Duygu Çayırcıoğlu doktora çalışmasından kitaplaşan Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat’ta (İletişim Yayınları, 2022) Türkiye’deki kadın hareketinin iddia edildiği üzere 1960-1980 yılları arasındaki dönemde bir gerileme ve/ya duraklama dönemine girmediğini ve feminist edebiyatın kurak ve/ya çorak olmadığını, dahası 1980 sonrasında sokağa taşan kadın hareket ile yükselişe geçen feminist edebiyatın da söz konusu eserlerin öncülüğünde güç kazandığını ifade ediyor.
Çayırcıoğlu kitapta kadın hareketinin Batı’daki ve Türkiye’deki seyrine dair genel bir değerlendirmenin ardından Osmanlı’nın son dönemlerinden 1980’e kadar uzanan süreçte Türkiye’deki edebiyat atmosferine yer verirken çatı kavramlar olarak adlandırdığı kavramlar eşliğinde 1960-1980 yılları arasındaki edebiyat ortamının ve ürünlerinin 80 ve sonrasında yükselişe geçen feminist edebiyatın öncü sesi olarak nasıl bir rol oynadığı inceleniyor. İncelediği sekiz edebiyat metni de şöyle; Korsan Çıkmazı-Nezihe Meriç, Yanık Saraylar-Sevim Burak, Tante Rosa ve Yürümek-Sevgi Soysal, Tuhaf Bir Kadın-Leylâ Erbil, Ölmeye Yatmak-Adalet Ağaoğlu, Kırk Yedi’liler-Füruzan ve Çocukluğun Soğuk Geceleri-Tezer Özlü.
Kiminiz kitapla karşılaşmış kiminizse muhtemelen karşılaşmamışken “Edebiyata kulak vermeden, feminizmin sesinin tam duyulamayacağına, sözünün tam anlaşılamayacağına ve feminizme ilişkin bir incelemenin eksik kalacağına inanıyorum” sözleri ile edebiyat ve feminizmin karşılıklı olarak birbirini besleyen birer ana kaynak olduğunu belirten yazarın, erkekegemen kanona bir çeşit itiraz olarak kaleme aldığı kitabına hep birlikte daha yakından bakalım istiyorum.
Kitabınıza geçmeden evvel sizinle ilgili bir soruyla başlayalım isterim. Biyografinize bakıldığında ilgi ve deneyim alanlarınızdaki çeşitlilik dikkat çekiyor. Sosyoloji lisans eğitiminizin ardından yüksek lisans ve doktora çalışmalarınızı Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde tamamlayarak metin yazarlığı ve editörlük gibi iş deneyimleri edinmişsiniz. Bu çeşitliliğin içinde edebiyat bir kesişim noktası gibi duruyor. Tüm bu alanların hem bir okur hem de bir eleştirmen/yazar olarak edebiyatla kurduğunuz ilişkideki payını nasıl değerlendirirsiniz?
Edebiyatla ciddi bir ilişki kurmanın şartlarından biri bence çok okumak, birbirinden farklı alanlara dair epey fikir sahibi olmak. Ki bunların hepsi birbirini besleyen ve aynı zamanda kapsayan şeyler. Edebiyat ve sinema metinlerini, başka deyişle hem yazılı hem görsel metinleri hakkıyla değerlendirebilmek için sağlam bir arka plan oluşturmak gerekiyor. Klişe bir tabir olacak ama ufkumuzu olabildiğince genişletmemiz lazım. İnsanı, toplumu, hayatı farklı farklı disiplinlerin perspektifinden görmek, tanımak, anlamlandırmak çok mühim bence. Şimdi geçmişe bakınca, bunların bazıları bu bilinçle, öğrenme tutkusu, kendimi geliştirme isteğiyle oldu, bazıları da hayatın akışı içinde kimi ihtiyaçların ve tesadüflerin sonucunda gerçekleşti. Her ne şekilde olursa olsun bana iyi bir arka plan oluşturdu, deneyim oldu.
Kadın tarihinin yazılması, okunması ve korunması, bilhassa edebiyat kanonunun ürettiği yerleşik sınırların dışına çıkmayı ve çoğu zaman yeniden inşayı gerektiriyor. Bu kitapta sizin inceleme konunuzun temeli de, söylenegelenin aksine, feminizmin Birinci Dalga ile 1980 arasındaki dönemde Türkçe edebiyattaki etkisini yitirmediği, bu dönemde de feminist edebiyat eserlerinin üretildiği, iddiasına yaslanıyor. Yerleşik söylemin dışına çıkarak “geçmişi yeniden inşa etme” çabası olarak nitelendirdiğiniz bu çalışma için “yeniden inşa”nın nasıl bir işlevinin olduğundan ve edebiyat kanonunu karşısına alan bir söylem üretirken motivasyonunuzu besleyen kaynakların neler olduğundan bahsedebilir misiniz?
İnceleme konumu tekrar özetleyerek bu soruyu yanıtlamaya çalışayım… Literatüre bakınca kadın hareketinin iki dönem halinde ele alındığını görüyoruz. Birincisi, Osmanlı Kadın Hareketi’ne uzanan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devam eden, Türk Kadınlar Birliği’nin 1935’te kapatılmasıyla birlikte sönümlenen hareket. Hareketin yeniden canlanması, politikleşmesi ise 1980’li yıllarda mümkün olmuş. Aradaki yaklaşık yarım asırlık boşluk, feminizm açısından sessiz ve durgun yıllar diye görülür, anılır. Benim odaklandığım kısım tam da burası. Kadın hareketinin iki dalgası arasındaki dönemde eserler üreten bazı yazarların metinlerinde feminist unsurların yer aldığını ve bunun da 80’lerde canlanacak hareketin filizlerini, düşünce ve enerji birikimini oluşturduğunu düşündüm. Feminist duyarlılığın, ikinci dalga öncesinde edebiyatta kök saldığına inanarak araştırmaya koyulduğumda ön-feminizm terimi dikkatimi çekti. Ön-feminizm, Batı’da 1960’lı yıllarda sıkı bir şekilde varlık gösteren feminist aktivizmin öncesindeki dönem için kullanılır. Ben ise ön-feminizm terimini, Batı’da 1960’larda yükselen kadın hareketinin Türkiye’deki yirmi yıllık rötarında kendine temas edecek noktalar bulduğunu, bilinçli ya da bilinçsiz karşılık gördüğünü vurgulamak, bu anlamda bir ön-feminizmden, ön-tarihten bahsedilebileceğine dikkat çekmek için kullandım. Yeni bir bakış açısı sundum, bir davette bulundum: Bu yazarların metinlerini feminist düşünce açısından kuluçka dönemi olarak görelim, ön-tarih olarak okuyalım dedim. Bir pencere açma umudu…
Motivasyonumu besleyen pek çok kaynak oldu. Bunlardan biri Osmanlı Kadın Hareketi kitabıydı. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi’nde feminist tarihçilerin açtığı yolu izleyerek tarihi kadınların lehine okuyup deşifre ettiğini söyler. İlgili sosyal bilim disiplininin içinden eleştirileri de göze aldığını belirtir, bunu okuduğumda çok etkilendim. Dahası, Çakır deşifre yapıp o dönemin kadınlarının sesini günümüze taşırken tarihi erkek kurgusundan ayırarak geçmişi yeniden inşa etmeyi amaçlamıştır. Çakır’ın kitabı, çalışmamın yöntem ve amacının şekillenmesinde bana esin kaynağı oldu. Ben de bir başka döneme -boşluk dönemine, kayıp döneme- eğilerek kadınlara ait bir mücadele geçmişi kurgulamak istedim. Geçmişi yeniden inşa etme, o dönemin sesini günümüze ulaştırma girişiminde bulundum.
Peki, Türkiye’deki kadın hareketine hem yer hem de yön veren kamusal bir mecra olarak kadın dergilerinin işlevi düşünüldüğünde bugün o dergilerin görevini hangi mecra üstlenmiş olabilir? Feminist bir eleştirmen olarak bugünkü kadın yazını ve kadın hareketiyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Kadın dergileri bir dönem çok önemli bir misyon yüklenmiş. Mesela, Osmanlı Kadın Hareketi açısından merkezî bir öneme sahiptir kadın dergileri. Bu dergilerde yayımlanan mektuplarda kadınların sorunları dile getirilmiş. Kadınlar kendilerine ciddi bir alan açmışlar, bu dergiler vasıtasıyla birbirlerinden haberdar olmuşlar. Bilmiyorum, belki de yanılıyorum ama o dönemki gibi yoğun bir dergicilik furyası bir daha olmadı sanırım. Ama sağlam politik tartışmalar yapan, feminizmi güçlü, muhalif bir hareket olarak okuyan ve sunan çok iyi kadın dergileri çıktı tabii. Gerçi şu an yollarına devam edemiyorlar. Dijital platformlar, dijital dergicilik bunun boşluğunu dolduruyor. Günümüz koşulları da bunda etkili elbette. Bir yandan da sosyal medya kadınlar için müthiş bir örgütlenme imkânı sağlıyor… Geçmişten bugüne çok şey değişti. Bu değişimde edebiyat da yerini aldı. Geçmişin güçlü kalemleri, yenilikçi, cesur kadınları, ardıllarını etkilediler. Çok fazla edebiyatçının, yazarın edebiyat anlayışını, beklentilerini şekillendirdiler.
Siz de kadın hareketinin dünyada ve Türkiye’deki gelişim seyri ile başladığınız çalışmanızda erkekegemen edebiyat kanonunun kadın yazınına etkisini değerlendirdikten sonra ele aldığınız sekiz tane eseri çatı kavramlar üzerinden kategorilendirerek inceliyorsunuz. bu çatı kavramları ve onları neden seçtiğinizi açıklayabilir misiniz?
Çalışmanın en başından itibaren meseleye hep feminist eleştiri içinden baktığım için bu kavramlar çerçevesinde bir araştırma kurgusu yapmam gerektiğini düşündüm. Çalışma için seçtiğim eserlerdeki kadın kahramanların gündelik yaşamlarının sunumuna, bu kahramanların düşünce dünyasına, davranış biçimlerine, toplum ve yaşam tahayyüllerine dair bir yorumda bulunmak istiyordum. Toplumsal cinsiyet rollerinde yarattıkları kırılmalar, özne konumları, cinsel deneyimleri, “mekân”la kurdukları ilişkiler ve tüm bunları çevreleyen dil ve anlam kodlarının neler olduğu üzerinden hem bu kadın karakterlerin hem de yazarlarının egemen söylem biçimiyle aralarına koydukları mesafeyi ele almayı amaçladım. O nedenle eserleri analiz ederken bir çatı oluşturma gereği hissettim. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, kamusal-özel alan diyalektiği çerçevesinde mekân, özne ve kadın yazını kavramlarını analiz kategorileri/çatı kavramlar olarak kullandım. Bu aynı zamanda, çalışmaya kafamdaki kurguyu oturtmak için en elverişli yoldu. Kafamdaki en uygun form bir sarmal şeklinde, bir çeşit tarih anlatısı gibi kurgulamaktı. Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Nezihe Meriç, Leylâ Erbil, Adalet Ağaoğlu, Füruzan ve Sevim Burak’ın metinlerindeki kadınların hikâyeleri iç içe geçsin, birbirlerini tamamlasın istedim. Bu bir araya getiriş farklılıkları, farklı deneyimleri ortaya çıkardı. Örneğin, kitaplardaki kadınların mekânla kurdukları ilişkilerde, mekâna yükledikleri anlamlarda ilginç detaylar saklıydı. Bazı karakterlerin agorafobik özellikler sergilerken bazılarının bunun tam tersi klostrofobiye benzer özellikler gösterdiklerini fark ettim. Mekânın politik anlamlarına dair çıkarımda da bulunmak mümkün oldu. Mesela Soysal’ın Yürümek romanında kadınların mekânla ilişkisine dair düşündürücü pek çok sahne yer alır. Bu anlamda acayip bir zenginlik vardır metinde. Bu sahnelerden özellikle biri çok özgün. Ana karakter Elâ’nın çantası yere düşünce içindeki bütün eşyalar etrafa dağılır. Küçük seyyar özel alanı kamusal alana saçılır, bu saçılmayla birlikte iki alan arasındaki sınırlar da ortadan kalkar. Bu sayede Elâ da rahatlar, gereksiz yüklerinden kurtulur. Mekânsal sınırlar, çantasını yere düşürdüğü noktada, hayatını kuşatan-daraltan diğer şeylerle birlikte kaybolup gider. Romanın finalinde yol onu nereye götürürse oraya gidecek, yürüyerek her şeyi geride bırakacaktır Elâ. Bu sahnedeki çanta bence güçlü bir metafor görevi görür. Kadınların mahremine, saklı köşelerine, yanlarında kendi dünyalarını taşıyışlarına da bir göndermedir…
Kitabınızda kimi kavram ve tespitler birden fazla kez okurun karşısına çıkıyor. Bunda, analizini yaptığınız eserlerin ve eserlerin yazarlarının taşıdığı ortaklıkların da etkili olduğu tahmin edilebilir ancak yine de bilhassa dikkat çekici olan “tecrit”, “mizah”, “melankoli”, “parodi” ve “delilik” kavramlarının, hem incelemenizde hem de ele aldığınız eserlerde nasıl bir karşılık bulduğundan bahsedebilir misiniz? Sizi bu kavramların altını çizmeye yönelten, bizzat eserlerin yazarları ise sizce o yazarları bu kavramlara yönelten (koşullar) neydi?
Topluma uyum gösteremeyen ya da gayet bilinçli bir şekilde uyum göstermeyen, toplum nezdinde normal görülmeyen kadınların hikâyeleri ağırlık kazanmış bu eserlerde. Toplum onların yaşadığı sıkıntıların ve hatta travmaların asıl sebeplerini sorgulamak yerine onları tecrit etmiş. Düzen değiştirilemeyeceğine göre tekil kişi yani tekil kadın değiştirilip normalleştirilir. O da olmadı düzenin korunması uğruna bu kadınlar feda edilir. Bu seçtiğim yedi yazarın yarattığı karakterler, toplumun, kadınları kendilerine özgü kişilikler, farklı istekleri ve beklentileri olan bireyler olarak değil de sanki tornadan çıkmış modeller halinde görme takıntısını yüzeye çıkarırlar. Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın Tavanarasındaki Deli Kadın’da da belirttiği gibi, yazarlar kimi zaman erkekegemen topluma ve edebiyata duydukları isyanı en üstü kapalı şekilde “deli kadın” karakterler aracılığıyla sergilerler. Bu eserlerde de delilik temasının ziyadesiyle işlendiğini düşünüyorum. Eserlerdeki kadın kahramanlar psikolojik bir savaş içerisindedirler. Bu kadınlar ne özel alanda ne de kamusal alanda tam anlamıyla kabul görmüşlerdir. Bu durum bazen onları intihara sürüklemiştir. Ya da dolaylı yoldan tecride maruz kalmışlardır. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ında “Ay Ya Rab Yehova” adlı öyküde, ailesi ve müstakbel eşi Bilal tarafından kendisine uygulanan duygusal şiddet yüzünden evin unutulmuş bir odasından çıkamaz hale gelen/getirilen Zembul’un hikâyesini okuruz. Duygusal çıkışları, deliliği gerekçesiyle tecrit edilmiştir. Bu, 19. yüzyıl romanlarındaki “deli kadın” karakterlerin tavanarasına kilitlenmesini andırır. Başka bir örnek, Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde karşımıza çıkar. Özlü’nün ana karakteri toplumdan kaçtıkça yalnızlaşmış, tek başına kalmıştır. Başkaldıran, kendi bildiğini okuyan bu genç kadının normal olmadığına karar verilmiş, akıl hastanesine kapatılmıştır. Karakter yirmi dört yaşında girdiği hastaneden beş yıl geçtikten sonra çıktığında bütün heyecanının, coşkusunun, korkusuzluğunun ve özgürlüğünün elinden alındığının farkındalığıyla hayata yeniden tutunmaya çalışır. Kısacası, her iki kitapta da kadın karakterler akıl sağlıklarını yitirdikleri gerekçesiyle tecride maruz kalmışlardır. Bu durumun en can alıcı örnekleri Burak’ın ve Özlü’nün kitabında. Ama benzeri durumlar diğer kitaplarda da var. Muhtemelen, içinde bulundukları toplumsal koşullar, kadın olmaları, ataerkil toplumda kadın olmaya dair taşıdıkları bilinç onların kurmaca evrenlerine de sirayet etmiş. Bu gibi tematik ortaklıklar, tekrar eden motifler doğurmuş. Hepsinin kaleminde eleştirellik var, direniş var.
Diğer taraftan, mizah, ataerkil toplum düzeninin ve değerlerinin absürtlüğüne dikkat çekmede, düzenin arka planındaki zihniyetin ters yüz edilmesinde son derece elverişli. Direnişten bahsediyorsak, eleştirelliği de besleyen mizahın bir şekilde karşımıza çıkacağını tahmin edebiliriz. Çalışma için seçtiğim kitapları tekrar tekrar okurken mizahın yazarların anlatımında kendini hep bir şekilde gösterdiğini fark ettim. Bence bu isimler arasında Sevgi Soysal’ın kaleminde en çok mizah ön plana çıkmış. Daha da önemlisi bunun bir direniş stratejisine dönüştürülmesinin iyi bir örneğidir Soysal’ın anlatımı. Tante Rosa’da, eril imgeleri ve dil kalıplarını bolca kullanmış Soysal, fakat bunu kendi süzgecinden geçirerek yapmış, onlara bambaşka bir form vermiştir. Burada biraz risk aldığını da söyleyebiliriz: Eğer okur yapılan ironiyi ıskalarsa Rosa ve hikâyesi yanlış anlaşılacaktır. Ki olmuş da, yanlış anlaşılmış, eleştiriler gelmiş… Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ındaki mizah da hayranlık uyandırıcıdır. Erbil bunu Nermin karakteri aracılığıyla sergiler. Nermin toplumun ve annesinin -ki anne karakteri eril zihniyete teslim olmuş biri- üzerinde yarattığı travmayla baş edebilmek için farklı stratejiler geliştirmiştir. Bu stratejilerden en güçlüsü mizahtır. Kadınların bekâretinin adeta bir memleket meselesi haline getirilişi ti’ye alınmış. Bir annenin, kızının bekâretini koruma saplantısının parodisi yapılmış. Satır aralarına sıkıştırılmış muzip ifadelerle karşılaşırız sıklıkla. Bu ifadeler bizi güldürür ama güldürürken aynı zamanda etrafı ataerkil değerlerle örülü genç bir kadının çıkmazıyla sarsar. Bizi ansızın bu gerçekle karşı karşıya getirir. O yüzden üzerimizde yarattığı etki daha da artar.
Fatmagül Berktay feminist eleştiri hakkında, “Feminist eleştiri bir yandan ataerkil yapılar tarafından denetlenen geleneksel bilgiye eleştiri getirirken diğer yandan kendisinin de aynı verili yapılar içinde var olduğunu ve onlardan etkilendiğini hatırlamak zorunda. Dolayısıyla ikili bir “görev”le yüz yüze: Eleştirinin yanı sıra yaratıcılık.” sözleri ile feminist eleştirinin yaratıcılık görevi üstlendiğini dile getiriyor. Sizin bu kitabı yazarken, feminist bir eleştirmen olarak zorlandığınız ve/ya tam aksine feminist eleştirinin elverişli (geçirgen ve subjektif olabilmesini ifade etmeye çalışıyorum) yapısı sayesinde yolunuzun açıldığını hissettiğiniz noktalar nelerdi?
Eserlerin analizlerinin önünü açtı diyebilirim. Feminist eleştiri içinden bakmak benim için çok elverişliydi. Çalışmanın giriş kısmında da söylemiştim, hâlihazırda kullanılan yöntemleri test etmek gibi bir amacım yoktu. Teoriyi metinler aracılığıyla sınamaktan, analizleri teoriye boğmaktan kaçındım. Aslında yaptığım şey edebiyata, edebiyat metinlerine kulak vererek çalışmanın yöntemini şekillendirmek oldu. Kadınların hikâyelerinin bana bir yol çizmesini istedim. Anlamaya, yorumlamaya ve açıklamaya öncelik verdim.
İncelemenizin yöntemini açıkladığınız bölümde “Kadın karakterlerin hikâyelerini sarmal gibi birbirine bağlayarak, bir kadın tarihi anlatısı örneği oluşturmayı amaçladım.” diyorsunuz. Her ne kadar tür olarak kurmaca dışı/akademik bir kitap olsa da çalışmanızın biçim, içerik ve yöntem gibi ayrıntılarının hepsinde bir kurgu arayışınızın olması, feminist eleştirinin yaratıcılık yanı ile ilişkilendirilebilir mi? Sizi böyle bir sarmal üzerinden anlatı kurmaya yönlendiren ne oldu?
Elbette ilişkilendirilebilir. Az önce bahsettiğiniz Berktay alıntısında olduğu gibi, feminist eleştiri aynı verili yapılar içinde var oldu, etkilendi. Ama aynı zamanda bunu bilmeyi ve bunun farkında olmayı sağlayan da feminist eleştirinin kendisi. Çift taraflı bir durum. Beni de farklı, yeni bir şeyler yapmaya, daha önce pek çok kez tekrarlanandan/yapılagelenden uzak durmaya yönelten şey buydu. Bu, pek çok disiplinde hâkim olan eril kabullerin alt üst edilmesi açısından da önemli. Yeni yöntemlerin üretilmesi, bazen de verili olanlar üzerine düşünülüp dönüştürülmesi gerekir. Kadın araştırmacıların/eleştirmenlerin çalışma içindeki özne konumları üzerine düşünüp onu sahiplenmeleri gerekir.
Beni, sarmal biçiminde anlatı kurmaya yönlendiren ise hem kafamdaki kurguyu oturtma hem metinlerdeki ortaklıkları ve farklılıkları başka deyişle kırılma ve uzlaşmaları görme hem de kadın kahramanları aynı düzlemde bir araya getirme isteğimdi. Tek bir kadınlık kategorisi yerine farklı kadınların hayatlarını bir araya getirmeyi amaçladım.
Kapak görseli: Joanna Concejo