Dizilerdeki romantik komedi kodlarına bakın, esas kızın yanındaki diğer kızların kendi hayatları yok gibidir

KÜLTÜR

Gece Yarısı Diyalogları: Girlfriends ve Frances Ha

New York ve İstanbul arasında 7 saatlik zaman farkıyla beraber gerçekleştirdiğimiz bu diyaloglarda, bir bütünün parçası halindeki anlatılar olarak gördüğümüz filmler üzerinden farklı kadınlık deneyimlerini ve aralarındaki paralellikleri konuştuk. Başta tek bir yazı olarak düşündüğümüz bu söyleşinin derinlere indikçe artan katmanlarla bir yazı dizisine dönüştüğünü kabullendik.

 

Gülsüm: İyi geceler Sezen! Bugün Girlfriends ile Frances Ha’yı konuşuyoruz. Hangisinden başlayalım? Ya da ikisini bir arada mı konuşalım?

 

Sezen: İkisini bir arada konuşarak başlayabiliriz bence. Çünkü zaten aslına bakarsan bunu düşünmemiz de iki filmin bir anda “aa bunlar birbirini tamamlıyor sanki, birbirini çağrıştırıyor sanki, ama birbirinden bir şey almak bakımından değil de bu karakterler sanki ardılı gibi” diye kafamızda yanmasıyla başladı. Daha doğrusu şöyle, bu düşünce ikimizin de kafasında ayrı ayrı dönemlerde oluşmuş ve sonra konuşurken ortaya çıktı “aa evet ben de öyle düşünüyorum” diye birbirimizi gazlayıp bir taraftan da kendi tecrübelerimizle çok sevdiğimizi fark edip bu iki karakteri de ya da bu iki filmi de konuşalım mı ve bununla ilgili bir şey yapalım mı diye düşünüp başladık. 

 

G: Evet ikimiz de hayatımızın farklı dönemlerinde bu iki filmi izlemişiz ve ikimiz de bu filmlerle güçlü bir bağ kurmuşuz. Ben Frances Ha’yı 2014 yılında henüz New York’a taşınmamışken ve hatta bunun olacağından habersizken izlemiştim. Aynı şehre, tam da Frances’la aynı yaştayken (27) gitmiş oldum ilginç bir biçimde. Buraya taşındıktan sonra filmi yeni bir bakışla tekrar izlediğimde kente dair daha önce dikkat etmediğim şeylere odaklandım bu kez. Girlfriends’i de ilk kez bu yıl izledim ve izlerken kaçınılmaz olarak Frances Ha’yla benzerliklerini düşündüm. İki filmin de odağında tanımlarla örülü yetişkin hayatının içinde kendi sesini duymaya çalışan ve sevdiği işi yaparak New York gibi kaotik bir şehirde tutunmaya çalışan genç bir kadın var. Frances, ısrarla asıl alanı olan dans ile kendini var etmek istiyor. Susan ise fotoğraf sanatçısı olarak. Israrla diyorum çünkü Frances, tutkulu olduğu dans yerine başka işler yapmak zorunda kalıyor para kazanabilmek için ama asla danstan vazgeçmiyor film boyunca. Susan da sevmediği halde bir iş olarak düğünlerde ve dini törenlerde fotoğrafçılık yapıyor ama aslında fotoğrafı sanatsal bir pratik olarak hayatında tutmak ve bu şekilde hayatta kalabilmek istiyor. Bununla ilgili Frances Ha’ da en sevdiğim diyaloglardan birisi, Frances’ın yeni tanıştığı birileriyle bir yemekte otururken yanındaki kişiyle arasında geçen diyalog. Adam ona ne iş yaptığını sorduğunda, Frances, “Bunu açıklamak biraz zor.” diye cevap veriyor. Adam, “Yaptığın şey karmaşık olduğu için mi?” diyor, o da “aslında onu gerçekten yapmadığım için. Ben bir dansçıyım. Sanırım.” diye cevap veriyor. Belki de aralarındaki zamansal farktan dolayı karakterlerin yaşadığı deneyimlerin de çok farklı olması beklenebilir. Ama burada daha çok ortaklık dikkat çekiyor bence. Özellikle ikisinde de verilen gündelik hayat mücadelesine baktığımız zaman. Girlfriends’de 1978 New York’unda izliyoruz bu mücadeleyi, Frances Ha’da ise 2012 New York’unda. Burada çamaşırhane sahneleri, iki film arasında sembolik bir bağ kuruyor benim için. Kendim de şu an 2022 New York’unda yaşarken hala çamaşırhaneye gidiyorum evimde çamaşır makinası olmadığı için. Çamaşırlarını bir poşete doldurup, evin dışında bir yerde başkalarının da olduğu ortak bir alanda yıkıyor olmak çamaşır yıkamanın ötesinde her türlü karşılaşmaya ve etkileşime açık bir pratik haline geliyor artık. Bunun bir New York klasiği olarak hala devam etmesi ve iki filmde de karşımıza çıkmış olması ilginç bence. Çamaşırhane bu anlamda görünürdeki bir sembol gibi, gündelik hayattaki güç ilişkilerine dair. Çamaşır yıkama işinin hala en çok kadınların üzerine yıkıldığını düşünürsek. Bir yandan elbette bir mücadele alanı olan kentin dönüşümü ve karakterler arasındaki jenerasyon farkı yadsınamaz ama buna rağmen hayatlarının benzer noktalarında olan Susan ve Frances’in birbirine çok yakın deneyimlerden geçtiğini söyleyebiliriz. İçeriğin dışında Frances Ha’ nın siyah beyaz olması ve genel biçimsel tercihler de filmde zamansız bir ton olmasını sağlıyor bence duygu olarak. O yüzden sanki ne zaman izlersem izleyeyim o ana dair bir şey söyleyecek bana gibi. Girlfriends’ de de benzer bir duygu var bence.

 

 

S: Çok doğru, tam da öyle. Aslında Susan’ın kendi mesleğiyle, günlük yaşantısıyla, özel alanıyla alakalı yaşadığı şeylerin “o zaman öyleymiş, şimdi böyle değil” diyebileceğimiz bir tarafı yok. Benzer aşamalardan biz de hâlâ geçiyoruz. İkisi de aynı zamanda gündeliğe dair de bir şey söylüyor ya (Frances Ha ve Girlfriends). Yani “sıradan hayatlar”a. Sıradan hayatların var olma çabasıyla ilgili de bir şey söylüyor. Bugüne baktığımızda da birbirinden duygusal anlamda da pratik anlamda da çok farklı tecrübeler yaşamıyoruz. Susan’la da Frances’le de aşağı yukarı o ortak tecrübelerden geçtiğimiz -evet bazen coğrafyaya göre bazen zamana göre ayrıldığımız yerler oluyor- orta noktada buluşabildiğimiz, özellikle mesleki anlamda var olma çabasıyla ilgili birçok ortaklık görüyoruz. O zamansızlık dediğin şey de büyük ihtimalle Frances Ha’nın Fransız Yeni Dalgası’ndan ilhamla biçimini oluşturmasıyla bağlantılı bence. Çünkü Baumbach onu yapmaya çalışıyor filmde. Yeni Dalga’nın biçimsel özelliklerini bir büyüme hikâyesi olarak bu sefer 2010’larda New York’taki bir genç kadına atfettiği bir hikâyeye dönüştürüyor ya büyük ihtimalle onunla ilgili. Sonrasında da siyah-beyaz seçimiyle ilgili. Mesela Girlfriends tam döneminin filmi aslına bakarsak. Yani döneminin görsel estetiği, o dönemki şehir ve karakter hikâyelerinin görsel estetiği var. Frances Ha’da ise biçimsel olarak eskiye bakıyor ama bugüne yönelik. İkisini bağlayan bir dili var. O yüzden o zamansızlık çok değerli dediğin gibi.

 

G: Evet, aynı zamanda toplumsal değişimler ve iktidar mekanizmaları üzerine düşünme anlamında da bu filmleri birada izlemenin çok büyük bir faydası oldu bana. Mesela şöyle kolaycı bir düşünme biçimi vardır ya, sanki birtakım şeyler toplumlarda çok hızlı değişebilirmiş gibi mevcut ve yüzeyde olanı sorgulamadan olduğu gibi kabullenme. Yani daha çok görünür olanla ilgili olup bazı meselelerden bahsedildiğinde o eskidendi şimdi öyle bir sorun yok deyip geçmek konuyu kapatır gibi. Burada tabi ki tüm kazanımları yoksayalım demiyorum ama bu kolaycılığın içinde bir tehlike var. Çünkü yerleşik yapılar çeşitli biçimlerde şekil değiştirerek var olmaya devam ederken böyle bir yaklaşım bizi görünür olana hapsediyor. Aksine şimdi tartışmayı daha da genişletmeye ve yeni formlar alan bu yapıları analiz etmeye ihtiyacımız var. Susan ve Frances üzerinden düşününce her küçük şey için ne kadar çok emek verildiğini ve toplumsal değişimlerin hiç de hızlı olmadığını, geride kaldığını sandığımız eğilimlerin farklı biçimlerde yeniden üretildiğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Evet Frances her şeyin dijitalleştiği ve internetin olduğu bir dönemin dinamikleri içinde yaşıyor ve hayatında bambaşka katmanlar var artık. Belki de pek çok yönden daha ‘ileri’ tartışmaların yapıldığı görece daha iyi bir dönem olduğu da düşünülebilir. Ama bir yandan iktidar yapılarının alttan alttan sinsileşerek daha da derinleşmesi söz konusu bence. Çünkü bazı şeyler açığa çıktıkça, sistemler yıkılmamak için yeni yollar dener. Problematik ilan edileni tüm nüanslarıyla beraber tartışmayalım diye daha basit ve kaba tanımlar yapar. Böylece kabaca bir iki değişiklikle meselelerin üstünü örttüğünü zanneder. O yüzden toplumsal dönüşüm dediğimiz şeyin her zaman lineer olmadığının tanınması ve şimdi ile geçmiş arasında bağ kurarak düşünebilmek yüzeyde olanın üstündeki örtüleri kaldırılıp hakiki deneyimlere odaklanmamızı sağlar. Tam da burada gündelik hayatı referans almak çok önemli. Bu sayede ben 2022’de 1978’deki Susan’ın gündelik hayat mücadelesini izleyip onu o döneme hapsetmeden ve bunlar ‘eskide’ kaldı demeden gördüklerimi şimdinin içinde kendi gündelik hayatıma bakarak yeniden analiz ediyorum.

 

S: Çünkü zaman kapıları olan, “Evet bu döneme girdim ve bu dönemden çıktım” gibi bir giriş ve çıkış kapısı olan bir mevhum değil. Kendi içinde tekrarı olan, ileriyle giden, yerinde sayan bir şey olduğu için, o devinimi böyle gerçekleştirdiği için hâliyle 70’lerin de 2000’lerin de birçok yönden birbiri içine geçtiği, sosyal, siyasal, coğrafi olarak birbirine bağlanan ya da birbirinden ayrılan çok yönü var. Öyle bir durumda özellikle bu filmler için belki de dayanışma ve mücadele kültürünü de içinde bulunduran bir durumdan bahsediyoruz. İki filme baktığımızda bu filmler aslında dört farklı karakterin hikâyesi bir yandan da (Susan-Anne, Frances-Sophie). Dördünün de hayattan beklentileri ya da hissettikleri şeyler arasında o birliktelik, o mücadele alanı içerisinde nerede durduklarına dair bir ipucu verebilir. Evet daha çok tek karakterli filmler gibi gözükse de aslında kendi nesillerinin kahramanları. Onlardan öncekilerden ne miras aldıkları ya da onlardan sonra gelenlere ne bırakacaklarına dair de bir alan var belki de. İki filmdeki dört karakter de o nesli temsil eden birileri gibi duruyorlar aslında. Kendi jenerasyonlarını belki dediğin gibi… Ama bu demek değil ki o jenerasyonun zaman kapısı kapandığında bir anda değişiyor. Evet değişen birçok tarafı var. Çünkü evet, dünya değişiyor. Bir kere içinde bulunduğun teknolojiyi (en önemli etkenlerden biri) ele aldığımızda doğduğun dünya bambaşka bir dünya oluyor zaman geçişiyle, mesela Z Kuşağı’nın doğduğu dünyayı düşünürsek. Hâliyle hayata bakış açısının bundan farklı olduğunu tabii ki iddia edemeyiz. Farklı bir noktada artık farklı bir kapıdan bakıyorlar ama bir önceki kapı da kapanmış değil. Belki dediğimiz şey bu. Biz hâlâ zamanın akışında o kapıdan girenler ve başka kapıya yönelenler olarak bazı deneyimi tekrar yaşıyoruz hâliyle. O deneyimleri beraber yaşamamız da özellikle kadın mücadelesinden bahsediyorsak, büyük oranda kesişimsellikten geçiyor. Bu sadece feminizm için değil kuşaklar arasındaki kesişim için de geçerli bana kalırsa. Birbirimizi anlayabilmek ve yol alabilmek için bunu da anlamak gerekiyor. O yüzden dediğin önemli bence. Çünkü o dönem, 70’ler ve 70’lerde yaşananlar bitmiş değil ya da o dönemde verilen mücadeleler içinde sonuç alınanlar da var henüz sonuç alınmayanlar da. Bir sürü şey söyleyebiliriz. Bedenle ilgili, yasalarla ilgili, tahakkümle ilgili, beden üzerinde sürekli baskı kurmaya çalışan yöntemlerle ilgili… Ve bunlarla ilgili bir sonuç alınması, o mücadelenin devamı belli yıllarla sınırlı değil ki, sadece bir yıl süren, beş yıl süren bir şey değil ki. Otuz yıl, elli yıl boyunca sadece bir konu hakkında da mücadele sürebiliyor. Elli yılın ardından bir sonuç alınabiliyor. Ya da tam tersi alınan sonuçlar üzerinden yeniden bir tahakküm mekanizması ortaya çıkabiliyor. Mesela feminizm için konuşursak kapsayıcılığı bir kenara atan ve trans dışlayıcılıkla beden üzerinde yeniden bir tahakküm mekanizması çalıştıran bir “feminizm” ortaya çıkabiliyor. Yeni nesiller bu sefer başka ayrımcılıklara maruz kalabiliyorlar, böyle olunca mücadele bu sefer yeniden bu ayrımcılıklara, dışlayıcılıklara ses çıkararak kendini yenileyebiliyor. Ve bunların hepsi birbirine eklemleniyor. Bu da bence kapsayıcı feminizmin sürekli devinim hâlinde olmasıyla ilgili.

 

G: Evet. Clauida Weill (Girlfriends’ in yönetmeni) bir röportajında, ben 50’lerde büyürken filmlerde başrolde hep geleneksel anlamda ‘güzel’, çoğunlukla sarışın, ‘başarılı’ ve erkekler tarafından tercih edilen genç bir kadın karakter, yan rolde de onun en yakın arkadaşı olan, genelde ‘hafif kilolu’, belki biraz ‘garip’, esprili ve erkek arkadaşı olmayan bir kız olurdu diye tarif ediyor. Öznenin kim olduğunun seçimi tamamen politiktir diye altını çiziyor bunu söylerken. Kendi hayatında da kendisinin bu yan roldeki kız olduğunu ve Girlfriends’i çekerken, kimsenin hayatını merak etmediği o kızı filmin başrolü yapmak istediğini söylüyor. Burada bahsedilen tabi ki işin sadece bir boyutu ve henüz 70’lerde yeni yeni tartışılan noktaları. Bu hiçbir derinliği olmayan ve filmdeki tek görevi asıl kişinin en yakın arkadaşı olmaktan ibaret olan karakter, egemen bakışın dışladığı ve marjinalleştirdiği herhangi bir toplumsal gruptan da olabilir. Başroldeki beyaz oyuncunun yanındaki siyah arkadaşı mesela, şu anda hala en çok karşımıza çıkan örneklerden ne yazık ki. Burada aslında bir çeşit ‘ayrıcalık’ spektrumundan bahsedebiliriz. O spektrumun neresinde olduğumuza göre hikayemizin değer kazanması ve görünür olması asıl mesele. Claudia Weill, Susan’ı odak noktasına koyarak onun hayatının da izlenmeye değer olduğunu göstermek istediğini söylüyor. Yıllar sonra Frances Ha’ da da filmin benzer bir yerden kurulduğunu görüyoruz, çünkü aslında pek çok şey artık başka biçimlerde karşımıza çıksa da geçerli. Demin de bahsettiğim gibi birkaç temsili örnek üzerinden uzun yıllar içinde oluşmuş bu sistematik ayrımcılığın ortadan kalktığı argümanı tam da egemen olanın yarattığı illüzyonu kabul etmek bence. Şu an Hollywood’da büyük bir kırılma yaşanıyor ‘çeşitlilik’ adına. Bakın sizi de temsil ediyoruz, her şey artık değişiyor, bakın farklı kimliklerden insanlara ödül veriyoruz dedikleri bir temize çıkma süreci. Ama bu tam bir ‘performatif çeşitlilik’ yani hakiki anlamda derinlemesine bir özeleştiri ve değişimden çok belli kutulara tik atarak performatif bir şekilde artık eskisi gibi olmadığını göstermek. Buradaki sinsiliği şu örnek üzerinden konuşabiliriz; ‘Artık daha fazla beyaz olmayan oyuncu başrolde.’ Evet bu ilk bakışta doğru gibi. Ama bu ‘beyaz olmayan’ oyuncular neye göre tercih ediliyor? Bunun içinde o kadar çok detay var ki. Mesela siyahların arasında en çok konuşulan şey, çoğunlukla seçilen siyah bir oyuncunun eurocentric yüz hatlarına sahip olması. Yani hala aslında beyaz bir insana benziyor ama esmer gibi. Ya da bu oyuncu erkek olduğunda biraz daha koyu tenli biri seçilebiliyorken, kadın olduğunda illa açık tenli bir siyah kadını seçme ısrarı. Daha da ötesi aslında bize beyaz olmayan oyuncular gösterirken yüzde doksan ‘racially ambiguous’ yani ırksal olarak belirsiz ve melez kişileri seçmeleri. Böylece hem temsil kutusuna tik atabiliyorlar bir görevi yerine getirir gibi yapay bir şekilde, hem de gösterdikleri kişi hala beyazlık özellikleri de taşıdığı için ‘rahatsız’ etmiyor. Bütün bunları tartışmayalım diye bize işte onları da temsil ettik deyip konuyu kapatıyorlar.

 

S: Çok haklısın ve sen anlatırken aklıma geldi. Şimdi madem filmlerden bahsediyoruz ve bu konuşma fikri zaten ilk başta bu iki film özelinde gelişti, düşünüyorum da hani sen dedin ya “Diyorlar ki işte Moonlight ödül aldı.” Ama sadece bir filmden bahsediyoruz. Bir sürü beyaz egemen senaryonun, bakışın, yönetmenliğin ve ödül sisteminin olduğu bir yerde bir iki film ancak ödüllendirildi bu geçen zaman içerisinde. Bunun yanında ben herhangi bir çeşitlilikten de bahsedemiyorum. Yani hangi filmin kadrosunda ana karakterlerin gerçekten o stereotiplerden ya da o egemen bakıştan kurtulduğunu, tamamıyla kurtulduğunu -bu arada birkaç karakter olabilir. Bu değişimi gösteriyor ya da göstermeye çalışıyor olabilir senaryolar- söyleyebiliriz? Tamamen sinema dilini değiştirebilen kaç tane filme denk geldik bu geçen yıllar içerisinde? Kaç tane filmin ödüllendirildi? Ya da o egemenin konumuna yaklaştığını, onunla aynı kategoride yer aldığını ne kadar gördük? Oscar’ı ele alalım mesela. En çok konuşulan ödül organizasyonlarından biri ve bu bahsettiğimiz beyaz egemenliğini bire bir gördüğümüz bir yer. Uluslararası Film Kategorisi, bu adı henüz 2020’de aldı. Yabancı Dilde En İyi Film’di o kategorinin adı. Güney Kore yapımı bir filmin En İyi Film Ödülü’nü alması Oscar tarihinde tek. Siyah kadın oyuncu deyince ödüllendirilenler arasında sanıyorum bu kadar yılda sadece dokuz oyuncu var. Orijinal senaryoda siyah bir senarist ilk defa 2018’de En İyi Orijinal Senaryo ödülünü aldı (Jordan Peele’in ödülü). Cannes Film Festivali’ne bakalım. Siyah bir jüri başkanı. Bir kişi. Spike Lee’nin 2021’deki Cannes jürisine başkanlık yapması. Yani sinema sektöründe egemen festivallerin ya da ödül organizasyonlarının içinde bu çeşitliliğin konuşulduğu dönemlerde dahi kapsayıcılık fazla değil. Kaldı ki bu çeşitlilik çoğalacak da işte demin o senin bahsettiğin örnekteki gibi “artık daha fazla beyaz olmayan oyuncu başrolde” denecek filan. Öyle bir dünya zaten yok ve olmamış ki, baskı kuran, ayrıcalıklı tarafın kendi tahakkümleri için kurduğu cümleler bunlar hep. O egemenin kendini üstün görmeye devam etme çabasından kaynaklanan yakarışlar. Hâlâ bir şey değişmiş değil. Sadece biz bu değişimin henüz başlangıç olduğuna dair sesler duyuyoruz. Sadece adımlar var şu an duyduğumuz. Ve o yüzden buna değer veriyoruz zaten, “en azından başladı” diye. Başlamış olması bile zaten başlı başına çok kıymetli çünkü bu adımları bekliyorduk. Biraz önce bahsettiğimiz konu gibi aslında. Bir anda alınan sonuçlar değil aradan yılların geçiyor. Kaç yıllık Oscar tarihinde sayılı isimden bahsediyoruz. Onların dışında kalanlar egemen ve “makbul” bakışı, kişiyi, toplumu ödüllendirmiş ya da onu öne çıkarmış. Susan’ın meselesinde de öyle. Mesela Claudia Weill’in dediği şey aslında şuna tekabül edebiliyor: Özellikle romantik komedilerde basmakalıp esas kız ve esas kızın “yancısı” prototipinde o “yancı” olan kızın aslında kendine dair bir hayatı olduğunu bile görmeyiz. Hâlihazırda pek de değişmiş değil bu. Özellikle dizilerdeki romantik komedi kodlarına bakın, esas kızın yanındaki diğer kızların kendi hayatları yok gibidir. Birinin karakter olarak kendi hayatının olmaması bence politik anlamda çok net bir şey söyleyen bir durum. Yani film dili o karakter için şunu diyor: Bu kişinin bir hayatı yok. Ya da bu kişinin bir hayatının olup olmaması beni zerre ilgilendirmiyor. Sinema karaktere hayat alanı sağlar ya, bir ses sağlar. Bir hikâye sunma aracıdır ya sinema. O yönetmenin sinema dili o karaktere hayat alanı vermiyor. “Bu insanın hayatı yalnızca yanındaki esas olan kişinin hayatıyla bağ kurarsa sana ulaşabilir ancak, yoksa zaten ulaşmayacaktı bile.” diyor.  O ulaşabileceği alan da işte egemen olan erkek bakışa hizmet eden kadın figürünün üzerinden var olabilen bir alan ya da beyaz, heteroseksüel erkek üzerinden var eden bir şey. Onun dışında bir hayat dahi vermiyor etrafındaki insanlara. Şu anda değiştiğini söyleyemeyiz bile. Anlatıya bakışın değişmesiyle ilgili sektör tarafında adım adım gelişmeler olduğunu söyleyebiliriz. Bu değişimin ilerlemesi ve hızlanması için, desteklenmesi gerekiyor. “E yapıyoruz, yeter” denmesi değil, senin de bahsettiğin gibi o sinsilik tuzağına düşmemek için. Tamam yapılıyor da bu oldu bitti denilecek bir süreç değil ki

 

G: Evet, yapıldığına dair bir delil olarak sürekli vitrinde duruyor ama bu tam da yapılmadığını söyleyen bir şeye dönüşüyor bir süre sonra.

 

S: Bir de numune gibi.  Şu da olabilir, bu çeşitliliği sağlayacak film “iyi” film de olmayabilir. Birçok örneği olmalı ki biz içinden iyisini kötüsünü, iyi senaryosunu, derinliğini, yönetmenliğini, bakışının nasıl olduğunu, tarzının, akımının, türünün nasıl olduğunu nasıl çeşitlenebileceğini konuşalım. Mesela bu sinemada birçok türe de etki edebilir, romantik komedisinden tut korku türüne… Korku türünde erkek bakışı, kadını bakışı nasıl değişiyor bunlara bakalım. Komedi nasıl değişiyor, eril dil nasıl değişiyor, eril mizah nasıl değişiyor mesela. Her şeye etki etmesi için birçok örneği olmalı zaten. Birçok örneği olması için de sektörün o çoğunluğa ve “makbul” olana alan açan yapıdan uzaklaşması gerekiyor. Numunelik, “e yapıldı” denilen ve göstermelik alan açılan bir iki örnekle zaten biz nereye kadar ilerleyebiliriz ki? Başlangıç hâlinde kalır o. Aradan bu kadar yıl geçmiş, işte 2012-2013 Frances’in zamanına geldiğimizde hâlihazırda -hatta bunu seninle bu konuşma fikrini oluştururken “bunları konuşalım” dediğimizde sen bahsetmiştin zaten- yine beyaz bir hikâyeden bahsediyoruz aslına bakarsak. Bu hikâyelerin çeşitlenmesi için bizim başka toplumlardan, başka ırklardan, başka coğrafyalardan insanların, aynı yaş gurubundan, aynı meslek grubundan ya da ne bileyim aynı zaman aralığından insanların hikâyelerine ulaşabilmemiz için bir sürü hikâyenin yaratılması gerekiyor zaten ki bir karşılaştırma, bir çeşitlendirme yapabilelim. Biz hâlâ mesela şu anda bile Frances’i konuşurken o beyaz hikâyeden çıkamadığımızı görüyoruz. Yeni bir şeyler söylüyor. Sevdiğimiz bir film olması üzerine konuşuyoruz zaten ama çeşitlilik anlamında hâlâ bir yerde bekliyoruz. Frances Ha’nın farkı ne Girlfriends’den? Ya da ikisinin benzerliği ne dediğimizde yine bir şehirde tek başına hayatını kurmaya çalışan bir kadının hikâyesi. Ve aslında mesela Frances’in de bu “güzellik” kavramına, çok net bir şekilde altını çizmese de zıt bir yerde durduğunu görüyoruz. Mesela dansçı ama o “kabul gören” dans kalıbına uymayan bir kadın. Dans ekibi onu bu “hantallığından” dolayı kendi “mükemmel” dansçıları arasına katmıyor. Ve onu daha bir o çemberin dışına atma, birazcık daha “sen ötede dur” tavrı sergileme ve Frances’le hayali arasına bir çizgi çekme durumu var. Aslında bu biraz da Frances’in fiziksel özelliklerine atfedilmiş bir durum. Onu bu dünya içerisinde yalnız bırakan bir şey. Hayaline ulaşmasını engelleyen bir şey. Frances de işte o erkek bakışının öne sürdüğü “mükemmel” kadın karakter değil. Burada şunu da görüyorum, Sophie de buna takılan bir karakter değil.

 

Konuşmamızın bu bölümünde Frances Ha ve Girlfriends’in benzerlikleri ve farklılıklarından yola çıkarak sinemada temsil konusunu konuştuk. Devamında ise yine temsilden yola çıkarak kişisel olanın politikliği ve sinemada öznel dilin gücü meselelerine değineceğiz. 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Sandığı Kadar Modern Olmayan Emre’nin Dramı
Yeni Kitabı, Feminizm, Akademi ve Sosyal Medya Hakkında Angela McRobbie ile Röportaj
Seda Sayan’ın Efsane Atarı

Pin It on Pinterest