6. Gün: Hebron’a gidemedik. Aziz şehrin bugün güvenli olmadığını söyledi. Bizim için güvenli olmayan o yerde İsrail askerleri bir çocuğu daha vurmuş dün gece. “Bugün ortalık çok karışık olur” dedi bilenler, “tamam” dedik. Batı Şeria’dan çıkıp 48 Filistin’in en güzel yerine, Yafa’ya gitmeye karar verdik ama Batı Şeria’dan çıkmak pek öyle kolay değil. Kontrol noktasında arabalarımız durduruldu, arandık, pasaportlarımızı da aldılar. Tuhaf bir grubuz gerçekten. Iraklı, İranlı, Lübnanlı, İrlandalı, Türkiyeli turistler ve Filistinli arkadaşları. Asker neden bir arada olduğumuzu ve ne yaptığımızı anlamaya çalıştı uzunca süre. “Felaket turizmi” demedik, “gardiyanlığını yaptığın bu kontrol noktasının, şu duvarın, parmağını tetiğinde tuttuğun otomatik tüfeğin, bunların her birinin her gün yeniden ve yeniden yarattığı felaketi gezmeye geldik” demedik. “Yafa’da denize gireceğiz” dedik.
Girdik de. Yafa’daki rehberimiz Sami ancak öğleden sonra müsait olacaktı. Plajda geçirdik bütün günü. Ilık, tuzlu, kristal kumlu, muhteşem bir Akdeniz.
“1948’de elli bin Filistinlinin sürüldüğü deniz işte bu muhteşem deniz.” diye başlıyor Sami. 48’te yetmiş bin olan Arap nüfus 1950’de dört bin. Aynı Hayfa’daki gibi nereye gittiğini bilmedikleri gemilere bindiriliyor Filistinliler. Bir çoğu Gazze’ye gidiyor. Bazıları Lübnan’a, Mısır’a. Geride kalan Filistinliler “Acem Mahallesi” adı verilen bir yerde toplanıyor. 1966’ya kadar mahallenin iki ucuna kurulan askeri kontrol noktalarında aranarak ve kimliklerini gösterek evlerine, işlerine gidebiliyorlar. “Getto kelimesini ilk böyle öğrendik” diyor Sami, Yafa’ya yerleştirilen Yahudiler, Acem mahallesine ‘Arap gettosu’ demeye başladı. Avrupa’da kendi başlarına gelen felaketten biliyorlardı gettonun ne demek olduğunu. Burda da bize öğrettiler işte.”
Sami’yle etrafı gezerken, yanımızdan turist kafileleri geçiyor. Tarihi binaları, tarihi çarşıyı, tarihi limanı dolaşıyorlar. Bizim turumuzda ise tarih yok, nakba var. Felaket. En ihtişamlı yapısından en küçük detayına kadar bakışımızın değdiği her yer Felaket. Yafa meydanının ortasında neden bir Napolyon heykelciği olduğunu tarih değil, Felaket anlatabilir çünkü ancak. 1799’daki Yafa Kuşatması’da Napolyon’un emriyle binlerce Arabın öldürüldüğü katliam bir nişan olarak meydanın orta yerine yerleştirilmiş. Adım adım inşa ettiği Felaket’in içinden, kendinden öncekileri selamlayan bir Felaket.
7. Gün: Ramallah’tayız. İsrail Gazze’yi bombalamaya başladı. Yazacak başka bir şey yok.
8. Gün: Hebron’a geldik. Linda ve Aziz haklıymış. Ne Doğu Kudüs, ne Ramallah, ne kontrol noktaları, ne de duvarın kendisi… Hiç bir yer nakba’yı Hebron kadar yüzümüze çarpmamıştı. Burası, hayal edilebilecek olanın çok ötesinde. Batı Şeria’nın en büyük kenti Hebron bir istisna kenti. 1995’teki Oslo Anlaşması’nda Batı Şeria’daki şehirler Filistin yönetimine geçerken, Hebron bir kısmı İsrail, diğer kısmı Filistin yönetiminde iki bölgeye ayrılmış. Kent ikiye bölünmüş ama ikiye bölünen bir nüfus yok aslında. Çünkü şu anda Hebron’da 250 bin Filistinli’ye karşılık 700 civarı İsrailli yaşıyor (yerleşimlerle şehre getirilen İsrailliler.) Filistinlilerin yerleşim bölgelerine yaklaşması yasak. Yani bir İsrail yerleşimi yapıldığında, etrafındaki alan Filistinlilerden “arındırılıyor”.
Arındırma bununla sınırlı değil. Hebron’un en eski yerleşimlerinden biri olan Şuhada bölgesinin Filistinlilere kapatılmasının ardında başka bir hikâye var. 25 Şubat 1994’te İbrahim Cami’ne giren İsrailli bir yerleşimci, camide namaz kılanları makineli tüfekle tarıyor. Resmi rakamlara göre 29, buradakilere göre 70 Filistinli’yi öldürüyor. Katliamın ardından Filistinlilerin protestoları bahane edilerek bir gece bütün bölgenin boşaltılma emri veriliyor. Dükkanlar ve iş yerleri kapatılıyor. Yalnızca evi ara bölgede olan Filistinlilere bir oturma izni belgesiyle evlerinin sokağına girme izni veriliyor, her giriş ve çıkışta turnikeden geçip İsrail askerlerine oturma izinlerini gösterme şartıyla.
Boşuna çabalıyorum. Yasal olarak kitabına uydurulmuş bu yerinden etmeyi anlatmama imkan yok. Belki ancak gördüğümü tarif edebilirim. Hayalet kasabada dolaşmak gibi. Daracık bomboş sokakların iki ucunda askeri kontrol noktaları. Sokaklara giremiyoruz. Kontrol noktasının ötesinde görebildiğimiz, yoksullukla çarpılmış karşılıklı binalar. Boşaltılmış. Camları çerçeveleri kırılmış. Koskoca sokakta iki evin perdeleri rüzgarla sokağa doğru havalanıyor. Evini terk etmeyen iki aile var sadece bu sokakta. Israrla, inatla evlerinde kalmışlar. Bir kadın balkondan bize el sallıyor. Rehberimiz anlatıyor: “Bu aileler politik aileler. Evlerinde kalarak direniyorlar. Misafir çağıramıyorlar, hastalansalar doktor getiremiyorlar, sokağa araba girmesi yasak olduğu için bir eşya satın aldıklarında kendileri taşımak zorundalar eve kadar. Her gün bu askerlerle muhatap olmak zorundalar. Askerler her nöbet değiştirdiğinde yeniden oturma izinlerini göstermek zorundalar.”
İki gün önce İsrailli askerlerin 13 yaşında bir çocuğu vurduğu kontrol noktasından geçiyoruz. Hebron’daki Filistinlilerin kimliklerini ve oturum izinlerini sürekli üstlerinde bulundurmaları yasal bir zorunluluk. Kimlikleri yoksa kontrol noktasında gözaltına alınıyorlar, itiraz edecek olurlarsa oracıkta öldürülme ihtimalleri çok yüksek. Çünkü İsrailli yerleşimcilerin güvenliği için tehdit oluşturuyorlar. Her gün. Sabah ve akşam. Okula, işe, bakkala, komşuya gider ve dönerken, varlıklarını sürdürmeye çalışırken işgal altındalar. Gidebilirler. Ramallah’a ya da Batı Şeria’da başka bir yere taşınabilirler. Hebron’da kalarak direniyorlar.
İsrail Gazze’yi bombalamaya devam etti bütün gün.
9. Gün: Ramalah’a döndük, bir yere kıpırdayamıyoruz. Sadece haberleri takip ediyoruz. Hebron’dan daha güneye inip inemeyeceğimizi anlamaya çalışıyoruz. İsrail Gazze’yi bombalamaya devam ediyor. Filistinli arkadaşlarımız sosyal medyada dakika dakika düşen videoları izleyip gelişmeleri anlatıyorlar öfkeyle. İsrail’e öfke, Filistin yönetimine öfke, çıtını çıkarmadan katliamı izleyen dünyaya öfke.
Bütün gün evde haberleri takip ettikten sonra akşama doğru dışarı çıktık. Ramallah kendi zamanını yaşıyor. Ramazan nedeniyle gündüz bomboş olan sokaklar iftara doğru hareketleniyor. (İftar öncesi sokakta bir şey yemek, içmek yasak) Akşamları restoranlarda, kafelerde, barlarda dev ekranlarda ya dünya kupası ya da dizi izleniyor. Arada yeni bombardıman haberi geldiğinde yuhalamalar ve lanetlerle ara veriliyor seyre.
Bir terastayız. Hamas’ın Gazze’den attığı füzeler parlıyor karanlık gecede. Filistinliler alkışlıyor. Herkes biliyor ki Hamas’ın attığı füzeler havada etkisiz hale getiriliyor. Demir Kubbe dedikleri füze savunma sistemini delebilen bir iki füze boş alanlara düşüyor ancak. İsrail ise son teknoloji ürünü füzeleriyle kimi, kaç kişiyi, nerde ve nasıl öldürmek isterse öldürüyor. Ama Gazze’de onlarca kişi göz göre öldürülmüşken, Hamas’ın İsrail’e verdiği hiçbir işe yaramayan bu karşılık Ramallah’ta anlık da olsa bir neşe yaratıyor işte. Cemal “İsrail’in tüm dünyanın gözü önünde hepimizi bombalamasına tek karşılık veren Hamas. Sembolik bir karşılık bu. Herkes biliyor o füzelerin İsrail’e hiçbir zarar vermeyeceğini. Ama böyle göz göre göre katledilirken, Hamas’ın füzesini gökyüzünde görmek en Hamas karşıtı Filistinli’yi bile bir an için gülümsetiyor” diyor.
Bu gece turistliğimiz iyice büyüdü, etimize yapıştı. Üzerimizden füzeler geçerken, birkaç gün içinde buradan çıkıp evine dönecek olanlarımızla, evi burası olanlar arasındaki mesafede Felaket. Bizi tedirginlikle sandalyelerimize yapıştıran füzelerin, Filistinliler için dünya kupasını birkaç dakikalığına bölecek sıradan bir seyir oluşunda.
10. gün: Bu koşullarda devam edemeyeceğiz, Felaket turumuz bitti. Ramallah’tan çıkmaya çalıştık. Kontrol noktasından geçemedik. Öğleden sonra tekrar deneyeceğiz.
Akşamüzeri Doğu Kudüs’e ulaştık. Dönüşe kadar burada bekliyoruz artık.
******************************************
Felaket turizmi: İlk Hude’den duydum bu lafı. “Nasıl gidiyor felaket turizminiz?” diye sormuştu. Nasıl gitti, bilmiyorum. Şimdi dönmüşken ve İsrail’in Gazze bombardımanını buradan izlerken hiç bilmiyorum. Orada da dışardaydık, dışındaydık, birkaç gün sonra evlerine dönecek turistlerdik. Ama yine de oradaydık. İki haftalığına da olsa Linda’nın, Aziz’in, Sami’nin ve diğer Filistinli arkadaşlarımızın, suskunluğunu şaşkınlık ve öfkeyle izledikleri dünya’nın bir parçası değildik. Şimdi yine o dünya’dayız. O dünya’yız.
Turizm bitti. Felaket devam ediyor.