Geceyi Geri Al yürüyüşü bizim duygusal özümüze hitap eder. Biz kadınların geceden özellikle korkması gerekir. Gece, kadınlara tehlike vaat eder. Bir kadın için gece sokakta yürümek yalnızca taciz edilme riski altında olmak değildir, aynı zamanda – erkek egemen anlayışa göre- taciz edilmeyi istemek, “aranmak” anlamına gelir. Gecenin hudutlarını aşan kadın, uygar davranışın temel kuralını bozan bir kanun kaçağıdır: iffetli bir kadın gece dışarı çıkmaz, hele de yalnız başına ya da sadece diğer kadınlarla birlikte. Gece tasması olmadan dışarı çıkan kadın, sürtük veya yerini bilmeyen mağrur bir orospu olarak görülür. Gece polisleri – yani tecavüzcüler ve ava çıkmış diğer erkekler – gece yasalarını uygulama hakkına sahiptir: kadını sinsice izlemek ve onu cezalandırmak. Hepimiz kovalandık ve pek çoğumuz yakalandık. Uygar toplumun kurallarını bilen bir kadın, kendisini geceden sakınmasını bilir. Fakat kadın iyi bir kız olup kendini içeri kilitlese bile gece içeri izinsiz girmekle tehdit eder kadını. Pencerelerden sızan, borulardan aşağı inen, kilitleri açan, bacadan düşen yırtıcı hayvanlar dışarıdadır ve beraberlerinde geceyi getirirler. Bu avcılar mesela vampir filmlerinde romantikleştirilir. Avcılar duman olur ve belli belirsiz çatlaklardan içeri süzülürler. Yanlarında seks ve ölüm getirirler. Kurbanları geri çekilir; sekse direnirler, ölüme direnirler, ta ki tüm bunların heyecanına kapılıp bacaklarını açana, çıplak boynunu uzatana ve aşık olana kadar. Kurban tamamen teslim olduktan sonra gece daha fazla dehşet barındırmaz çünkü kurban zaten ölmüştür. Kadın çok tatlı, çok feminen ve çok ölüdür. İşte böyle, bu sözde romantizmin özü anlamlı bakışlarla süslenmiş tecavüzdür.
Gece romantizm zamanıdır. Erkekler, tıpkı hayran olunan vampirler gibi kur yapmaya giderler. Vampir gibi ava çıkarlar. Gece, sözde romantizme ruhsat verir ve romantizm tecavüze dönüşür. İçeri girmek için zorlanan ikamet bazen ev, her zaman beden ve bazılarının ruh dediği şeydir. Kadın yalnızdır ve/veya uykudadır. Erkek ya doyana ya da kadın ölene kadar ondan içer. Kur yapmanın geleneksel çiçekleri, kurban öldürülmeden önce teslim edilen mezar çiçekleridir. Ceset giydirilir, hazırlanır, yatırılır ve bir ritüel eşliğinde ihlal edilerek sonsuz kullanıma adanır. İradenin ve kişiliğin tüm ayrımları yok olur ve ve yok etme işlemini tecavüzcünün değil de gecenin yaptığına inanmamız beklenir.
Erkekler, geceleri bizi silmek için kullanır. Erkeklerin bir otorite saydıkları Casanova “lamba söndüğünde, bütün kadınlar aynıdır,” der. Bir kadının kişiliğini, bireyselliğini, iradesini ve karakterini imha etmek erkek cinselliği için ön koşuldur. Dolayısıyla gece erkeğin cinselliğini kutlamaya adanmış bir zamandır çünkü etraf karanlıktır ve karanlıkta görmemek, kadının kim olduğunu seçememek daha kolaydır. Tüm hayattan ama özellikle kadınların hayatından nefretle sarhoş erkek cinselliği vahşice koşabilir, rastgele kurbanlar avlayabilir, saklanmak için karanlığı kullanabilir, karanlıkta kendine teselli, onay ve sığınak bulur.
Gece erkekler için büyülüdür. Fahişeleri gece ararlar. Güya sevişmelerini gece yaparlar. Sarhoş olup sokaklarda sürü halinde gezmeleri geceleyin olur. Eşlerini gece becerirler. Cemiyet partilerini gece verirler. Sözde baştan çıkarmalarını gece yaparlar. Üstlerine beyaz çarşaflarını geçirip haç yakmaları gece olur. Kristal Gece, Alman Nazilerin tüm Almanya’da Yahudilerin dükkanlarını ve evlerini bombaladığı, yağmaladığı ve camlarını kırdığı gece; gece sona erdiğinde tüm Almanya’yı kaplayan kırık camlardan ismini alan Kristal Gece; Nazilerin buldukları, kendilerini güvenli bir şekilde içeriye kilitleyememiş tüm Yahudileri dövüp öldürdüğü Kristal Gece, gelecek katliamların habercisi Kristal Gece, gecenin simgesel bir örneğidir. Gündüzün değerleri gecenin takıntısı olur. Nefret edilen herhangi bir grup geceden korkar, çünkü geceleri tüm hor görülenler tıpkı kadınlar gibi muamele görür; av olarak, dövülmek, öldürülmek ya da cinsel şiddete hedef olarak. Geceden korkarız çünkü erkekler geceleri daha tehlikeli hale gelir.
Belirgin ırkçı karakteriyle Birleşik Devletler’de, karanlık korkusu çoğunlukla bilinçaltında siyah korkusu, özellikle de siyah erkek korkusu olarak manipüle ediliyor. Böylece milli mirasımız olan tecavüz ve siyah erkek arasında kurulan geleneksel bağ güçlendiriliyor. Bu bağlamda, siyah gece imgesi siyahın kendiliğinden tehlikeli olduğunu önerir. Böylece gece, siyah adam ve tecavüz arasındaki ilişki tartışılmaz olur. Gece yani seks zamanı aynı zamanda ırkın, ırksal korkunun ve ırkçı nefretin zamanı olur. Güneyde geceleri kastre ve/veya linç edilmek için aranan siyah erkek, ırkçı Birleşik Devletler’de tehlike taşıyıcısı, tecavüz taşıyıcısı olur. Irkı sebebiyle küçümsenen erkeğin bir günah keçisi ve tüm erkekliğin cinselliğini barındıran bir sembolik figür olarak kullanılması tipik bir erkek üstünlükçüsü stratejisidir. Hitler aynısını Yahudi erkeklere yapmıştı. Birleşik Devletler kentlerinde, fahişe popülasyonu ağırlıklı olarak siyah kadınlardan oluşur: Geceleri yaşayan prototip kadın figürü ve yine günah keçisi, erkek tarafından tanımlanan kadın cinselliğinin, kadının mal olarak görülmesinin sembolleri. Ve böylece kadınlar için gece, cinselliğin ve aynı zamanda ırkın zamanı olur: ırkçı sömürü ve cinsel sömürü iç içe geçmiştir, bölünemez. Gece ve siyah, seks ve ırk. Siyah erkekler bütün erkeklerin yaptıklarından dolayı suçlanır; siyah kadınlar tüm kadınların kullanıldığı gibi kullanılırlar. Fakat hukuk ve toplumsal gelenek sadece onları ve yoğun bir şekilde cezalandırır. Her gece yaşanan bu acımasız düğümü çözmek için biz geceyi geri almak zorundayız ki ne ırk ne cinsiyet bizi yok etmek için kullanılabilsin.
Gece bütün kadınlara tek bir seçim sunar: ya tehlike ya hapis. Mahpusluk da çoğunlukla tehlikelidir oysa. Hırpalanmış kadınlar mahpustur. Evlilik içi tecavüze uğramış bir kadın büyük ihtimalle kendi evinde tecavüze uğramıştır. Fakat hapisle bize tehlikenin azalacağı vaat edilir ve hapsolduğumuzda da tehlikeden kaçınmaya çalışırız. Kadınların tarihi bir mahpusluk hikayesidir: fiziksel kısıtlama, bağlanma, hareket yasağı, hareketin cezalandırılması. Şimdi yine nereye dönsek kadınların ayakları bağlı. Eli ayağı bağlı kadın figürü, durumumuzun mecazi olmayan amblemidir. Ve nereye dönsek bu esaretimizin kutlandığını görürüz. Aktör George Hamilton, yeni Kont Dracula’lardan biri, şunu ileri sürüyor: “Bütün kadınların onu kelepçeleyen karanlık bir yabancı fantezisi vardır, Vanessa Redgrave ile yürüyüş yapma fantezileri değil.” Hamilton, bizim Vanessa Redgrave ile yürüyüş yapma fantezimizin olduğunun farkında değil gibi görünüyor. Esaret altındaki kadınların erotik kutsanışı çağımızın dini ve kutsal kitapları ve filmleri -tıpkı bağlı ayaklar gibi- her yerde. Esaretin önemi hareket özgürlüğünü kısıtlamasındadır. Hannah Arendt şöyle yazıyor, “Özgürlük kelimesini duyduğumuzda aklımıza gelebilecek tüm özgürlüklerden en eski ve en temel olanı hareket özgürlüğüdür. İstediğimiz yere gitmek özgür olmanın en prototipik işaretidir, zira hareket özgürlüğünün kısıtlanması kadim zamanlardan beri köleliğin ön koşuludur. Hareket özgürlüğü, eylemin de ayrılmaz bir koşuludur ve erkekler özgürlüğü esasen eylem içerisinde deneyimlemektedir.” Erkekler özgürlüğü ve hareket özgürlüğünü deneyimliyorlar ama kadınlar için aynı şey geçerli değil. Hareket özgürlüğünün diğer tüm özgürlüklerin ön koşulu olduğunu kabul etmeliyiz. Önem sıralamasında hareket özgürlüğü, ifade özgürlüğünden önce gelir çünkü o olmadan ifade özgürlüğü de aslında var olamaz. Yani özgürlük için mücadele ederken başından başlamalıyız ve hiç sahip olmadığımız hareket özgürlüğü için savaşmalıyız. Gerçek şu ki karanlık bastırdıktan sonra dışarıda olmaya iznimiz yok. Dünyanın bazı yerlerinde, dışarısı kadınlar için tamamen yasaklı fakat biz bu örnek demokraside gün boyunca etrafta yarım aksak yalpalamaya izinliyiz ve elbette bunun için minnettar olmalıyız. Minnettar olmalıyız çünkü özellikle işlerimiz ve güvenliğimiz bu minnetin neşeli bir uyumluluk, tatlı pasiflik ve itaat yoluyla ifadesine bağlı – memnun etmemiz gereken erkeğin zevki hangisini gerektiriyorsa. Hapse, içeri kilitlenmeye, bağlanmaya, tıkılmaya, tutulmaya, fethedilmeye, sahip olunmaya, alıkonmaya, hareket etmek için kurulması gereken oyuncak bebekler olmaya direnmeye hazır değilsek: minnettar olmalıyız. Kadınların bağlanma, aşağılanma ve kullanılma görüntülerine karşı çıkmaya hazır değilsek minnettar olmalıyız. Hareket özgürlüğümüzü talep etmeye, hayır talep etmeye değil almaya hazır olmadığımız sürece minnettar olmalıyız çünkü biliyoruz ki eğer özgürlük istiyorsak bu, sahip olmak istediğimiz diğer tüm özgürlüklerin ön koşulu. Minnettar olmalıyız, Portekiz’in Üç Maria’sı gibi “Yeter. Haykırma zamanı: Yeter. Ve bedenlerimizle etten bir duvar örme zamanı,” demeye gönüllü değilsek minnettar olmalıyız.
Ben erkeklerin küçük iyiliklerine karşılık yeterince minnettar kaldığımızı düşünüyorum. Minnettar olmaktan hepimize gına geldiğini düşünüyorum. Sanki rus ruleti oynuyormuşuz gibi, her gece şakaklarımıza bir silah dayanıyor. Ve her gün, hayatta kaldığımız için garip bir biçimde minnettarız. Her gün bir gece sıranın bize geleceğini unutuyoruz; o rastgele artık rastgele değil, belirli ve kişisel olacak. O belki ben olacağım, belki sen, belki de kendimizden çok daha fazla sevdiğimiz biri. Her gün, elimizdeki her şeyi takas ettiğimizi ve karşılığında hiçbir şey almadığımızı unutuyoruz. Her gün elimizdekiyle yetiniyoruz ve her gece ya esir ya suçluyuz – ve iki ihtimalde de zarar görüyoruz. “Yeter” diye haykırma zamanı ama “yeter” diye haykırmak da yeterli değil. Vücutlarımızı “Yeter” demek için kullanmalıyız, vücutlarımızla bir barikat oluşturmalıyız. Bu barikat okyanus gibi hareket etmeli ve bir okyanus kadar heybetli olmalı. Bu geceyi ve her geceyi geri almak için kolektif gücümüzü, tutkumuzu ve dayanıklılığımızı kullanmalıyız ki hayat yaşamaya değer olsun, insanlık onuru gerçeğe dönüşsün. Bu gece burada yaptığımız işte bu kadar basit, bu kadar zor ve bu kadar önemli.