Filistin sokaklarında dolanırken yanımdaki arkadaşıma ısrarla sormuştum, neden sokakta bu kadar az kadın var, neredeler, ne yapıyorlar, nereye çıkıyorlar diye. “Bir şeyler almak için mi?” dedi. Ben de inatla “Yok, yok, genel olarak nereye çıkarlar, bir kafeye otururlar mı, bir yerde toplanırlar mı?” diye sorup duruyordum. Zira Batı Şeria’ya dikilen “ayrılık duvarı”nda bile daha görünürdü kadınlar ve benim okuduğum Filistin hikayeleri gördüğümden çok farklı kadınlardan bahsediyordu. O yüzden ister istemez kendime “Yani şimdi Leyla Halid bir istina mı” diye soruyordum.
Beytüllahim sokakları gidenler, bilenler için Diyarbakır Suriçi’nin sokaklarına benzer, ya da zaten büyük ihtimalle gitmesek de görmesek de diğer küçük ve yoksul Ortadoğu şehirlerinden pek farklı değil. Dar koridorlar, bitişik taş evler ve bol resimli ve afişli duvarlar. Arkadaşlarım gün içinde şehri biraz gezdirmişlerdi ama, bir sürü yabancının, sivil toplum çalışanının ve Filistinliler’in “Şirinler” olarak adlandırdığı Mavi arabalarıyla gezen Birleşmiş Milletler görevlilerinin olduğu yerde, kendimi onlarla eş tutmaya gönlüm el vermediğinden pek “turist” havası takınamamıştım. Halbuki onlardan hiçbir farkım da yoktu. Arkadaşlarım işleriyle uğraşırken, akşamüstü firar ettim evden. Bir de şu duvara kendim gideyim dedim, sonra karanlık korkumdan anca yanaşabildim. Issız bir şey duvar, kasvetli ve korkutucu. Duvar sokağının, yani “Wall Street”in ucundan Leyla Halid’e hızlıca bir bakıp geri döndüm. Benim giremediğim sokağa sabah bir turist kafilesi girmişti, Banksy’nin duvara çizdiği grafitilerin fotoğraflarını çekiyorlardı. Grafitiler iyi güzel de, sanki duvara baktığımızda neye baktığımızı unutturuyorlar bize. Belki de unutmaktan başka çaremiz yok, bilmiyorum. Yine de sevimlileştirmek mümkün değil sanıyorum, koca bir duvar, tepesinde bir gözlem kulesi, ilerisinde kontrol noktaları, berisinde de İsrail yerleşimleri. Türkiye’de de mültecilikle ve kamplarla daha yakından tanışır olduk. Şimdi duvarın gerisine baktığımda da, Filistin ister istemez koca bir mülteci kampı gibi görünüyor bana; zamansız, mekansız ve topraksız.
Şu aralar ise Filistin’de yeni bir hareketlenme var. Böyle direniş zamanlarında yeni bir zaman ve mekan yaratılıyor sanki. Kimileri sözde Üçüncü İntifada’nın “Kudüs bıçaklarının” bilenmesiyle başladığını yazıyor. Doğu Kudüs’te Filistinli yerleşimciler bıçaklarla İsrail askerlerine saldırıyorlar, İsrail askerleri de bir bir Filistinlileri vuruyor. Şimdilik öyle kolektif bir şey olduğunu söylemek de mümkün değil; ama birbirini besleyen paranoyalar ve çatışmalar var gibi görünüyor. Aslında bildiğimiz bir kısır döngü; ama bu sefer Batı Şeria sokaklarında kadın simalar gözümüze çarpıyor. Böylece, benim nerede bu Filistinli kadınlar sorum kendiliğinden cevap buluveriyor. Parmaklarında çıkmış ojeleri ve ellerinde taşlar ve sapanlarla, saçlarında puşiler ve puşinin arasından gözüken alınmış ince kaşlarıyla Filistinli kadınlar sokaklarda, sınırda, barikatlarda, kontrol noktalarında direniyor. Direniş Filistin’de en meşru şey, dolayısıyla kadınlara da yeni özgürlük alanları açıyor. Bunun devamlılığının ve başka yansımalarının olup olmayacağı elbette önemli bir soru.
Esasen bu yeni bir şey de değil, kadınlar her zaman mücadelenin içinde. 1980’lerde gerçekleşen Birinci İntifada ve 2000’lerin İkinci İntifada’sında da kadınlar vardı. Filistinli kadınlar, bu dönemleri genellikle gururla anlatıyorlar. Birinci İntifada süresince kadınlar kooperatifler kurmuşlar, üretim zincirlerinde yer almışlar, komiteler içinde kendi özgün örgütlenmelerini kurmaya çalışmışlar. Pek azı örtülü ve bir o kadar da azı örgütlü. Bu politik aktivizmin sosyal hayata etkilerini ölçmek her ne kadar zor olsa da, birçok kadın intifadanın bitmesinden ve evlerine dönmekten şikayet ediyor. Filistinli arkadaşımın annesi ilk intifada kuşağından. O vakitleri anlatırken önümüze gazeteler, dergiler çıkartıyor. Bir de gidişattan emin olamadığından sakladığı gaz maskelerini çıkarıyor salonun ortasına. Yüzünde garip bir gülümseme, kek tarifi verir gibi, direnişi anlatıyor, öngörülerini söylüyor (Bu arada, birlikte olduğum gazeteci arkadaşlar, kadınlarla yaptığımız bu görüşmeleri daha detaylı şekilde linkteki yazıda derlediler).
Birinci İntida’nın son yıllarından itibaren ve İkinci İntifada’da Hamas ve Fetih olmak üzere İslami örgütlerin etkilerinin artması, direnen kadınların çehresini de değiştiriyor. 90’ların başından itibaren Gazze’de örtünmek zorunlu hale gelirken, başörtüsü Batı Şeria’da da yaygınlaşıyor. “Başörtüsü takmayınca, konu komşu dırdır ediyor” diyor Beytüllahim’de tanıştığım kadınlar; ama sonra yine komşuya inat, çok iyi bildikleri direnişi anlatıyorlar.
Şimdilerde karşılaştığımız ise, Batılıların ‘Oslo kuşağı’ olarak adlandırdığı yeni bir nesil. Filistinliler bu tanımlamayı genelde reddediyorlar, sözde “Üçüncü İntifada” da biraz Oslo’nun o teslimiyetçi söylemini kırmayı hedefliyor.
Anlayacağınız, şu sıralar Filistinli kadınlar yine sokaklarda. Elbette işi romantikleştirmeye gerek yok, İsrail devletinin yoğun müdahaleleri altında direnmek hiç de kolay değil. Üstelik her geçen gün bir sürü kayıp veriliyor. Eski kuşaklar da zaten, 1980’lere göre bu müdahalelerin çok daha sert olduğunu söylüyor. Yine de bugünlerde Filistin’in dar sokaklarında umut denilen o melun şey, yeşermişe benziyor.
Fotoğraflar: Nigar Hacızade, Beytüllahim/Batı Şeria, Haziran 2014