Bir önceki gece Türkçenin ilk romanlarındaki Avrupalı kadın tiplerinin hep baskın, güçlü kadınlar olduklarından söz ederken bu gece için bu dominant kadın tipinin aklıma getirdiği Halit Ziya Uşaklıgil’in “Bir Şi’r-i Hayal” (1914) hikayesinin merkezde olacağı bir yazı vadetmiştim. “Şadan’ın Gevezelikleri” üst başlığı altında Avrupa’dan yeni dönmüş Şadan isimli bir Osmanlı gencinin Avrupalı kadınlarla yaşadığı maceralarının anlatıldığı hikaye dizisinin ilki olan “Bir Şi’r-i Hayal”de Şadan karakterinin ulaşamadığı ve bu nedenle de çok etkilendiği tek kadının hikayesini okuruz; daha doğrusu Şadan’ın bu kadınla ilgili hayallerini. Palavracı Şadan’ın şenlikli Avrupa maceraları başka bir gecenin mevzusu olacak kadar eğlenceli ve ironik ama şimdilik bu ilk hikaye ile yetinelim.
Şadan, Paris’te bir sokak balosunda “Askerlik ve kadınlığın tezatından icat olunmuş” kıyafeti ile her tarafından şuhluk saçılan bir kadına rastlar. Kadının yanında beş on dakika en fazla yarım saat sokakta yürüyen Şadan, olayı hikaye dizisinin anlatıcısı olan arkadaşına aktardığı zaman, üzerinden aylar geçmesine rağmen hala o kadını düşünmektedir çünkü o aslında hiç ulaşamadığı bir hayal kadındır. Bu adeta onu önceleyen tüm Avrupalı kadın fantazilerinin kristalize olmuş halidir. Şadan’ın anlattığı hikaye ise tam bir “kölelik ve disiplin, baskınlık ve itaat” fantazisidir. İpek uzun çorapları, parlak çizmeleri ve mini mini kamçısı ile Şadan’a emretmekten memnun bu hayal kadının (batılı kadın) karşısında Şadan (doğulu erkek) titreyerek ve tapınarak onun emirlerini bekleyecek ve itaat eden bir esir olacaktır. Şadan’ın (doğulu erkeğin) fantazisi budur.
İlginç olan bu metni önceleyen romanlarda zayıf erkek karakterler şehvetin esiri oldukları için bu pozisyona düşerken Şadan bu pozisyonu olumlayarak hayal ve arzu etmektedir. O bunu özenilecek bir şey olarak aktarır, oysa Tanzimat romanı züppelerinin bu hallerini oldukça detaylı tarif eden yazarları onların içine düştükleri durumu zelilleştirmekteydiler. Bir parça genellemeyi göze alarak söyleyecek olursam bu ilk romanlarda, didaktik amaçlı bile olsalar, yaratılan Avrupalı kadın imgesi, eril fantazi için üretilmiş “Amirlik vakarıyla kamçısını çizmelerine vuran” bir kadındır. Tıpkı Şadan’ın hayalindeki “atlas nikaplı” kadın gibi müstehzi bir eda ile etrafına emirler yağdıran iktidar sahibi bir kadın. Bu fantazinin cinsel çağrışımları ise o kadar açıktır ki ayrıca işaret etmek sanırım gereksiz.
Elindeki kırbacı çizmelerine vurarak yürüyen kadın ona sarkıntılık eden bir adama “indir pençelerini aşağı” emri ile sesini yükselttiği anda Şadan ona tutulmuştur. Kısacık bir yürüyüşten sonra iyi akşamlar diyerek ayrılan kadının ardından Şadan ne hayaller kurar: Onun peçesini bile kaldırmadan karşısında titreyerek emirlerini bekleyecektir. O bana emretmekten hoşnut ben ona itaat etmekten mesut, o hep ağırbaşlı ve vakur ben hep muti ve esir diyerek durumu resmetmekle kalmaz, neler konuşacaklarını da kurar. Kadın ona “selam dur!” diye bağıracak karşısında emirlerini bekleyen adama merhamet ettiğinde ise rahat dur iznini verecektir. O vakit çizmelerine kapanıp kadını öpmek isteyen Şadan ona doğru atılacak ancak kadın yine sert bir eda ile müstehzi bir şekilde amirlik vakarı ile onu durduracaktır. Şadan’ın hayal ettiği sözler arrrş marrş türünden emir sözleridir ve onun dudaklarından bu sözler karşısında yalvararak aşk sözleri dökülecektir. Diğer maceralarda karşısına çıkan tüm kadınları elde eden Şadan’ı en çok heyacanlandıran bu gerçekleşmeyen kırbaçlı fantazisidir.
Bu duruma sadece Şadan’ın hayallerinde rastlamayız. Baskın Avrupalı kadın hikayelerinin bir yan izleği olarak sık sık erkeklerin kadınlara köle olduğu durum ve sahnelere rastlanır ilk dönem Osmanlı romanlarında. Bu kimi zaman erkeğin bir hayalidir, kimi zaman gerçekten böyle bir kare yaşanır, kimi zaman da taraflar öyleymiş gibi rol yaparlar ama ne olursa olsun yazarların ortak bir “fantazisi” olarak kadına kul köle olmuş erkek modeli söz konusudur.
Tanzimat romanlarında çekingen, zayıf, efemine, züppe erkek karakterler—ki bu mevzu da bize ayrı bir gece anlatısı vadediyor gibi—adeta bir klişe olarak tekrar eder durur ama benim burada işaret ettiğim mesele ürkekliğin ya da geri adım atmanın bir adım hatta birkaç adım ötesi. Kadına mecaz olarak değil sözlük anlamı ile köle olmuş adamlar. Örneğin, Nabizade Nazım’ın Zehra (1894) romanının Suphi’sine bir bakalım. Suphi’nin köleleşmesine giden yol da elbet şehvetten geçer. Onun karşısına şehvet iki farklı maskeyle çıkar: önce Çerkes bir odalık olarak, daha sonra da tehlikeli ve şehevi bir Rum “fahişe” olarak. Onu esir alansa Rum fahişe Ürani’dir. Ürani sahnede belirdiği ilk andan itibaren “şuhane, şivekarane (işveli)” gibi sıfatlarla anlatılır. Zaten Zehra tarafından kocası Suphi’den intikam almak için tutulmuş olan Ürani’nin vazifesi onu baştan çıkartmaktır.
Bir gün Suphi’yi evine davet eden Ürani onu “gayet açık saçık surette giyinmiş”, “işvebazane bir tavır ile karşılar”. Tıpkı İntibah (1876) romanında Mehpeyker’in Ali Bey’i adeta bir çocuk gibi soymasına benzer bir biçimde Ürani de “işve kesilmiş” bir halde Suphi’yi soyar ve ona temiz bir entari giydirir. Bu gecenin ardından Suphi’nin gözü Ürani’den başka bir şey görmez. “Gözü bağlı olarak bir aşüftenin dam-ı ihtiyaline (aldatmalarına, tuzaklarına) tutulup gitmekte olduğunu hisset”se bile buna engel olmaz. Ürani için seçilen sıfatlar hep şehvet ve işve kelimeleri etrafında dolanmakta, bahsi edilen ilişki ise karşılıklı bir gönül ilişkisi olmaktan ziyade tamamen tensel çekime, içkinin tesirine ve Ürani’nin tuzaklarına dayanan bir oyun olarak adlandırılmaktadır. Suphi acemi bir genç olarak her türlü aldanmaya hazır, kandırıldığının farkında olsa da buna razıdır. Suphi’yi kıskandıracak hareketlerde de bulunan Ürani her defasında “şivekarane” edalarla kendisini affettirmeyi başarır. İşini son derece iyi bilen Ürani tensel cazibenin de yardımı ile Suphi’yi kendisine köle eder. Suphi’nin Ürani’nin ayaklarına kapandığı sahne bu anlamda son derece manidardır. Tıpkı Halit Ziya Uşaklıgil’in hikayesinde Şadan’ın hayalindeki elinde kırbacı ile hükmeden kadın gibi Ürani Suphi’ye emretmekte, Suphi de ona “Üraniciğim… Ben senin köpeğinim… kölenim… ez beni.. çiğne beni…” şeklinde seslenmektedir. Bir kez daha baskın ve şehvetli kadın elinde “kırbacı” ile (Doğulu) erkeği ezmektedir. Erkekleri baştan çıkartarak onları kendilerine köle eden şehvetli “öteki” kadınlar halkasına Rum Ürani de eklenir.
Ürani’yi önceleyen bir başka örnek daha erken tarihli bir Ahmet Mithat romanından gelir. Felatun Bey ile Rakım Efendi’nin (1875) Polini’si de hem Felatun Bey’i ezen ve hor gören tavırları ile hem de şehvetle onu baştan çıkartması ile tehlikeli ve baskın, ama ille de süründürerek köle eden Avrupalı kadın silsilesine eklemlenir. Romandan alıntıladığım şu meclise bir gözatalım:
“Polini- Elbette öyle olacak. Öyle ama efendi, bir kaç şampanyacık senin gibi fikir adamlarının fikrini kızdırır. (Felatun’a) Bizim aşk erbabının dahi aşkını kızdırır. Öyle değil mi? Maymun, şebek, tavşan! (…) Polini – “O la la” O, o! Bu efendi salt feylesofmuş ya! Felatun adını buna vermeliydi. (Felatun’a) Ey suda haşlanmış sümsük hindi! Bak efendi (Rakım’ı kasteder) sen gibi değil. Sana dünyada kaç şey lazımdı? Hani diyordun. Şarap, karı bir de mızıka öyle mi? (…) Polini – Bizim istakoz Felatun pek yılışık şey. Ne dümeni var ne pusulası. Okyanus-ı muhabbette yolunu şaşırmış, çalkalanıp gidiyor.”
Bu öyle üstü kapalı bir aşağılama ya da hor görme de değildir; açıkça maymun, şebek, suda haşlanmış sümsük hindi gibi hakaretamiz laflar kullanır. Bu konuda anlattıkları karşısında şaşırılmaması gerektiğini vurgulayan anlatıcı ise söyledikleri ile son derece mübalağalı bir alafranga alemi inşa etmiş de olur. Bu olan bitenin olma şekli size garip gelmiş olabilir ama der, alafranga âlemini gezmiş, tozmuş olanlar teslim edeceklerdir ki, anlattıklarımızın tasvirinde asla mübalağa etmiyoruz. Fransız aşüftelerinin en işvebaz muhabbetinin böyle olduğunu da ekler.
Bu anlatılanlardan bekleneceği gibi kadının erkeği kendine köle etmesi modeli bu romanda da karşımıza çıkar. Bir kez daha tecrübesiz bir Doğulu erkek bir Avrupa “yosma”sının karşısında yerlerde sürünmektedir:
“Polini – (gayet hiddetle) Ya, seni ben mi iğfal ediyorum? Pek âla, pek âla! Bundan sonra seni benim gibi muğfil (aldatan) bir karı iğfal etmesin. Kendine başka bir ev ara efendim. Ben de kendisini iğfal etmeyeceğim derecede kendime bir eş bulabilirim. Karı bu sözü söyleyip, başını pencere tarafına çevirmiş ve kendi aşkıyla çıldırmak derecesine gelen Felâtun derhâl ettiğine nedametle (pişmanlıkla) amana düşmüşse de kabahatini, kusurunu, edepsizliğini nihayet eşekliğini itiraf eylediği hâlde dahi matmazel Polini hazretlerinin nazar-ı merhamet ve şefkatlerini celp edebilmeğe muvaffak olamamıştır.”
Anlatıcı yine araya girer “Acaip,” der “bu kadar kadar ha! Evet, eğer alafranga âleminin bu gibi ahvâlinden malûmatınız yoksa size o malûmatı da verelim.” “Efendim bir alafranga adam” diye devam eder “bir frenk kızıyla muaşakayı kızıştırıp karı herifi lâyıkıyla bende (köle) ettiğini görünce araya böyle dargınlık sokar. Zira aşkı bir kat daha kızıştırmak ve zımnında edilecek istifadeyi bihakkın etmek için yol budur.” Üstelik bunu alafranga aleminin bir kuralı olarak aktarır ve bu konuda kendisine bir tür otorite de teşkil ederek muhatabına “durun bilmiyorsanız ben sizi aydınlatayım” diyerek olayın inandırıcılığına da vurgu yapmış olur. Kendi kendine “Ne yapmalı, yapmalı mutlaka barışmalı! Hem halk duysa ne der? Dosta düşmana rezil mi olmalı?” diye düşünen Felatun bu düşüncelerle olanca aklını da yitirecek gibi olur ve anlatıcının tabiri ile “kavganın ikinci günüydü ki, köpek gibi yalvara yalvara ve âdeta karının dizlerine kapanarak bir hayli elmas daha alıvermek mukavelesiyle!.. akd-ı musâlâhaya (karşılıklı anlaşmaya) muvaffak olabildi.”
Görüldüğü gibi adamlar köpek gibi yerlerde sürünüp kendilerine şebek, maymun gibi sıfatlarla seslenilmesine razı oluyorlar ya da Şadan gibi hakaret değil ama emir komuta zinciri içeren bir ilişkiyi hayal ediyorlar.
Kıssadan hisse: Hep aynı soruyu sorduk baştan beri. Peki ama yazarların motivasyonu ne idi acaba bu sahneleri yazarken? Evet yazarın niyetini okumak son kertede imkansız ama bu metinlerin didaktik yanlarını da düşünürsek bu kıssaların bir hissesi var mıydı? Yoksa başka katı açılmadık güdüler mi yürürlükteydi? Yazarın bilinçdışı ile uğraşıp da elimi ateşe sokmak yerine ben bu sorunun cevabını diğer “ezik” Tanzimat beylerini de masaya yatırdıktan sonra vermek istiyorum, şayet hala sıkılmadıysanız bu şaşkın oğlancıkların hikayelerinden.
(Ana görsel: Richard Newton)