Bu ay 14.sü yapılacak olan !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nin yönetmeni Serra Ciliv'le festivalin yol hikayesi hakkında bir sohbet.

SANAT

!f İstanbul’un Hikayesi: Yapsak mı? Yapabilir miyiz? Gel Deneyelim

Bu seneki !f İstanbul’a günler kalmışken, festivalin kurucularından, bugün de yönetmeni olan Serra Ciliv’le konuşmak istememin ana sebebi, sıra dışı işlerde çalışan kadınların bu işlere nasıl bulaştıklarını hep merak etmem. Herhangi bir işi tasarlamak, kurmak, ilerletmek ve oturtmak için ne bilmek, nasıl ortaklıklar kurmak, soyut ve somut hangi kaynaklara sahip olmak gerekiyor? Nasıl bir ruh hali gerekiyor? [tl;dr maalesef her koşulda çok çalışmak lazımmış, ben de çalışanların yalancısıyım]

 

Uluslararası bir film festivalinin yönetmeni olmak için ne gibi meziyetler gerekiyor? Nereden başlanıyor?

 

Biz bu işe Pelin’le [Turgut] başladık, daha doğrusu Pelin, İlke [Durmay], ben başladık. Üç tane hatunduk, yurtdışından üniversiteden dönmüştük.

 

Lise arkadaşı mısınız?

 

Pelin’le ben evet, İlke’yle sonra karşılaştık. Pelin’le 13 yaşından beri arkadaşız ve her zaman çok çok yakındık; hep böyle içerik üzerinden beslendiğimiz bir arkadaşlıktı o. Beraber okurduk, beraber tiyatroya giderdik, beraber sinemaya giderdik, saatlerce konuşurduk. İkincisi, hepimiz buraya döndüğümüzde, yaşamak istediğimiz türden etkinlikler nasıl yaparız’ı düşünmeye başladık ve aslında bence en kilit şey, çok rahat bir yerden başladık; yaparız yaa, küçük yaparız, biz nasıl yapmak istersek onu yaparız… Niye öyle oldu, niye bunu yapabileceğimize inandık aslında ben de bilmiyorum ama içimiz rahat başladık onu biliyorum. Mesela ilk defa film festivali yapacağımızı söylediğimiz eski belgeselcilerden biri vardı, gidip “işte biz film festivali yapmaya karar verdik” dediğimizde, “siz film festivali şartnamesi nedir biliyor musunuz ki” diye sormuştu.

 

Öyle bir şartname mi var?

 

Varmış, ben de bugüne bugün henüz görmüş değilim. Uluslararası film festivali yapma kuralları nedir biliyor musunuz ki, filan. Biz gerçekten hiçbir şey bilmiyorduk. Distribütör nedir bilmiyorduk, film nasıl alınır, bir film üç kere mi programlanır…

 

Ama “yaparız” diyordunuz.

 

Yaparız yani, ne olacak, nasıl yapılıyorsa öğreniriz filan. Bu aslında hem bir kendine güven hem de bir alçak gönüllülük, kendini çok fazla ciddiye almamayı gerektiriyor, çünkü patlarsak da patlarız. Bir yola çıkalım da, diyorduk.

 

Bir de üniversiteden yeni çıkmışsınız, bir şeyin başındasınız, yapamazsanız çökecek bir şeyin üzerinde durmuyorsunuz…

 

Repütasyon filan zaten yok. Bir de zaten bir takım işlere girdik çalışmaya başladık ve o işler içerik açısından beni mutlu eden işlerdi ama… yok mu daha eğlenceli bir şey diyordum.

 

Bıraktınız mı o işleri bu işe girişirken?

 

Onları zaten bırakmıştım ben, yüksek lisans yapıyordum, tarih, ve bir ara akademisyen olacağım zannediyordum, ama tarih okuduğumda anladım ki akademisyen olmama imkan ihtimal yok. Diyeceğim o ki “yaparız, yaparız” diyorduk. Biz biraz “Gezi öncesi” kuşağız ya, 80’lerde büyümüş kuşağın bir korkaklığı vardır otoriteye karşı. Ben şahsen, 74 doğumluyum; 84’ü ve 84’te devletin ne olduğunu, “baba” figürünü, paternalizmin ne olduğunu çok bilerek büyüdük aslında. Sonra gittiğim okullar olmasaydı, biraz önce Oberlin’i konuştuk, bence o rahatlığa erişemeyecektim, arkadaşlarım için de geçerli. Çünkü biz “yaparsanız büyük cezalandırılırsınız” kuşaklarındanız.

 

Ama üniversitede “yapabiliyorsan yap” mesajını aldınız.

 

Yap canım, bir dene bakalımlar geldi hayatımıza ve bence kilit biraz oydu, yani üçümüzü bir araya getiren, çok da gençtik tabi 23 mü 24 yaşında mıydık başladığımızda, çok heyecanlıydık. Ve bence ikinci şey, birbirimizi çok iyi tamamlıyorduk. Pelin çok düzenli, çok iradeli, çok merkezi bir çalışma biçimi olan biri. !f istanbul markasının bu kadar güçlü ve tutarlı biçimde oturabilmesinin sebebi onun tutarlılığıydı. Bende de çok dışarı açılma ve nasıl çoğalabiliriz, nasıl arkadaş olabiliriz, herkese bulaşasım var falan filan. Dolayısıyla bu ikisinin dengesi…

 

Bu iş bölümü ve dengeyi baştan oturttunuz mu, yoksa doğal bir şekilde mi gelişti?

 

Doğal bir şekilde gelişti, beraber çalışmaya başladığında, o seni düzenli olmadığın için azarlıyor, sen onu bilmem ne için azarlıyorsun, iki sene sonra anlıyorsun ki haklıymış benden bunu istemekte. Bence İstanbul da çok açıktı, hazırdı böyle bir şeye.

 

Kaç uluslararası festival vardı o zaman?

 

İşte İKSV vardı, Sinema Tarih var mıydı? Bilmiyorum, onları bile araştırmadık yani girdik işte abi, nasıl yapılıyormuş şeklinde. Tabi bizim bir önceki yaptığımız işin etkisi var; biz rave’ler yapıyorduk. Asıl hikayemiz alternatif kültür-sanat etkinlikleri nasıl yaparız -kültür-sanat filan değil, alternatif nasıl eğleniriz- diye sormuştuk kendimize ve oradan 5-6 tane kendi kendine büyüyen partiler yaptık.

 

Nerede?

 

Garip garip yerlerde. Belgrad Ormanı’nda, bir tanesi teknede, bir tanesi bir fabrikada. O zamanlar hiç yoktu ya öyle şeyler. Asıl hikaye orada da başladı çünkü biz İstanbul’un en genç, yırtık ve yaratıcı insanlarıyla bir araya geldik ve çok eğlenerek ve çok arkadaş olarak geldik. Dolayısıyla bu festivali yapma teklifi bize AFM’den geldiğinde biz zaten İstanbul’daki en yırtık insanları tanıyorduk ve sen bizim logomuzu yap, sen bizim bilmemnemizi yap diye giriştik.

 

Yaratıcı kısımlar hazırdı yani…

 

Tabi tabi, hemen bir gaz girdik.

 

Filmlerin seçilmesinde bir değişiklik oldu mu? İlk bulduğunuz filmlerle bugünküler arasında.

 

Daha sistematik şekilde film arıyoruz biz artık. O sırada, hiçbir şeyi nasıl yapacağını bilmediğini düşün, distribütör sitesine mi girip bakacağız ne yapacağız…

 

90’ların sonu değil mi bu, site de bir yere kadar?

 

Site var aslında da yani o sırada internet var ama bir tane bilgisayar var ofiste. O bir tane bilgisayarla nasıl olacak?

 

E nasıl oldu?

 

Nasıl oldu hatırlamıyorum işte, hani festivallere mi baktık, nasıl o ilk senelerin programlarını çıkardık. Şimdi programlama koordinatörümüz oldu 3-4 sene önce, ondan önce Pelin’le ben yapıyorduk bütün programlamayı.

 

Şimdi çok meşgulsünüz çünkü festival 1 haftaya başlıyor, peki bundan 6 ay sonra ne yapıyor oluyorsunuz?

 

Bayağı bir geziyoruz, kafamıza göre takılıyoruz. Festival takvimimiz var, Şubat’ta festivalimiz, Mayıs gibi bütün hesaplar kitaplar toplanmış, her şey kapanmış oluyor, ondan sonra Mayıs-Eylül arasında boş bir zaman var gibi gözüküyor. Biz bu işe ilk başladığımızda ve nasıl ayakta duracağımızı bilemediğimiz zamanlarda o sırada başka etkinlikler yapmaya çalışıyorduk. Ama sonra farkettik ki bizim o etkinlikler için ofisi açık tutmamız ve oradaki insanları çalıştırmamız lazım, o etkinlik zaten onu götürüyor. Sen hiçbir şey yapma, kalk çık festival dolaş, nefes al, dağlara çık, kendine iyi bak, biraz kitap oku, arkadaşlarını sev, ondan sonra Eylül’de tekrar gel aslında çok daha mantıklı, altıncı senemizden sonra filan bunu anladık. Ve bu bence önemli bir karar. Daha çok çalışmalısın diyen toplumlarda yaşıyoruz, daha az çalışmanın hiçbir mazereti yok. Ama hayır, kendini beslemen ve o boş zamanla da beslemen sadece etrafı seyrederek, kendine dönerek, 3-5 film seyrederek beslemen önemli. Gerçekten kendine çalıştığın zaman diye bir şey var ve keşke bütün insanların böyle bir lüksü olsa, ama bence !f istanbul’un bu kadar özel bir yerde kendini konumlandırabilmesinin sebeplerinden biri de budur. Bir şekilde bu işin matematiğine baktık ve çok küçük yaşarız, ama ne olur bir sessiz dönemimiz olsun dediğimiz bir kararı verdik 2008 gibi. Gerçekten çok küçük paralarla yaşamaya devam ettik ama sorun değildi çünkü zaten gittiğimiz yer dağın başıydı.

 

Kaç film seyrediyorsunuz bir senede?

 

Valla film listemizde şu an sanıyorum 450-500 film var ama bu herkesin, bütün sene boyunca seyrettiği filmlerin sayısı.

 

Peki kriter ne? Nasıl seçiyorsunuz filmleri?

 

Bir kere gittiğimiz festivallerde seçiyoruz, yaz festivalleri zaten bizim başlangıç noktamız, yani Cannes’a gidiyoruz, Locarno’ya gidiyoruz, Toronto’ya gidiyoruz, bu üçüne illa ki gidiyoruz. Bu üçüne bir ya da iki kişi gidiyoruz, iki kişi gitsek en güzeli çünkü o zaman festivalin sonunda, zaten akşamları da oturup muhabbet ediyorsun, sen ne izledin ben ne izledim, bu tarafa doğru bir bölüm yapar mıyız, bak bu bunu böyle yapmış peki bizimkisi ne yaptı acaba filan o muhabbetlerden çıkıyor bir sürü şey. Ve sen o sırada beğendiğin filmleri kafanda öne çıkarıyorsun, zaten festivalin belirli bölümleri var, galalar, gökkuşağı, fantastik filan, onları tık tık dolduruyorsun. Yeni bir bölüm yapıp yapmayacağın biraz Eylül ayında bir his olarak gelmeye başlıyor. İşte bu sene Aziz(e)ler, şairler ve meczuplar bölümü yapmamızın sebebi, Burroughs geldi, Patti Smith geldi, Jean Genet geldi, e tamam diyorsun. Bölümleri doldurduktan sonra yeni bölüm yapalım mılar, en sonunda da bunların etrafına ne etkinlikler dolayabiliriz çıkıyor, ki o da çok kıymetli bir şey bence çünkü dediğim gibi !f İstanbul’un en baştan derdi nasıl birlikte çoğalabiliriz idi, bu muhabbetten çıkmış bir festival.

 

Her sene gelen geribildirimler etkiliyor mu sizi, hangi tür filmlerin az ya da çok izlendiği…

 

Tabi bütün yorumları okuyoruz.

 

Profesyonel eleştirileri?

 

Profesyonel eleştiriler, bir de eş dost…

 

Bayağı kendi içgüdünüze, hissiyatınıza güvenerek gidiyorsunuz gibi…

 

Tabi tabi. Baştan beri söylemeye çalıştığım şey o, istediğimizi yapalım. İstediğimizi istediğimiz şekilde yapma alanını yaratalım, bu bence yine !f istanbul’un bugünkü karakterinde çok önemli bir karar değil de oluş biçimi galiba. “Biz bunu yapacağız!” değil, “Yapsak mı? Yapabilir miyiz? Gel yapmayı deneyelim.”

 

Sizin çekirdek ekipteki -kibirli bir şekilde demek istemiyorum tabi ama- “yapabiliriz” inancı, bu kanaate sahip olmanız belirleyici gibi. Yaparız, seçeriz, seçtiğimiz şey beğenilir, insanlar gelir. Yaptığın işin iyi çıkacağına inanmak. 5harfliler’de de konuşuyoruz, yeni bir şey yaptık, bir site yaptık ama, birisi gelip siz kimsiniz dediğinde cevabın ne, neye göre hareket ediyorsun, seçimlerini neye göre yapıyorsun, kriterleriniz ne dediğinde… aslında kriterim paşa gönlüm, dibine indiğinde. Kurallar kitabına bakıp yapmıyorsun pek.

 

Evet, aynen. Kriterim paşa gönlüm evet.

 

Yani herkesi bir araya getiren prensipler, düşünceler, anlayış var elbette…

 

Ama küçük sinerji alanları yaratıyorsun gibi. Yani tutmasaydı da tutmazdı. Biz bu arada geçtiğimiz 14 yıl içerisinde ayrıca 7 tane daha farklı şeye gaza gelmişizdir ya böyle bir şey yapsak süper olmaz mı diye. Ya doğmadan öldüler, ya doğdular kimse duymadan öldüler. “Ben ne yapsam olur” filan değil yani. Demek ki (bu proje) doğru bir yere oturmuş. Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım şunu dedi: Hayat zorlaşıyor, festivaller ne olacak diye konuşuyoruz, “bunun size bir emanet olduğunun farkındasınız değil mi” dedi. Ne demek istiyorsun dedim, yani bunu siz yapıyorsunuz, biz yapıyoruz diye düşünmememiz gerekiyor, çünkü rüzgar buradan esti ve bana değdi ve ben o sırada sana değdim ve bir şey oldu ve böyle oldu, sadece arada ket vurmadık. Yani bir kanal olmak aslında bu. Orada devamlı bir şeyler pişiyor, hayatta bir şeyler pişiyor ve birileri gelip onlara kanal oluyor, beraber çoğalmak meselesi. Emanet gibi bakmak lazım.

 

Siz başta 3 kişiydiniz ama seneler içinde size insanlar da gelip ben bunun bir parçası olmak istiyorum diyorlar, onları nasıl dahil ediyor ya da etmiyorsunuz?

 

!f istanbul ekibi, çekirdek ekip yaz aylarında 3-4 kişiyse, festival vakti 70 kişiye çıkıyoruz. Her sene !f İstanbul’un bir ekip arama zamanı var. Eylül gibi biz başka şeyler gibi ekibi de aramaya başlıyoruz.

 

Gönüllüler sinema öğrencileri mi?

 

Sinema öğrencileri oluyor genellikle. Ekip, bilmiyorum uzaktan hissediliyor mu, çok özenle seçilmiştir her zaman. Yıllarca, belki 7-8 yıl boyunca hep arkadaşlarımızla çalıştık aslında, ya da 32. saniyede arkadaş olabileceğimiz insanlarla çalıştık. Çünkü dediğim gibi gidip başka şirketlerle de konuşup nasıl kurumsallaşılır, nasıl insan kaynakları halledilir, biz hiçbir şey bilmeden yola çıktık ya, dolayısıyla “abi ben seni sevdim senin söylediğin ne güzel bir şey vardı gel bakalım” yöntemi vardı, hatalara sebep oldu tabi ki, özellikle ekip disiplini açısından.

 

Hiyerarşiyi kurdunuz mu baştan? 

 

Baştan kurmadık. Öyle bir gaz var ki ortada, ve festival yapmak gerçekten 7 ay çok sıkı çalışmak demek, 7 ay sonra 80 bin kişinin önüne çıkıyorsun, buradaki ekip baya sahneye çıkıyoruz hep beraber. Burada falso vermek isteyen var mı arkadaşlar? diye sorsa kimse falsoyu vermek istemiyor.

 

O bitirme tarihi sizi zorluyor yani…

 

Hem tarih, hem sahneye çıkıyoruz, hem de atıyorum eğer programlama bu kadar sağlam çalışıyorsa Basın-PR da çalışıyor. Arkadaşız bir de, beraber zaman geçiriyoruz. Basın-PR, atıyorum Uğur, Mustafa’nın üzüldüğünü görse üzülecek, öyle bir iş var. Bu kurumsallaşmakla kurumsallaşmamak arası. Şimdi çok büyüdü festival ve artık daha kurumsal.

 

Siz şu an bir şirket misiniz?

 

Biz yıllar boyunca Pelin ve benim şirketimdik ve AFM’ye dışarıdan iş yapıyorduk. Sonra AFM Mars tarafından satın alındığında biz Mars’ın altına girdik, Mars festivalin sahibi.

 

Günden güne ne gerektiriyor bu iş, özellikle başlangıçta?

 

Sebat gerektiriyor. İlk 10 sene, kafamdaki beyaz saçlar var ya… Yani şu an aynı şeyi söyleyemem çünkü gerçekten çok iyi, festival Genel Koordinatörü Onur Gülen bu gemiyi yürütüyor şu anda ve inanılmaz iyi bir kaptan. Ve ben aslında son 2 senedir yatıyorum demeyeceğim ama bir artistik direktörün yapacağı işleri yapıyorum. Daha önce her şeyi hep beraber yapıyorduk. O ilk 10 sene özellikle festivalin finansmanını bulmak için yaşadığımız stresin haddi hesabı yok. Herhalde bünye onu şimdi kaldırmaz zaten. Çünkü büyük bir gazla başladık ve çok iyi bir şey çıkardık, ilk iki sene zaten belliydi ne kadar iyi bir şey çıkardığımız, ama sponsorluk sisteminin tam oturmadığı zamanlar olduğu halde bu festival büyümeye ve kitlesi büyümeye devam etti, dolayısıyla gereken finansman da büyümeye devam etti ve dolayısıyla biz Pelin’le bir noktaya kadar bir taraftan her şeyin üstünden gitmeye çalışırken, yani programlama, etkinlikler, partiler, PR bilmem ne -tabi bir ekiple ama- tüm bunların sorumluluğunu yaşarken, gittikçe o büyümekte olan finansman ihtiyacı bizim omuzlarımızda daha ağır bir şey olmaya başladı. Ve o gerçekten 30 yaş altı insanların yaşamaması gereken bir stres çünkü arkanda hiçbir şey yok. Orada işte bugün gösterebileceğimden emin olmadığım bir sebat var, o da işte yaptığın işe inanmakla ilgili. Festival zamanı o kadar yüksek ve o kadar inanarak yaşıyorsun ki, yani ben bayağı sinema çıkışlarında durup gözlerimin yaşlandığını bilirim. Büyük gala filmlerinde değildir genelde, Tarnation’dan bahsediyorduk biraz evvel, Tarnation’ın çıkışında ben ağladığımı bilirim yani anlatabiliyor muyum, ona o kadar çok inanıyorsun ki bu oluyor. Ama endişeden öleceğimi zannettiğim oldu yani, öyle bir dönemden geçtik. Dolayısıyla sebat. Benim için çok değerli günden güne ne var diyorsan, ortaklıklar var. Yani bu bir yönetmenle yaptığın ortaklık da olabilir, seninle şu an muhabbetimizde bir ortaklık da olabilir. İzleyiciyle yaptığın, sponsorla yaptığın ortaklık da olabilir, bu merkezinde inandığın bu şeyin ortakların olmadan hiçbir değeri olmadığına inanmak diye bir şey var. Gerçekten buna inanıyorum -yani izleyicisiz festival ne zaten de- bu bir kalp atışı gibi, festivalin bu seneki kampanyası oradan çıktı. Çok zor zamanlar geçiriyoruz, çok ağır şeyler yaşıyoruz, hepimiz elimizi kendi vicdanımıza koyuyoruz ve ne yaptığımızı biliyor muyuz diye soruyoruz, ve çok mutsuzuz aslında, kendi kuytumuza köşemize çekilesimiz var.

 

Toplum olarak mı?

 

Yani her birimiz için, sabah uyandığında umutlu mu uyanıyorsun dünyanın gidişatına dair? Ve özellikle Gezi sonrası üzerinden geçen bir seneyle beraber yara aldık ve her gün yara alıyoruz ve her gün gazeteleri okuduğumuzda umutsuzluğa kapılıyoruz. Tek hikayemiz ve tek inandığımızda yataktan kalkmamızı kolaylaştıracak hikaye, senin kalp atışınla benim kalp atışım yan yana olduğunda orada biraz daha büyük bir kalp atışı var ve orada biraz daha çoğalırız. Biraz birbirimizi dürtmek gibi. Dürtmek de değil, hafifçe değmek gibi. Senden gelen hareketin beni de götüreceğine ve benim de kalbimin atmasını sağlayabileceğine inanmak gibi. Dolayısıyla diyorum ki ortaklıklar. Aksi gününde gelme işe, anlatabiliyor muyum? İnsan sevgisinin eksik olduğu günde gelme.

 

Seneler içinde size gelen ve en haksız bulduğunuz, sizi yaralayan eleştiriler ne?

 

İkinci ya da ilk senemiz miydi hatırlamıyorum, gökkuşağı filmleri yapıyoruz diye, “sapıklar fuayede” diye manşet atmıştı o garip gazetelerden bir tanesi, çok üzmüş müydü… [duraksıyor] bilmiyorum üzmüş müydü, bir gülmüştük onu hatırlıyorum ama galiba içeriden bir yerden üzülmüştük.

 

LGBT konularında baskı azaldı mı?

 

Tekrar çıktı. Aradaki yıllarda, bizim ilk senelerimizde gökkuşağı bölümüyle çıkıyor olmamız çok şaşkınlık vericiydi vesaire ama sonra bu oturdu, Türkiye ilerledi, Türkiye bir sürü şeye daha aydınlık bir şekilde bakmaya başladı. Ama bence son üç ya da beş senedir o muhafazakarlaşma daha kendini belli eder oldu. Daha -böyle kelimeler kullanmamak lazım aslında ama- küstah oldu. [duraklıyor] Bak nasıl sansürlüyorum kendimi, şu an sansür giriyor araya [gülüyor]. Devletin tutumuyla alakası olan bir şey bu.

 

Bu filmleri siz seçiyorsunuz, dışarıdan herhangi bir süzgeçten geçmiyor hiçbir şekilde?

 

Yok, hayır.

 

İzin almanız gerekiyor mu?

 

İzin alma değil de SEK izni diye bir şey var. Festivaller sansürden muaflar.

 

Normal gösterime girecek filmlerden farklı şekilde?

 

Evet, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’na veriyorsun Kültür Bakanlığı’nın, ve onlar sana diyorlar ki evet sen bu filmleri gösterebilirsin, ve zaten sansürden muaf tutmak durumundalar.

 

Verdiğiniz bilgi siteye koyduğunuz film açıklamaları mı?

 

Evet, eskiden sadece film isimleri yetiyordu, bu sene ilk kez açıklamaları da istediler, biz de verdik.

 

Bu filmleri festival dışında görmeyecek, ulaşamayacak insanlara da ulaşıyorsunuz, tepkiler size ulaşıyor mu?

 

Tabi ki olmaz mı, onlarla yaşıyoruz zaten. Bir kere bizim kitlemize bakarsan, fuayede bir dolaşırsan bu insanlar 18, 22, 25 yaşındalar.

 

Başladığınız dönemden şimdiye fark ne, 3 tane üniversiteden yeni mezun olmuş genç kadın şimdi bir araya gelse…

 

Bizden çok daha yaratıcı işler yapabilirler. Çatlaklar bulunur.

 

Hem (siyasi) ortam değişiyor dedin ama en başta devlet korkusunun yıkıldığından da söz ettin.

 

Tabi, Gezi’de gördük bunları, bunlar yırtık çocuklar yani. Ve bunların haberi yok bizim korku dolu olduğumuz konulardan. Nokta dergisi 84 sayısı, onu görmüş bir çocuksan ondan sonra bir daha aynı olamazsın yani. Ben Gezi’de çok acayip insanlarla tanıştım ve korkusuzlukları beni çok etkiledi. Dolayısıyla bu çocuklar her şeyi yaparlar gibi hissediyorum ve çok da farkındalar her şeyin, çatlakların yolunu da bulurlar.

 

Bu seneki seçkini sorayım, ben bir tane yaptım ama çok fazla seçtim yine klasik. İranlı vampir kızla ilgili bir yazı yazdık zaten, ben yine belgesellere kaydım. Suriye belgeseli var…

 

Bu sene izleyeceğin en zor şey o belgesel. Look of Silence, galalardan. In the Cross Wind, Toz Ruhu Keşif’ten. Yine galalardan 99 Ev. Bu film [katalogdan gösteriyor] herkese rağmen benim baskılarımla girdi programa. Bu adam Kolombiya’daki Yeşil Dalga’nın liderlerinden bir tanesi, adamın o kadar yumuşak bir politikası var ki… Yeşil tamam eyvallah ama bütün insanlığın kötülüğünün her insanın içinde var olduğu anlayışından yola çıkıp her cümlesinde kendi egosunu tutmaktan bahsediyor ve tarihin kurşun kalemle yazılıp yazılamayacağını soruyor. Şimdi politika dünyasında tabi ki büyük dayak yiyor ve tabi ki seçimlerde hile oluyor ama adamın orada verdiği tepkiler beni çok ilgilendirdi. Ve buna dair, gerçekten çok yumuşak, çok egosuz bir yerden konuşabilmenin mümkün olduğuna ve bunun ileride yol açabileceği olumlu dalgalara dair o kadar umut veren bir şeyle bitiyor ki benim için çok özel bir film. Yes Men’e çok hastayım ve geliyorlar da. Song from the Forest, küçücük, çok tatlı bir film. Ve Susan Sontag.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YOrhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz
Orhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz

Orhan Pamuk, sırf yurtdışında başarılı diye eleştirilmekten (hâlâ) şikayetçi: “Romanın başarısını kendisine karşı bir silah olarak kullanıyorlar.”

KÜLTÜR

YKazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı
Kazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı

Edebiyat nobelinin yeni sahibi Kazuo İshiguro ile hayat hikayesi, ilham kaynakları, çalışma rutini üzerine yapılmış en kapsamlı röportajlardan biri.

ENGLISH

YIn Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses
In Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses

The common request shared by every woman I spoke to for this article was that they would be properly listened to.

Bir de bunlar var

Nichanian’la Birlikte Düşünmek: Kanıtlama Zorunluluğuna Karşı Mücadele
Bir Lütfi Akad Belgeseli: Tanrının Bağışı Orman
Regine’nin Suskunluğu

Pin It on Pinterest