. Bu arada tek başına otelde kalamayan 2 tane Suriyeli küçük çocuk var, biz de aldık onları eve getirdik.

 

Bu çocuklarla konuşamıyorsunuz tabi.

 

Yani bir tanesi, Marwan, azıcık İngilizce biliyor, yes-no, ama zaten bir yatak gördüler, banyoya soktuk ikisini de, elimizdeki kıyafetlerden hijyen paketlerinden filan verdik ama yatağı gördüler zaten nasıl uyudular, çünkü 4 aydır yatakta yatmamışlar. Dört aydır yerde yatıyorlar. Ve annelerini düşün, bir gün önce tanıştığı üç tane kadına o 13-14 yaşındaki çocuklarını emanet etti bu gece alın siz bakın diye, çünkü başka çaresi yok.

 

Neyse orada travma üzerine travma, bir sürü başka şeyler de oldu.

 

Beklemiyordunuz herhalde bu kadarını. Korkunç şeyler görmeyi herhalde bekliyordunuz da böyle hastaneye gideceğinizi, birisinin doğum yapacağını…

 

Tabi, evet. Ama şunu da öğrendik, Yunanistan’da her gün böyle. Geçen bir çocuk geldi Rando diye, o da muhteşem biri, British Airways’de hostes adam ve bütün tatillerini Atina’da kullanıyor, tek kişi bu bizim yaptığımız işi yapıyor. Bir fotoğraf koymuş, bir çocuğu mukavva kutuya koymuşlar, bir günlük, yeni doğmuş, hastanede bir gece kalıyorsun çıkarıyorlar seni. Sokakta mukavva kutuda bir günlük bebek.

 

Türkiye’de ilk başta ne oluyordu, bu geçici olan zamanlarda, işte köprü altında, Zeytinburnu’nda vs çadırda kalıyorlar. Zabıta geliyor dağıtıyor, kaçıyorlar, ertesi gün tekrar geliyorlar. Ertesi gün kentsel dönüşümden yıkılmış binaların içinde kalıyorlar. Ama sonuçta bir şey vardı genelde üstlerinde, sonra zaten kaçma olayları bittikten sonra insanlar, kümes gibi de olsa, kömürlük gibi de olsa, bir şekilde bir yerlere sığındılar. Bahsettiğim kiralar, mesela 450 liraya bir kömürlükte yaşayan insanlar var.

 

Çok haberler çıktı ev sahiplerinin berbat evleri fahiş fiyatlara vermeleriyle ilgili.

 

Tabi, sana fotoğraflarını göstereyim, neler neler. O yüzden zaten şimdi şehrin merkezinde kaçakçı beklemekten uzak yerlere dağılma haline ve okullaşma, iş bulmaya geçiş oldu, Mart’tan beri o dinamik çok değişti. Bu yüzden bizim yaptığımız işler de değişmeye başladı. Kütüphane yapalım, Arapça-Farsça kitap bulalım, çocukları okullara yazdıralım. Entegrasyon asimilasyon kesinlikle değil ama hayatlarını idame ettirebilmeleri için en azından bir altyapı sağlamaya çalışalım bu insanlara. Kadınlara istihdam sağlayalım, el işi mi tercüme mü ne yapacaklarsa. Herkes zaten proje peşinde. Bak bunu yaz, Okmeydanı’nda çamaşırhane projesi var, bunun için para arıyorum. Toplum merkezi kurulsun, alt kat çamaşırhane, Okmeydanı Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği zaten çok güzel bir şekilde ilerliyor. Artık mekanları yetmiyor, o kadar çok çocuk geliyor ki haftasonları etüte, sınırsız atölye geliyor, Spartak Istanbul geliyor, yaratıcı sanat yapıyorlar, drama, seramik yapıyorlar, kurabiye pişiriyorlar, durmadan bir şey yapıyorlar ve çok iyi. Çünkü Türk çocuk da, Kürt de, Suriyeli de Roman da oturuyor. Anneleri de hep beraber yan yana komşularıyla birbirilerini tanıyarak, birbirlerini anlayarak bir ilişki kurmaya başladılar. Tek çözüm o. Çamaşırhane projesine para arıyorum, vermek isteyenler varsa. Neyse dur bakalım, yapacağız, ufak ufak bir şeyler yapacağız.

 

Zeynep’in hazırladığı gönüllü dernekler listesini PDF olarak kaydetmek için tıklayın.

 

Ana görsel: Sırbistan-Macaristan sınırını geçen göçmenler, Harald Henden, VG.
Diğer tüm fotoğraflar: Zeynep Kurmuş Hürbaş.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YOrhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz
Orhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz

Orhan Pamuk, sırf yurtdışında başarılı diye eleştirilmekten (hâlâ) şikayetçi: “Romanın başarısını kendisine karşı bir silah olarak kullanıyorlar.”

KÜLTÜR

YKazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı
Kazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı

Edebiyat nobelinin yeni sahibi Kazuo İshiguro ile hayat hikayesi, ilham kaynakları, çalışma rutini üzerine yapılmış en kapsamlı röportajlardan biri.

ENGLISH

YIn Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses
In Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses

The common request shared by every woman I spoke to for this article was that they would be properly listened to.

Bir de bunlar var

Kürtaj Gemisi Guatemala’da
Biz o kadını tanıyoruz, tıpkı o bıçağı tanıdığımız gibi
Alçıpanlar Kaplanmadan Önce

Pin It on Pinterest