Doğubayazıt’ın dümdüz bir ovaya oturmuş paralel sokaklarında yürürken belki bir sıkışıklık hissi gelebilir insana, bir zaman-mekan çizelgesinde, başı ucu belli bir kentte sokakların birbirine köşelerle bağlanmasından, köşeleri döndükçe hep aynı sokağa çıkma hissinden. Ağrı Dağı’nı deniz niyetine sırtınıza alır, o muhteşem İshak Paşa’ya, Saray’a doğru yola koyulursanız tekinsizliğin seyri değişir. Yollar dolambaçlı hale gelir. Köşeler yok olur, yollar sizi yutar. Bir kayıp zamana, bir peri masalına, zamanın titrettiği ve asılı kaldığı o yere giderken, modern insanın tekdüzeliğinden kurtulamadığı zaman-mekan kaybolur. Nefes alma ritminin değiştiği bir havayla temas hali uyanır. İshak Paşa Sarayı döne dolaşa, farklı açılardan, farklı yüzeylerden görünür. Calvino’nun Görünmez Kentler’indeki gibi, “Yolculuk yapan ve yolu üzerinde kendisini bekleyen kenti henüz tanımayan kişi, krallık sarayının, kışlanın, değirmenin, tiyatronun ve çarşının nasıl olacağını merak eder.”
Örneğin tren yolu örülemez İshak Paşa’ya, trenle gidilemez. Hayır biz İshak Paşa’ya hızlı tren yapacağız diyemezsiniz. İshak Paşa’da dağlar çoraktır, zeytin ağacı yoktur. İşte bu yüzden, biz bu ağaçları keseceğiz, buraya termik santral yapacağız da diyemezsiniz. İstanbul’un içinden iki deniz geçireceğiz hiç diyemezsiniz. Neden? Çünkü her şeyin bir bilgisi vardır.
Modern insan referansını, arzulanan ve erişilemeyen kitlesel yazgımız ve bu husustaki yenilgimiz adına veriyorum. Ve oysa “garip” ve endişe verici bir “modernlikle”, malzemeye tüm hakimiyetimizle karşı karşıya… Alüminyum ve çelik. İshak Paşa Sarayı’nın çelik konstrüksiyon, ardından da alüminyum skylight -koruyucu üst örtülü- yeni çatısı ile. Belki çatının o alüminyum folyo hali, tahribata neden olan kar sularının girişini önlerken üzerinde birikecek karın beyazıyla müthiş bir estetik uyum sağlar diye düşündüler. Belki böyle ikna oldu birileri bu çatıya. İkna etmenin beşi bir para… “Dağ taş zeytin ağaçlarıyla dolmuş, Türkiye’nin enerjiye de ihtiyacı var.” (Arınç’tan alıntıdır.)
Ben şuna ikna oldum; ayrışamıyorum. O mozaiğin içindeyim. Ayakkabılarımla 2000 yıllık mozaiğe basıyorum, mozaiğe dahilim. Aynı dönemdeyim, aynı zaman-mekandayım. Bir varoluş, hatta oluş problemi yaşıyorum. Mesafe alamıyorum. Tarihsel süreçte özneleşemiyorum. Seni benden, beni senden ayrıştıracak bir güç göremiyorum. Belki bu yüzden her tartışmanın sonu tekme tokat bitiyor, her aşk kanlı bir cinayetle sonlanıyor. Tarihe tarih diyecek, ağaca ve hayvana ötekinin etiğinde yaklaşacak gücüm yok. Bırakın ağaç ve hayvanı, insana insan olarak yaklaşacak, benden başka bir ötekinin varlığını kabul edecek, Allah’a havale etmeyecek bir gücüm de yok. Bu cümlede sözü edilen Allah, Japonya’daki tanrı kavramından farklı oysa ki… Orada bisikletin tekeri, bisikleti park ettiğim yerde bir ağacın gövdesine dokunuyorsa, yoldan geçen kişi beni uyarır, (beni azarlamaz, uyarır). Japonya’da Tanrı mevhumu kişinin bu çiçeğe yaklaşımında gizlidir. Ülkemizde benzer vatandaşlık görevlerini yerine getirmek için neyse ki bir Cumhurbaşkanımız var ve her cümlesinin içinde de bir kadir-i mutlak. Kendisi son olarak bir kafeteryada sigara içen gençlere adab-ı muaşeret dersi verdi, hatırlayalım, şu cümlenin estetiğinde: “Kapalı yerde sigara içiyor göstere göstere terbiyesizler. Cumhurbaşkanı’nı görüyor, hala içmeye devam ediyor.” Ayrışmaya dair aradığımız tüm gizler bu cümlede saklı.
İktidar elinde bir tek-tipleştirmeden henüz bahsetmiyorum, Sayın Erdoğan’ı bir vatandaş olarak alıntıladım. Henüz, her şeyi ben sanan içimdeki cahildeyim, (cahil en sevdiğim kelime, bkz. İlber Ortaylı). Bilge bu topraklarda, havasıyla, suyuyla, tarihiyle, iklimiyle, dünyalık cehaletimizle tükettiğimiz, vurup savurduğumuz kaynaklarımız daha bizi yoksun bırakmadı; geçtiğimiz hafta birinci ölüm yıl dönümünü müzeye akın ederek kutladığımız, önce meydanda 2.5 liraya “panter” görmek isteyen halka gösterilen vurulmuş bir Anadolu Leoparını hatırlayalım (sonra derisi yüzülecek ve tüyleri taranarak kabartılacak). İçi, tahnitçinin şu sözleriyle doldurulacak, “Canlı hissini vermek için yüzü ve ayakları makyajla renklendirilecek. Gözler ve burun içlerine plastik maddeyle makyaj yapılacak. Makyajla çok doğal, canlıymış gibi gözükecek.”
Tahnit, cesedin bozulmaması için yapılan birtakım işlemlerdir. Yani estetik bir işlemdir. Tahnit de restorasyon gibi estetik, yani politik bir problemdir. İshak Paşa Sarayı’na yapılan restorasyonun şekli, son Anadolu Leoparı’na yapılan tahnitin şekliyle örtüşür. Her ikisi de estetik ve politik bir cümle kurar.
Walter Benjamin’in bize faşist rejimler ve politikanın estetize edilmesi üzerine verdiği düşünsel miras kurulumunu modern zamanın, makinelerin reprodüksiyon çağında, aura’nın (Benjamin aura’yı mesafenin biricik fenomeni olarak anlatır) yittiği, tanrının yittiği, yani bireyin zaman-mekan algısının modernitenin değiştirdiği bir yerden yapar. Eski çağların tanrısal dogmatizminden özgürleşen kitleler, kendine ilahi güç olarak karizmatik siyasi liderleri edinirler. Bu özgürleşme Türkiye’de ne tamamlanmış bir sanayileşme sürecinden geçer, ne de bireyin kendini birey olarak algılaması nihayetine erer. Kemal Atatürk’ün neredeyse çoğunluk olan halk için Tanrı’laşması ve ardından gelen diğer iktidar baba figürlerimiz bu mutlak gücün göstergesidir. İlkokul sıralarında Allah mı daha büyük, Atatürk mü daha büyük tartışmalarımızı hatırlıyorum. Neyse ki bu iki tanrılı dini taşıyamadık ve acelece Atatürk’ün izlerinin silindiği ve Sultan’ın geri döndüğü zamanlara adım attık. Cumhurbaşkanı’nın gözü önünde utanmadan sigara içmek de Allah huzuruna yakın bir yer. Öyleyse, aura’nın yitiminin gerçekleşmediği, ilahi olandan ayrışmanın yaşanmadığı bir bölgede karşılaştığımız estetik problem ve gündelik hayatın içindeki tarihe, insana, hayvana, ağaca yönelen bu faşizm bize ne söylüyor?
Faşizm politikayı, dini, geçmişin yüce mitlerini güncel olanın estetiğiyle birleştirir. Bizim kopyala-yapıştır modernitemiz, tam da güncel olanla geçmişin yüceliğini ayrıştıramadığımız noktada farkında olmadan arkaik bir faşizm ile kendini kendi gövdesine yapışık doğurur. Bizim faşizmimiz, Benjamin’in söz ettiği faşizmin aradığı o büyüleyici auralı mesafeye (mesafe yitimi gerçekleşmediğinden) ihtiyacı olmadığı için bir tık daha içseldir. Arkaizmin yakın geçmişe yaptığı referansı da cebinde taşır. Henüz bu topraklarda tarihin nesnesi olan insan, arketip ve kolektif bilinçdışından zaman bulup kendi özne inşasını gerçekleştiremediği ve tarihin çizgiselliğine henüz ilişemediği için, döngüsel bir ölüm ve yeniden doğuma yakınlığıyla (ölmenin bu topraklardaki kolaylığı ve rastgeleliğini de hesaba katarsak -yolda yürüyordu, üzerine köprü düştü; yolda yürüyordu rögara düştü; yolda yürüyordu, kaza kurşunu ile öldü gibi gibi) bir tık daha içseldedir. Toplamda iki tık.
Tam da burada, Zeugma’yı, İshak Paşa Sarayı’nı düşünürken, Türkiye’de modernizmle oluşturulan zaman-mekanın lineer bir akışta geliştiğini söylemek zor. Süreçlerin parçalı, döngüsel olduğu arkaik bir düzende ikamedeyiz. Sürekli bir şimdiki zamana mahkumuz. Zaman-mekanı kavrayışlarımız hafızadan yoksun biçimlerde seyrediyor. Geçmişin izlerini taşıyamıyor gibi, mesafe edinemeyen, kendi yazgısıyla yüzleşemeyen bir arkaik kitleyiz. El yordamıyla yolunu bulan, gözleri bağlı, ancak anlık bile olsa edinemediğimiz hafızayı arzulamaktan da vaz geçmeyen. Batıcı bir perspektiften kendimize ve tarihimize bakmayı kafa bulanıklığıyla öğrenmiş olan bizler, bu arada-dereliğin içinde delikler açıp, boşluklar yaratıp illa da lineer zaman-mekan inşasından geçmemize gerek yok deyip aslında çevremizle kurduğumuz ilişkilerde yaptığımız her müdahalede nefes alan bölgelerimizin üzerine basıyoruz, zamansız Zeugma’nın, zamansız İshak Paşa Sarayı’nın, zamansız Yırca’nın üzerine bastığımız gibi.
Fatma Şahin için, “BIRADER APTAL OLMAYIN KUTSAL BIRSEYMIS GIBI NE YAPSAYDI AYAKABIMI CIKARSAYDI CAHILLER GIBI KONUSMAYIN SECDEMI ETMELIYDI KUTSALLIGI VARMI BULUNAN MAZAGIN ? BENDE SIZIN GIBI YORUM YAPANLARI ANLAMAKTA ZORLANIYORUM” diye soran bir twitter yazarının ettiği söz bize üçüncü bir açılım getiriyor. Nesneyle aramıza mesafe alamamanın, nesneyi (gerek bir leopar, gerekse bir mozaik) arkaik zaman-mekanın içinden gözlemlemenin yanı sıra içinde yaşadığımız semantik sisteme dair bir fikrimiz de pek yok. Anlamakta zorlanıyoruz. Anlam zemini üzerinden tartışabileceğimiz ve bu anlam zeminini dönüştürmeye yeltenebileceğimiz semantik bir sistemsizliğe mahkumuz. Dolayısıyla bizi herhangi bir olay/eylem üzerinde ikna edecek olan akıl yürütmelerden yoksunuz. Bu da bizi faşizmin gündelik estetiğinde üçüncü adıma taşıyor. Anlamak çözmeye yetmez diye söylenen bir şarkı sözünün duygusallığında iknanın milliyetçilik, din ve para kanallarıyla pompalandığı bir yerdeyiz. İster ulus devlet inşası üzerinden olsun, ister İslam birliği, ister kapitalizmin enerji politikaları, zaman-mekan içinde farklı parçacıklarda, benzer gündelik faşizm estetiğini ancak ve ancak yeniden üretiyoruz. Bu da politikanın estetize edilme şeklini uysallaşmış, içsel, döngüsel ve sevecen, hatta infantil bir düzleme mahkum ediyor. Her şey şaka gibi oluyor, gündemi karikatür dergilerinden takip edebiliyoruz. Çünkü bu estetiğe ve faşist söyleme dair en politik mesajlara, en kritik eleştirilere ancak gülerek yaklaşabiliyoruz. Alay ederek mesafe alabiliyoruz. Ya da kendimizi saklayarak, arkeik toplumun mitleri, görünmez kuralları arasında görünmez kalarak “var” olabiliyoruz.
Konuyu İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu ile açmışken, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık konuşmasında değindiği restorasyon retoriğini, özellikle “kültürel ve medeniyet restorasyonu” başlığıyla hatırlayarak bitirelim… Davutoğlu konuşmasında, tam da üzerine ayakkabılarımızla bastığımız Zeugma’yı, çatısını alüminyum folyo ile kapladığımız İshak Paşa’yı, zeytin ağaçlarını sürgün ettiğimiz Yırca’yı ve derisini yüzüp içini doldurduğumuz son Anadolu Leoparı’nı anlatıyor. Diyor ki, “Eğer insanlık tarihi kadim, modernite ve küreselleşme gibi evrelere ayrılırsa şunu çok açık şekilde söyleyebiliriz ki, bu ülke, bu aziz topraklar, sadece jeostratejik değil, jeokültürel önemi haiz topraklar, kadimin bütün renklerini bünyesinde barındırırlar. İslam medeniyetini, ondan önceki Mezopotamya kültürünü, ondan önceki Hitit, Roma kültürünü bünyesinde barındırır. Hiç bir medeniyet havzası yoktur ki Anadolu ile etkileşime girmemiş olsun. Yine modernite esas alındığında bu kadim kültüre sahip olan başka hiçbir ülke yoktur ki moderniteyle bizim gibi yüzleşmemiştir ve nihayet küreselleşmeyi de bizim kadar derinden ve yakından yaşayan bir başka ülke yoktur. Şimdi büyük bir yeni kültürel uyanışın arifesindeyiz. Bu yeni kültürel uyanış, insanlığın temel değerler itibarıyla varoluşsal ve epistemolojik problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde bütün insanlığa evrensel bir medeniyet çağrısı yapacak bir uyanış.” Davutoğlu aslında şunu diyor; Anadolu’da yaşamış tüm zamanların içindeyiz, modern zaman-mekan’ı haiz olamadık, (yüzleştik); varoluşsal ve epistemolojik problemlerle karşı karşıyayız, yani varlığın ve bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı, yani akıl yürütmeler, ikna süreçleri, anlam zeminleri…