Politik hareketlerimiz nasıl yakıcı oluyor, nerelerde tökezliyoruz, nasıl tükeniyoruz, tüketiyoruz sorularına yanıt aramak sürekli belli yol işaretlerini karşıma çıkardı. Bunlardan biri, kuir Siyah ve Kahverengi feministler; onların yıllardır söze döktükleri direniş yolları ve şarkıları. Audre Lorde’un, Sara Ahmed’in, Toni Cade Bambara’nın, son zamanlarda adrienne maree brown’un söyledikleri. Erotiğin, ilişkilenmenin gücüne, hazza, neşeye, birbirini duyumsamaya, kendinden keyif almaya ve bunlar olmadan mücadele ettiğimiz yapıları değiştiremeyeceğimize dair anlattıkları. Bu direniş biçimleri, çocukluğumu yanlarında geçirdiğim ailem Kürt olsa da o zamanlar pek karşılaşmadığım ama sonra Suriye sınırında savaş ortasında tanıştığım Kürt kadınların tükenmeyen neşesine dair ezgiler mırıldanıyordu; Türkiye’nin farklı yerlerinde farklı biçimlerde aynı tüketiciliği çoğaltanın ne olduğuna, ataerkil, militarist ve hazzı yasaklayan hareketlerin ve politik yaklaşımların neden özgürleştirmediğine dair. Yine de ben bu direniş mozaiğinin düşeceği toprağı bulmakta zorlanıyordum. Kürt oluşum, Türk oluşum ve kuir oluşum, öncemde ve sonramda bu kolonyal etiketlere dönüşmeye hazır şeylerin hiçbiri oluşum, hazza doğrulmam ve düzenin değişimini arzulamam birbirini tutmuyordu, çatırdıyordu.
Banah’ın yazısı bu çatırdamaya verilmiş bir reçete. Devası, Orta Doğu’da erotizme, haz alma yollarımıza onları kolonyal ve ataerkil bakışlardan sıyırıp bakabilmek. Ataerkinin orada burada karşımıza çıkan bazı adamlardan ya da politik metinlerdeki sistemlerden ibaret olmadığını, bize işlemiş olduğunu kavradığımız, her şeyi kasıp kavuran maddeciliğin, içimizi ve birbirimizi yiyen ve bizi bir yere götürmeyen belli bir eleştirellik biçiminin soğuduğu yerlere doğru yürüyebilmek.
——-
Sanatkârın işi devrimi dayanılmaz çekicilikte kılmaktır.
Toni Cade Bambara
8 Kasım 2020 tarihinde Mangal Media’da yayınlanan Banah Al-Ghadbanah’ın “Bellydancing, Activism and the Politics of Pleasure” başlıklı yazısının çevirisidir.
Göbek Atmak, Aktivizm ve Hazzın Politikası*
Doktora programımın son yılındayım. Yazmaya oturmadan önce dans ederim. Dans etmezsem, yazdıklarım içerleme dolu ve gevrek olur. Dans etmek kelimeleri silkelememe, onları açıkça ifade edebilmeme yarıyor.
Ve her şeyden önce, ben “göbek atarak” dans ederim, ya da Arapların dediği gibi “dans” ederim. Göğsümün ve omuzlarımın şehvetli hareketi, kalçamın bir o yana bir bu yana sallanması, ben döndükçe omurgamın dalgalanması beni özgür bırakan, bana geçmişimden gelen bir tür meditasyon. Birçok Suriyeli genç kadın gibi, ben de kendi başıma dans ettiğimde bir çeşit utanç hissediyordum. Böyle rahat hissederek dans etmek yıllarımı aldı.
Göbek atmak bedenime dair duyduğum utancın, cinsel şiddetin sonucu olan utancın, kolonyal şiddetin sonucu olan utancın ve her biri birbirini etkileyen bu biçimlerin üstesinden gelmek için öğrendiğim bir yol. Beyaz Avrupalılar memleketimize geldiklerinde ne kadar şehvetli ve homoerotik olduğumuzu görüp bundan iğrenmişlerdi (Bkz. Samar Habib’in oryantalistlerin Orta Doğulu “şehvetliliğine” dair saplantıları hakkındaki araştırması Female Homosexuality in the Middle East [Orta Doğu’da Kadın Eşcinselliği]. Bu takıntılara başka bir örnek de Sir Richard Burton’ın “homosexuality and the Arab” [eşcinsellik ve Araplar] çalışması.)
Şimdi ironi şurada, emperyalizm ve homoulusalcılığın kesiştiği yerde sömürgeciler kültürlerimizi cinsel olarak bastırılmış, erotizmden, kuirlikten yoksun olarak resmededursunlar, cinselliğin ifadesi bizim kim olduğumuzun çok derin bir parçası. Kolonyal cinsiyet ikiliklerinin sınırlarını ihlal edenler —yerli, Siyah, Kahverengi dişil** iyileştirme sanatları—Arap ulusal rejimlerinde soyulup atıldı, barbarca bulunarak inkâr edildi ve “kültürümüz” dedikleri tarih dışı yapılardan dışlandı. İster yerel fellah topluluklarını ve işçi sınıfı çiftçilerin bölgelerini kırıp geçiren Baasçı “modernleşme” projeleri olsun, ister Imazighenleri topraklarından ayrılmaya ve dillerini terk etmeye zorlayan Bourguiba’nın modernleşme programı olsun, sömürgecilerimize onların standartlarına göre insan olduğumuzu göstermek için, belli bir “Arap kültürü” tarzı “uygarlaşmış” olarak tanımlandı, dolaşıma girdi ve şart koşuldu. İroni, şu anda birçok SWANA aktivist kültürünün devrim uğruna hazdan yoksun kalması. Neşemiz ve hissetme gücümüz, iktidar rejimlerinin tam olarak bizden almak istediği şeyken üstelik . Ve biz eskiden beri böyle olageldiğimizi düşünerek kendi parçalarımızı kendimizden saklıyoruz. Üstüne üstlük, dansımız şarklılaştırılmış ve beyazlara mal edilmiş, kutsallığından emilip kurutulmuş durumda. Ben göbek atmaktan çoğunlukla utanırdım çünkü diğer kadınların kolayca ve kıvrakça hareket etmeye başladıkları sosyal ortamlarda kendimi çok garip hissederdim. Odamda kendi kendime dans çalıştım, yıllarca. Eğer sosyal medyada ya da kamusal bir alanda, göbek atmaya olan aşkıma dair en ufak bir şey paylaşırsam ataerkil ve kolonyal bakış tarafından tüketileceğini hissederdim. Onu sessizlikte kendime yeniden istedim. Şimdi bu yolculuğun bu kutudaki parçalarını paylaşıyorum çünkü beni özgür kıldı.
Arkadaşları ve ailesi Suriye Devrimi’nde aktivist olan biri ve bir şekilde hem gözlemci hem de katılımcı olarak, aktivist ortamlarımızda kadınların hazzın günlük formlarına yer verdikleri için kamusal olarak utandırıldıklarını gördüm. İnsanların önde gelen bir erken dönem devrim aktivistinin yüzme havuzundaki bikinili fotoğrafını çevresine yaydığını gördüm. “Bak, gördün mü? Gerçek bir aktivist olamaz. İnsanlar sokaklarda ölürken o bikinisiyle yüzüyor.”
O zaman bunun neden canımı sıktığına dair kelimeleri bir araya getirememiştim. Böylesine bir denetlemenin cinsiyetçi imaları nelerdi? Neden nargile ya da bira içen erkek aktivistlere gelindiğinde hazza nadiren polislik yapılır, ama keyfine bakan aktivist bir kadının imajı büyük bir skandal yaratırdı? Psikolog Brené Brown karşılaştırılmalı acı fikrinden bahseder. İnsanlar başka bir yerde acı çektiği için biz kendi hayatlarımızdan şikayet edemeyiz ya da ufak şeylerden keyif alamayız. I May Destroy You [Seni Yok Edebilirim]’de Michaela Coel tarafından canlandırılan baş karaktere iki kere cinsel saldırıda bulunulur. Bir kriz merkezinde otururken danışmanına iyi olduğunu çünkü dünyada daha büyük meseleler olduğunu söyler. Mırıldanır: “Suriye’de devam eden bir savaş var, Suriye’de devam eden bir savaş var, Suriye’de devam eden bir savaş var.” Bu sahne canımı sıkmıştı ama anlıyordum. Canımı sıkmıştı, çünkü Suriyeli biri olarak, insanlar Suriye’yi turnusol kağıdı gibi kederin son noktası olarak ortaya atıp duruyorlar. Bu eğilim sanki acı asla değişmeyen soluk bir arka planmış, bilinmez ve kahredici bir deneyimmiş gibi acıyı normalleştiriyor. Anlayabiliyordum çünkü 1980’lerde ailesi Suriye’den sürülmüş, kaçmaya zorlanmış, her şeylerini kaybetmiş biri olarak ben bunu kendime sürekli yapıyorum. Kültürel, dini ve nesiller arası ilişkilenmeler yoluyla bu durum sürekli pekiştiriliyor: Başkalarının acısı adına kahraman/şehitvari bir şekilde kendi acını inkar ettiğinde daha güzel bir karakterin olduğu farz ediliyor. İnsanlar kimyasal silahlarla, ateşlerle, varil bombalarıyla ölürken, neşeyi pratik etmek ve kendinle empati kurmak oldukça uygunsuz gibi geliyor. Akrabaların kaçarken, komşuların molozların altında kalmışken. Brené Brown beyinde utanç ve empatiye dair nörolojik bir araştırma yürütüyor. O araştırmada şöyle diyor, “kendimizle empati kurduğumuzda aslında başkaları için daha fazla empatiye sahip oluruz.” Kendimizi zevk alma hakkından mahrum ettiğimizde, ya da acı çekme hakkından, çünkü diğerleri bizden daha çok acı çekiyordur, başkalarına olan empatimiz azalır çünkü bunu kendimizle kuramıyoruzdur. Bize şunu hatırlatıyor: “Empatiyi bir pizza gibi düşünüyoruz —sadece sekiz parça varmış gibi. Empati kıtlığı olduğunu, doktorlar ön saflarda mücadele ederken ve insanlar ölüyorken covid’le devam eden hayatımızdan şikâyet edemeyeceğimizi düşünüyoruz. Oysa herkese yetecek kadar sevgi ve empati var. Sorunlarla mücadele etmemize rağmen başkalarından daha iyisine sahip olduğumuz için kendimizi küçümsemek başkalarına olan empatimizi öldürür.”
Suriye/Filistin çevrelerinde insanlarımız acı içindeyken günlük yaşamdan keyif almaya dair koca bir suçluluk ve utanç duygusu taşıyan birçok aktivist tanıyorum, ben de onlardan biriyim. AB-Türkiye anlaşmasından sonra, Yunanistan’ın Sakız adasındaki mülteci kamplarında gönüllülük yapmaktan döndüğüm zamanı hatırlıyorum. Arkadaşım “özbakım” için bir banyo yapmamı önerdi. Küveti doldurdum, içine biraz tuz, mineral ve nane yaprağı koydum. Suya oturur oturmaz panik atak yaşadım. Başkaları Akdeniz’de boğuluyorken benim kendimden keyif almaya hakkım yokmuş gibi hissettim. Basit bir banyo benim için oldukça stresliydi ve bundan keyif alacak alanı kendime tanımıyordum çünkü çok utanıyordum. Hazza açılma eyleminin, onu kucaklamanın ve ondan keyif alacak alan açmak için kendine izin vermenin beni özgürleştirdiğini ve böylece başkalarının özgürleşmesine yardım ettiğini henüz fark etmemiştim. Bunları yapmak benim empati kuramayacağım ve güvenli yaşama ayrıcalıklarımı tanımayacağım anlamına gelmiyor. Tam tersine, kendime gösterdiğim şefkat ve neşeyi öncelikli kılmak, başkaları için daha hazır bulunmamı, meydana çıkabilmemi, özkaynaklarım olabilmesini ve böylece gerektiğinde dinleyebilmemi ve destek olabilmemi mümkün kılıyor.
Basit görünüyor ama gerçek. Kendime ne kadar özen gösterirsem, günlük dünyamda küçük özgürlük anlarını ne kadar çok pratik edersem, başkalarını özgürlük mücadelesinde o kadar çok destekleyebilirim. Kuir, Siyah, kadın, aktivist ve şair biri olarak Audre Lorde’un dediği gibi “Kendime bakmam rahatıma düşkünlük değil, kendimi korumaktır ve bu bir politik mücadele eylemidir.”
Kendimi ne kadar baskılarsam, dansımdan, tuzlu banyomdan ya da her neyse ondan keyif almaktan ne kadar utanç duyarsam, insanlarla ilişkilenmek için, onlar neşeli olduklarında onları kutlamak için ve zor zamanlarında yanlarında olmak için duygusal genişliğim o kadar azalır.
Bunu yazmaya oturduğumda, ilham almak için masamın yanına koyduğum bir deste tarot kartını karıştırdım. Çektiğim kart:
Haz: Kollarını gökyüzüne doğru açarak güneşin tadını çıkaran bir deniz kızı.
Peki, haz nedir? Gerçeklikten kaçmak için hazza düşkünlük vardır, çöküş olarak haz; ama bir anı yaşamanın hazzı da vardır, dolu bir deneyim olarak haz. Öğretmenim Gitanjali Hemp’in söylediği üzere: Hüzün bile haz dolu olabilir. Her hissi dolu dolu tatmayı öğrenmek ve bunun güzelliği karşısında hayrete düşmektir haz.
Yara Awad’ın, Miriam Cooke’un Dancing in Damascus [Şam’da Dans] kitabının söyleşisinde dediği gibi: “Uyuşmuşuz gibi hissediyorum, etrafımızda olanlara dair duygularımız nadiren harekete geçiyor. Ama güzel bir vücut çizgisi gördüğümde ya da güçlü bir zıplayış ve o tek hareket için gereken çaba ve acıyı gördüğümde bir titreme geliyor, tekrar ‘hissediyorum’. Dünyada belirleyici bir değişim yaratmak çok zor ama en azından bir kişinin tekrar ‘hissetmesini’ sağlarsam, o zaman bir fark yaratmaya bir adım daha yakınım. Bu yüzden de dans ediyorum.” Hareketimizin gücü ancak ne kadar insan olabildiğimizle ölçülebilir. Eğer aktivist hareketlerimiz birbirimiz için mücadele ederken bizi insanlıktan çıkarıyorsa, özgürleşmiyoruz. Tekrar hissetmemize yardımcı olacak olan nedir?
Amman’da yerinden edilmiş Suriyeli topluluklara İngilizce öğrettim ve öğrencilerime sordum, özgürlük nedir? Ne zaman özgür hissediyorsunuz? Öğrencilerimden biri olan Yusuf dedi ki “’Özgür’ ve ‘dam’ olmadan özgürlük sahibi olmazsın. Damsız özgürlük yoktur. Özgür olabileceğin bir alanın yoksa özgürlüğün olamaz.” [Yusuf ‘freedom’ sözcüğünü free: özgür ve dome: dam olarak çözümlüyor.] Kendi insanları otoriter bir rejimle yüzleşmek için her şeyi riske atmış biri olarak benim derdim özgürlükle. Bizi ondan alıkoyan koşulların ötesine geçen özgürlük alanlarını nasıl tasarlayabileceğimi öğrenmek istiyorum.
Göbek atmanın bir özgürlük pratiği olduğunu söylesem gözlerini devirecek bir sürü aktivist tanıyorum. Hazzın politikası, yapısal baskılara karşı mücadelemizin yanı sıra, özgürlük alanları yaratabilir, materyal dünyada özgür olmasak bile. Siyonizm, sömürgecilik, ataerki, transfobi, sınıfsalcılık, dincilik, sektercilik, Siyah karşıtlığı, totaliterlik, aşırıcılık, rejim baskısı ve savaşın kesişiminde, hazzın politikasına dair belli deneyimlerimizi Orta Doğulu bir perspektiften, daha içeriden ve açıkça ifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu duruş, hazzın anlamını kuramlaştırma yoluyla oyarak ortaya çıkaran kuir Siyah femme şecereye saygı duyar ve onunla ilişki içindedir. adrienne maree brown’un “haz aktivizmi” dediği bir politika biçimidir bu. Ona göre haz “anlamsız şımarıklıkta bir lüks değil, yaşıyor olmanın ölçüsüdür.” Biz “hep beraber hazza ve hasrete doğru yöneldiğimizde mümkün bir özgürlüğü anlamaya başlayabiliriz”. Lorde’un dediği gibi; bir güç kaynağı olarak erotiğe göre ritim tutturmak neşeye dair olan derin kapasitemizi belirler. “Bedenimin müzikle esnediğini ve karşısında açıldığını, en derindeki ritimlerine kulak verdiğini … hissettiğim her düzlemde … ister dans etmek ister bir kitaplık yapmak olsun ister de bir şiir yazmak ya da bir fikri soruşturmak olsun, erotik olarak tatmin edici bir deneyime açılır bu.” Aktivist-ben, beş yıl önce haz aktivizmine dair herhangi bir fikri “ Batılı” bularak reddederdim. Ama bu teorilerin Amerikalardaki kuir Siyah kadınlardan geliyor olmasının bir nedeni var —bütün bir sistem onların emeğinin sömürüsüne dayalı ve buna direnmek için yollar bulup dillendirdiler. Bu yerlerden özgürleşmeye dair yol haritaları hayal ettiler. Audre Lorde, hâlâ Avrupalı-Amerikalı ataerkil paradigmaları altında hareket edenlerin erotik duyuma uyum sağlamakta sorun yaşadıklarını çünkü mantık, iş ve rasyonalitenin kartezyen formlarını önceleyen ve hazzın içkin, duyumsal, kutsal deneyimini geriye atan bir tür bozulma altında hareket ettikleri kuramını ortaya koydu.
ABD’de yerel örgütlenmiş Suriyeli genç gruplarla çalışırken sanat temelli terapileri İngilizce ya da bilgisayar öğrenmek gibi daha “pratik” yetilere önceleyip öncelememek konusunda aktivistler arasında çok fazla tartıştık. Suriye’de olayların sürdüğü yerlerde çalışan aktivistler sanat temelli alanlar yaratmanın —tiyatro, şiir, çizim, yaratıcılığın her çeşidi—kuşatma altında olsalar da, yeraltı tünellerinde çömeliyor olsalar da, çocukların bir tür yaratıcılık hissine erişmesini sağladığını çoktan anlamışlardı ve bu onların özgürleşmesine bir adım daha yaklaşmak demekti. Wadi Deif olarak bilinen bir askeri karargâhı, bir “Ölü kampı”nı, koruyan eski askeri geçiş noktasını, Suriye’nin Umudu adıyla çocukların iyileşme okuluna dönüştüren ve okulun Ma’arat al Numan’daki açılışında bir tiyatro gösterisi ve çocuk konseri düzenleyen aktivistlerin yaptığı gibi. Ya da Quneitra’nın al-Aisha’sında engelli çocuklar için sanat temelli terapi merkezi açan kişiler gibi. Hom’un kenar mahallelerinde çocukların maruz kaldıkları şiddetin somatik olarak iyileşebilmesi için politik tiyatro aktiviteleri düzenleyen Suriyeli organizasyon Khotoat gibi. Böyle yüzlerce örnek var (ama yine de batılı STKlar, Suriyeli mültecilere sanat temelli iyileştirme ve somatik pratikler getirmenin kendilerinden ithal edilen bir fikir olduğunu düşünmekten hoşnut).
Haz bir özgürlük biçimidir. Özgürlük için mücadele ettiğimizde, ona aynı zamanda alelade, hücresel, gündelik bir şekilde erişebiliriz. Arzularımızı ve günlük keyiflerimizi onurlandırdığımızda özgürleşmeye doğru olan patikaları ortaya çıkartırız. Utanç duymak yerine arzularımızı kabul ettiğimizde özgürlüğü daha yakından tanırız. Hazlarımız duyusal ipuçları barındıran bir haritadır ve bu harita bizi ruhumuzun özgürlüğüne doğru götürür. Seni özgür kılan ne? Ne zaman özgür hissediyorsun? Ben göbek attığım zaman özgür hissediyorum. Çıplak ayaklarım toprağa bastığında ve yıldızlara baktığımda, ne olabileceğini hayal ederek. Ne istediğine dair hayal kurmak için, bir anlığına da olsa, çalışmaya ara vererek. Hissedecek, dans edecek, bikiniyle yüzecek bir alana izin vererek, eğer bu bize bu canhıraş dünyada bir tür neşe getirmek anlamına geliyorsa.
*Giriş ve çeviri: dilan de, son okuma: denzi deng
**Bu alanda ‘feminen/dişil’ (toprak, durağanlık, barışçıl enerji, vb.) ve ‘maskülen/eril’ (ateş, hareket, savaşçı enerji, vb.) kullanımlarına çok sık rastlıyoruz. Metnin orijinalindeki ‘feminine’ sözcüğünü direkt çevirmekle beraber ikilik içinde ve kalıplaşmış özdeşliklerle tarif edilen iyileşme ve bakım pratiklerini tartışmaya açmanın ve kuir bir perspektifle yeniden yorumlamanın ihtiyacını hissediyoruz. (dilan de & denzi deng)
Kapak görseli: Nil Yalter, “Başsız Kadın ya da Göbek Dansı” videosundan bir kare, 1974.