Amina bazen kısacık afro saçlarını saklamak için, bazen de değişiklik olsun diye türlü peruklar deniyor. Sonra perukları saklanmak için kullanmaktan nasıl vazgeçtiğinden ve afro saçlarının ona verdiği gururdan söz ediyor. Pazarcıların, satıcıların Amina’ya manyetize olan bakışlarıyla devam ediyor belgesel. Amina, Senegal’den İstanbul’a gelmiş, Aksaray’da butikte çalışan bir göçmen. 7 yıldır ablasıyla birlikte yaşadığı İstanbul’da Senegal’deki kızına ve ailesine para gönderebilmek için çalışıyor.
Amina belgeselinin yönetmeni Kıvılcım Akay ve yapımcısı Aslıhan Altuğ’la muhabbet etmek için buluşuyoruz. Belgeselin neredeyse kurmaca film estetiğine yakınlığı, Amina’yla kameranın kurduğu ahenkli ve tuhaf şekilde doğal ilişki belki de bu belgeselin en güçlü yanlarından biri. Bu ilişkinin nasıl kurulduğunu merak ediyorum en çok. “Belgesele 2016 ortalarında başladık, toplamda 2 buçuk 3 senelik bir periyodu var. Birlikte çok uzun zaman geçirdik, ama aslında çekimler 1 aylık bir sürede gerçekleştirildi. Amina izin aldı o bir ayda, tüm programı ona göre yaptık,” diye cevap veriyor Aslıhan. Kıvılcım ekliyor: “Onun hikayesini magazinel bir şey haline getirmemeye çalıştık. Zaten kendi hayatı, dertleri olan birinin 3 yıl boyunca kamerayla yanında bitmek istemedik. O da çok tercih etmedi bunu. İşyeri çekimlerini aslında 1 haftada yaptık ve her an kamerayı açık tutmadık. Amina’yla ekibin geliştirdiği bir ilişki, dostluk da oldu bu süreçte.” Bu mesafeli ama yakın ilişki, bir çeşit arkadaş hikayesi aktarma hali gibi, pek çok açıdan seyircinin de hissettiği bir şey haline geliyor.
Minicik ve anlamlı detaylarla Amina’nın pek çok Afrikalı göçmenin hikayesine benzeyen hikayesi açılıyor: buzdolabının üzerindeki çocuk fotoğrafının kızına ait olduğunu anlıyoruz. Aslında Avrupa’ya geçme hayaliyle geldiği İstanbul’da ailesine para gönderebilmek için ne kadar çok çalıştığını. Sık sık Senegal’deki ailesi ve kızıyla görüntülü konuşuyor, teknoloji bir şekilde kapanamayan mesafeleri, o açığı daha da çok hissettiriyor kötü bağlantılar ve tekrar edilmek zorunda bırakan cümlelerle.
İstanbul’da yaşamak bazen apartman bloklarının arasına sıkışan çocuk parkları görseli gibi. Daraltan şehir hayatının, mücadelenin görseli. Amina’yla nasıl tanıştıklarını, muhabbetlerinin nasıl şekillendiğini ve Kıvılcım’ın bu filmi çekmeye nasıl karar verdiğini merak ediyorum: “Fotoğrafçı arkadaşım Aslı Çelikel’in Laleli’nin arka sokaklarında yaptığı göçmen portrelerinde tanıdım Amina’yı. İlgimi çekti, Aslı daha sonra Amina’yı bir dergi kapağına taşıdı. Aslında Amina’nın ne kadar güçlü olduğunun altını çizen bir portreydi. Bu noktadan sonra artık onunla yüz yüze tanışmam gerektiğine karar verdim. Çok sıcak bir karakterdi; hikayesini, kendisini açtı. Zamanla bir dostluk gelişti aramızda, süreç başladı. Amina’dan önce göçmenlikle çok ilişkim yoktu, onun da eksikliğiyle, neden etrafımızda yoklar diye sorgulamaya başladım.”
Amina, insanların gözlerini üzerine dikmesinden, adamların her fırsatta seks teklif etmesinden ne kadar sıkıldığını anlatıyor. Kamera böyle anlarda onu izliyor, takip ediyor. Sokakta yalnız bir kadın olmanın zorluğunun üzerine bir de Afrikalı olmanın eklendiği bir hal bu. Sonuçta, farklı çeşit bir ırkçılık var Türkiye’de Afrikalı topluluğa dair. Daha görünmez, daha sinsi bir ırkçılık.
İzleyiciler olarak, Senegalliler için önemli olan, yiyip içip dua edilen Magal Günü’nü kutlarlarken aslında ne kadar da kalabalık olduklarını farkediyoruz. Bunu da şöyle açıklıyorlar: “Üzerlerindeki tarihsel baskı, Afrikalı göçmenlerin susmalarına yol açıyor. Laleli’de Kürtçe ve Türkçe konuşan birçok siyahi var, iş ilişkisini kiminle yürütüyorlarsa, oraya entegre olmaya çalışıyorlar. Derin bir acı olduğu için onunla yüzleşmek istemiyorlar bence. Aslında çok ciddi bir Afrikalı nüfus var İstanbul’da. Biz birkaç sene önce araştırdığımızda 60 bindi sayıları.” Amina, ablası ve kuzeniyle kendi aralarında Almanya’nın ülkeden çıkardığı Senegalli göçmenlerden bahsederken, çok tanıdık bir başka soru çalınıyor kulağımıza: “Neden bu insanlar her şeyi riske alıp göç ediyor, botlara biniyor, zor koşullara direniyor?” Göçmenliğe dair en vurucu ve net sorulardan biri bu muhtemelen. Buna verilebilecek tek bir cevap tabii ki yok. Ama herkesin hayalleri, daha iyi bir yaşama dair arzuları var. Kıvılcım da bunun altını çiziyor: ”Herhangi bir göçmenden farkı yok Amina’nın. Onların ortak paydası. Herkesin bir hayali var, yoksa nasıl yaşanır ki?” İnsanlar geride sadece evlerini, ailelerini değil; rutinlerini, çoğunlukla yapmayı sevdikleri şeyleri de bırakıyor. Mesela, Amina’nın ablasının judoyu bırakmış olduğunu öğreniyoruz Senegal’den İstanbul’a gelirken.
Başka bir sahnede Amina’nın çalıştığı butikte, onun gibi göçmen bir başka kadının, yabancıların Türkiye’de okula gidememesi üzerine kurduğu cümle kapitalizmi ve göçmen düşmanlığını açık edişi ve netliğiyle vuruyor: “Madem yabancı çalıştırıyorlar, neden okutmuyorlar?” Göçmenlerin baş etmek zorunda kaldığı ırkçılığın pratik hayatı etkileyen çok mühim boyutları var keza: ev kiralamak, iş bulabilmek, temelde hayatta kalabilmek…hepimiz gibi. Amina sert koşullara rağmen güçlü durmaya, umudunu yitirmemeye çalışıyor. Bu bazen bir dilek feneri uçurmak oluyor, bazen arkadaşlarla Afro Club’da geçirilen bir gece. Burası deşarj olmanın ve kendini güvenle bırakıp dans edip hayallere karışmanın mekanı oluyor.
Amina’nın giysiler taşıdığı, denediği, gösterdiği çalışma rutini ve butikte geçirdiği zaman filmde öne çıkan öğelerden biri. Çalıştığı dükkandaki kırmızı halının üstünde abiye kıyafetler giyip dolaşmasını izliyoruz sık sık. Bu noktadan sonra, Amina’nın manken olma hayalinin içine giriyoruz. Ablasıyla ya da tek başına Nişantaşı’nda baktıkları haute couture vitrinleri de bu hayallerin bir parçası oluyor. Gerçekte, Amina kızına bir hediye ya da kendisine bir terlik almak istediğinde Eminönü’ne ya da Aksaray’a gidiyor.
Amina’nın da içinde olduğu, göçmen kadınları bir araya getiren fotoğraf projesinin nasıl şekillendiğini merak ediyorum. Filmin bu kısmı, genel belgesel akışından biraz daha farklı bir bölüm açıyor çünkü. Amina’nın ve birçok göçmen kadının görünür olduğu bir an. “Bu fotoğrafın kadın onurunu yansıtmasını istiyorum” diyor Amina hazırlanırken. Dosdoğru kameraya bakan kadınların fotoğrafları stilistik olduğu kadar etkileyici ve cesur görünüyor. Bu fotoğraf çekimini yapmaya nasıl karar verdiklerini soruyorum: “Bu belgesel yer yer kurmaca estetiğine sahip olan ve kurmaca tadını alabileceğimiz öğeler içeriyor. Fotoğraf çekimi bizim planladığımız bir şeydi. Aslı Filinta Demir, aynı zamanda kreatif danışmanımız ve bir tasarımcıydı. Amina’nın manken olma hayali dolayısıyla başından beri çok vakit geçirdiler birlikte.”
Esasında belgesel, Amina’nın bu hayalini de izleyen bir şekilde kurgulanmış. “Bizim kafamızda Amina’nın model olup olamayacağı sorusu vardı. Aslında moda dünyasının acımasız kriterleriyle bu araştırma süresinde yüzleşmiş olduk: yaş, beden, ırk vs. gibi… Biz Amina’nın podyumda yürüyeceğini çekeceğimizi düşünüyorduk. Göçmen bir kadının hem çalışıp ailesine para gönderip, hem de hayallerini gerçekleştirmesinin o kadar da kolay olamayacağını gördük ve sembolik bir şey yapmak istedik. Sonrasında Aslı’yla Amina bu buluşmalarda fotoğraf çekimi fikrini ortaya çıkardılar. Kırmızıya bağlanmış kadınların metaforu Aslı’ya ait. Başka ülkelerden gelen başka kadınlar da vardı projede.” Bu kadınların bir araya geldiği bir alan var mı gerçekten, yoksa sadece fotoğraf için mi bir araya geldiler diye merak ediyorum. Kıvılcım açıklıyor: “Amina’nın çevresi çoğunlukla Laleli’de tekstil sektöründe çalışan kadınlar. Suriyeli kadınlara KADAV aracılığıyla ulaştık. Fotoğraf çekimini filmin dışında kullanılabilecek bir PR materyali olarak da düşündük. Bu çekim, belki farklı bir görünürlük politikasına evrilebilir. Bu kadınlar neden burada, neler yapıyorlar gibi. Birlikte örgütlenen kadınlar değiller, ama iş ve dert ortaklıkları var. Gurbette olmaktan ötürü neye ihtiyaç varsa birbirlerine yardıma koşabiliyorlar. Ama onun dışında hak talebine dair bir örgütlenmeleri yok bildiğim kadarıyla.”
Amina’nın odasında kızına vermek için sakladığı kocaman peluş ayıyla uzunca bir yolculuğa çıkıyoruz sonra, Senegal’e doğru. Sömürgeciliğin devamlılığını bu sayede görebiliyoruz. Gore adasındaki Maison de Esclaves’e gidiyoruz ve yavaş yavaş açılıyor dünya tarihi önümüze. Afrikalı kölelerin koloniler döneminde Gore Adası’na getirilip buradan Fransa’ya ve dünyanın çeşitli yerlerine gönderildiklerini öğreniyoruz. Bununla ilgili ne kadar dikkatli çalıştıklarını ekliyor Kıvılcım: “Senegal’in kölelikle olan tarihsel ilişkisini ve sömürgeciliğin altını çizmek istedik. Bunun altını kazıdığımızda, modern köleliğin de görmezden gelinemeyeceğini düşünüyoruz. Senegal görüntülerini kullanırken turistik olmaması için çok dikkatli kurguladık.”
Yolda olma hissi ve uçan martıların görseli bizi Senegal’den tekrar İstanbul’a getiriyor. Amina butikte geçirdiği zamana ve iş rutinine geri dönüyor. Hep belgesel izledikten sonra aklıma bu soru geliyor. Şimdi nasıl ve ne yapıyor Amina? “Hayatına aynı şekilde devam ediyor, en son İstanbul Film Festivali’nde birlikteydik, arkadaşlığımız sürüyor. Hayatında bir şey değişmedi. Başından beri bu belgeselden sonra hayatında bir şey değişmeyebilir dedik. ‘Olsun hikayemi anlatmak istiyorum’ dedi. Umarız bir sürpriz olur tabii.” diye açıklıyorlar.
İzlediğim bu film, ana kadın karakterin derinliği, toplumsal cinsiyete eleştirel bakışıyla feminist bir yerde duruyor benim için. Ama yine de sormak istiyorum. Film sektöründe kadın olmak nasıl maceralara gebe? “Ekipte 3 kişi erkekti, onun dışında herkes kadındı. O yüzden de herkes Amina’yla çok rahat ilişki kurabildi. Başta sadece kadınlarla bir ekip kuralım dedik ama sadece kadınlarla iş yapalım diye alanı çok daraltmak istemedik. Kafası çok açık erkekler de var tabii ki sektörde. Filme benzer bir noktadan bakabilince, birileri için anlam ifade edebiliyorsa neden çalışmayalım? Problemimiz erkeklerleyse bunu onlarla çözmeliyiz diye düşünüyouz. Kavramlar değil, yaptığımız işler konuşulsun istiyoruz. Çünkü bu zaten kadınların bir araya gelerek çekmeye çalıştığı bir kadın hikayesi oldu.”
Bir noktadan sonra Türkiye’de belgeselciliğin geldiği nokta üzerine dert yanmaya başlıyorlar. Festivallerin belgesel için alan açmadığı, eser işletme belgesinin, sansürün herkesin başında sallandığı gerçeğine kayıyor konuşmamız. Kadın olmak da, belgeselci olmak da, ideallerle hayatta kalmaya çalışmak da zor bu coğrafyada, neoliberalizme teslim olan her büyük şehirde olduğu gibi.
Sonra içimiz açılsın diye güzel bir sürpriz bilgiyle kapatıyoruz konuşmayı. Hala kesin olmamakla birlikte, filmin sonbaharda vizyona girmesi planlanıyormuş. Amina’nın hikayesiyle göçmenlik meselesinin daha görünür, üzerine konuşulabilir hale gelebileceğini umuyorum. Tüm göçmen olma halleri, hikayeleri birbirini yansıtıyor zira: daha iyi eğitim, daha iyi iş imkanları, bulunduğun yerde daha mutlu olabilmek, çatışmasız/savaşsız bir yerde yaşama arzusu… Biri diğerinden daha meşru değil, hepsi aynı noktaya bağlanıyor eninde sonunda. Filmin kapanışındaki, Amina ve kızını denizde oynarken gösteren ve Amina’nın Fransızca “hayalim ülkeme geri dönebilmek…ailemle birlikte olabilmek…” dediği o deniz sekansı gibi filmin vizyona girme ihtimali de umut oluyor.