Çocukluğumda neredeyse her hafta sonu Kartal’a gezmeye giderdik. Annem, babam, kardeşim hep birlikte meydandaki kebapçıda yemeklerimizi yer, lunaparkta eğlenirdik. Elde uçan balon, mevsim müsaitse bir de dondurma. Meydandaki koca fırça heykelini gösterip, bak bunlar benim fırçalarım diye kandırırdı babam. Öyle zengin değiliz ha, işçilikten (kaynakçılık) esnaflığa (tabelacılık) yeni yeni geçiş yapmış bir babanın yapabileceği kadar işte. Sonra bir keresinde Gülhane Parkı’ndaki şenliklere gittiğimizi hatırlıyorum. Biz Anadolu yakasında yaşayanlar için büyük bir maceraydı. Hayvanat bahçesi, türlü oyuncaklarla dolu park, piknikçiler… Bir de koca bir sahne hatırlıyorum hayal meyal. Çocuk aklımda orada Zeki Metin’i gördüm diye kalmış, meğer değilmiş. Televizyonda o kadar çok izlemişiz ki oyunlarını, sahne görünce onları gördüm sanmışım.
Hangi sırayla oldu bilmiyorum, önce lunapark kapandı sanırım, heykel kayboldu, şenlikler bitti. Bir süre daha Kartal sahilde piknikler devam etti. Sonra biz gittikçe eve kapanır olduk, ailece dışarı çıkmak çok masraflıydı, borçlar vardı, krediler ödenmeliydi. Bol bol televizyon izledik hep beraber, en çok Kemal Sunal’ı, sonra Zeki Metin’i. Tıpkı Pazar günlerinin Barış Manço oluşu gibi. Onların imajında kendi saflığımız birleşti. Büyüdüğümüzde hangi siyasi görüşte oldukları veya kime oy verdiklerini umursamaksızın kahrolduk ölümlerinde. Onların her biri bizim çocukluk hikayemiz, kahkahalarla dolu ailece yaşadığımız mutluluk ânlarımızdı.
Annemi arayıp da o gezmelerin ayrıntılarını sorduğumda sesi hemen cıvıldadı. Diğer taraftan meraklanan babama kızın nostalji yapıyor diye seslendi.
Nostalji.
Barbara Cassin, Nostalji adlı incecik kitabında dev bir soru soruyor: İnsan ne zaman evindedir? Nostos (dönüş) ve algos (acı, eziyet) kelimelerinden oluşan nostalji, 17. yüzyılda İsviçreli askerlerin yurtlarına duydukları sıla özlemini tarif etmek için icat edilmiş bir kelime. Paralı olarak yurtlarının dışında görev yapan askerler bir çoban ezgisi duyduğunda hezeyanlar yaşıyor, ordudan firar ediyor ya da ölüyorlarmış. Bu öyle ciddi bir mesele haline gelmiş ki askerleri yerinde tutmak için bu ezgileri dinlemek yasaklanır olmuş. İşte bu durumu krala izah etmek için nostalji tanımını icat etmiş tıp dünyası.
Askerler sonunda yurduna döndü diyelim, ya peki vardıkları vatanlarını tanıyamazlarsa ne olur? Cassin, Odysseus’un hikâyesinden yola çıkarak, evini tanıyamama halini meşhur tekinsizlik kavramıyla deşiyor. Evinde ama evinde değil. Bu tedirgin edici yabancılığı Freud uzun zaman öncesine dayanan bilindik ve tanıdık özel bir korku çeşidi olarak açıklamıştı. Destanın tercümesindeki bir hata bu korkuyu açık ediyor: kaygı.
‘’Her şey başka bir biçimde görünüyordu ustaya,
Uzun patikalar ve demir atılası limanlar,
Yalçın kayalar ve sık ağaçlar.
Sıçradı havaya, gözleriyle öptü baba toprağını,
Bir inilti koyuverdi, kalçalarını dövdü
Elleriyle ve haykırdı kaygıyla (gerçek çevirisi: sızlanarak konuştu):
‘’ ‘Vay başıma, yine hangi ölümlülerin toprağına düştüm ben?’ ’’(XIII, 194-200) * aktaran Barbara Cassin
17. yüzyıldaki askerlerden haberi olmayan telefondaki annemin tespitine göre sıla hasreti çekiyorum, hem de sıladan ayrılmadan. Yabancılaşıyorum doğduğum, yaşadığım kente, erken yaşta bunamak gibi bir şey bu. Çok değil 25 sene önceki mekânlar artık yok. Çocukluk fotoğraflarımı şu meşhur internette gördüklerimiz gibi güncel ile üst üste koyarak çeksem fonda hep bir inşaat, hep bir rezidans. Henüz çok taze çocukluk hatıralarım ile yaşadığım ânın arasındaki o tıka basa betonla dolmuş boşluk, nereye düştüm ben, dedirtiyor.
Şehir plancısı Kevin Lynch kenti yorumlamak için bir imge repertuvarına başvurur. Öyle ki her şehirli, zihninin bir yerinde nereye ait olduğuna dair bir imge taşır, her yeni yerle karşılaştığında da zihnindeki bu imge ile karşılaştırırmış. Lynch’in yaptığı araştırmaya göre bu eski ve yeni imgeler birbirine ne kadar az uyuyorsa kişiler de yeni ortamları karşısında o kadar kayıtsızlaşıyor. (*aktaran Richard Sennet, Ten ve Taş)
Günümüzde vardığımız noktada, iktidar zihinlerimizdeki her imgeye karşı savaş açmış duygusu uyandırıyor. Keyif duyduğumuz her ne, kim varsa yok etmek için ant içilmiş gibi. Bizler de kayıtsızlaşmamak için üreterek direniyoruz. Tıpkı Barbara Cassin’in aktardığı gibi:
“Bir Alman televizyonu için gerçekleştirilen ve 1964’te yayımlanan bir söyleşide Günther Gauss (Hannah) Arendt’e, doğduğu yer ve zamandaki Hitler öncesi Almanyası’nı özleyip özlemediğini sorar. Arendt cevap verir: ‘Hitler öncesi Avrupası mı? Ona hiç nostalji duymadığımı söyleyemem. Ondan geriye ne kaldı? Ondan geriye dil kaldı.’”
Görsel: Giorgio de Chirico, Ulysses’ Return, 1968