Ev ilk evrenimizdir.
Gaston Bachelard
Yakın zamanda üst üste yaşadığımız felaketlerin ve ekonomik krizin yarattığı tahribat ve bunun kurumlar eliyle sistematik olarak derinleştirilmesi ev üzerine bildiklerimizi ya da bildiğimizi sandıklarımızı, alışkanlıklarımızı ve tecrübelerimizi sarsıyor. Zorunlu ya da gönüllü değişiklikler, değişiklik olasılıkları nice belirsizliği beraberinde getiriyor. Hayatın hemen her alanında bunca bulanıklık ve muğlaklık bünyemize fazla. Kapanma, kaçış, yer değiştirme, göç vb. olasılıkların hemen hiçbirinin çözüm olmadığı ise apaçık. Kaldı ki bunların hiçbiri en temelde ekonomik açıdan kolay, ulaşılabilir, sürdürülebilir de değil. Ancak bunlar kendimize yeni alanlar, yerler, barınaklar, sığınaklar… bir ev inşa etmek mecburiyetimizi, bu gerçeği değiştirmiyor. Bilakis evle kurulan bağın, evin anlamının kaybolması, değişmesi, dönüşmesi dahil tüm bu süreç hafızalara çengelli ama yine de bazen unuttuğumuz bazen unutmayı tercih ettiğimiz pek çok duyguyu ve soruyu uyandırıyor.
Ev nedir, neresidir? Bir ev mümkün müdür? Evi bulmak, kurmak ya da eve dönmek imkânsız bir arzu mudur? Evde hem olmak hem de olamamak ne demektir? Evde, evimizde olduğumuzu nasıl biliriz? Kök salmak, bağ kurmak sembol ve mitlerimizi her kopuş, yer değiştiriş, sürülüş, yıkılışta yeniden yeniden mümkün kılabiliyor muyuz? Bir mekân, yer olarak ev ile bir kovuk, sığınak olarak ev arasındaki o incecik ve geçirgen sınırda salınırken ait olmakla olmamak, yabancı olmakla olmamak arasında da gidip gelmiyor muyuz? Bir ev ne zaman evdir, ne zaman kovuk?
Tüm bu soruları bir mekân/yer/alandan bağımsız dille,[i] hatta sadece dille yan yana düşünmeyi istemekle beraber önceliği, evin bizzat kendisine veriyorum. Ama yine dil’den, dille dokunan bir yerden başlıyorum -daha rahat dolanacağımı varsayıyorum demek- kurmacadan.
I. Tekinsiz ev.
Demek sen de yabancısın?
Öyle sayılırım, dedi.
Bu köyden değil misin? dedim.
Bu köyde oturuyorum, ama bu köyden değilim, dedi.
Bu nasıl oluyor? dedim.
Merakla değil, hayır merakla değil, sinirimden sordum. Dağ başında sözcük oyunları… Dayanılır şey mi?
Anlatayım, dedi, aslında bu köyden değilim, ama kız kardeşim Muhtarın ikinci karısıdır.
Zazi mi? dedim.
Evet, Zazi, dedi. Görmüşsündür. Sonra, benim evim ve karım, çocuklarım da bu köydedir. Ama ben buraya pek az uğrarım.
Dedim ya, aslım buralı değildir, dedi:
Evin burada ama, dedim.
Bu yeterli mi? dedi. Şimdi senin evin de burada, sen buralı mısın?
Ama benim evim, gerçek evim değil bu, dedim. Burası bana verilmiş bir oda. Hem benim, ne bir karım, ne de çocuklarım var burda.
Olsun, dedi. Aynı şey. Ben de bir yabancıyım.
Demek yabancılığı seviyordu bu adam. Ya da kendini yabancı duyuyordu.
Niçin olmasın? (s. 72)
Ferit Edgü’nün O/Hakkari’de Bir Mevsim romanının “XIII/Bir Konuk” başlıklı bölümünde öğretmen ile Halit arasında geçiyor bu diyalog. Öğretmenin buraya nasıl ve neden geldiği, bir kazazede mi bir sürgün mü bir mahkûm mu olduğu sorularının cevapları değil önemli olan, bana kalırsa. Orada olmak, nerede olmak demek? Orası onun neyi/neresi? Peki ya Halit için? Orası Halit’in neyi/neresi? Sahi, evinde olan/olmayan kim?
Diyalog, dünyaya atılmış da bu dar odada karşı karşıya gelmiş salınmamış kökler arasında geçiyor. Kök salmadıkları gibi kendilerini bir yere teyellemiş de değiller. Aidiyetsizlik, yersiz yurtsuzluk, yabancılık sadece şehre/şehirliye özgü durumlar değil, diyor Edgü bu sahneyle. Dışarıdan bakan, gören ile içeriden yaşayanın, tecrübe edenin algılama, okumasındaki farkılılık üzerine de düşünüyor. Herkes biraz da kendisinin yabancısı, kendisine yabancı değil mi? Halit de öğretmen de. Birinin yabancı olmamak için gerekli olduğunu düşündükleri berikinin yabancılığının baş gösterdiği yer. Ne, nerede başlıyor ya da bitiyor, kimse tam olarak bilemiyor.
Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. Yerleştirme. “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata. Fotoğraf: Ali Erdemci
Öğretmen, Halit’in yabancılığından şüpheleniyor mu peki? Birbirlerine gerçek anlamıyla yabancı oldukları, birbirlerini tanımadıkları için mi? Öğretmen şehirli olduğundan mı, yoksa yabancılığı öyle derin ki buraya gömülü olup kendisinin dışına gerçekten bakamadığından mı? Halit’in şu cümlesi “Şimdi senin evin de burada, sen buralı mısın?” öğretmen için bir hatırlatma, bir uyarı mı? İkisi arasındaki hiyerarşiyi kaldırmıyor mu? Bilinmezden gelen öğretmen gibi Halit de bilinmezden gelen değil mi nihayetinde? Kimin daha yabancı, kimin daha kayıp, bunların da ötesinde kimin evde olup olmadığına, kimin ne zaman evinde hissedip hissetmediğine kişinin kendisinden başka kim karar verebilir?
Bu alıntıda satır arasına sıkışmış, romanda da nadiren okurun karşısına çıkan Zazi bu köyde, evinde mi peki? Muhtarın evi, Zazi’nin evi mi? “L/Zazi” başlıklı bölümde oğluyla beraber öğretmenin karşısına dikilip de muhtar kocasının genç bir kadınla -daha- evlenip onu eve getirecek olmasına, bu töreye itiraz eden Zazi, bir yandan evine sahip çıkarken bir yandan da evi çatlatıp yeni bir ev tahayyülünün imkânsız sınırlarını zorlamıyor mu? “Bu ne biçim töre ki, hak yok, hukuk yok; sevgi yok, saygı yok; yaşanan günler yok, yalnız yumruk var, yalnız horlanma var.” (s. 154) Sahi, Zazi ne zaman evinde?
Öğretmene dönelim. Romanın Ön ve Sonsöz başlıklı girişinde “Sende, gurbette duymuştum kendimi, kentim Hak. Senden uzakta yaşadım gerçek gurbeti” derken yazar, bizi bir yerde olamayışa, daha da ötesinde bir yerli olamayışa hazırlamıyor mu? Daimi bir yabancılığa. Nihayetinde bu yabancı –bilmediği, tanımadığı- ev/yerden bildiği, tanıdığı ev/yere döndüğünde de ev’inde, bir yer’de değil. Ev/yer, her durumda tedirgin ve tekinsiz olan.
II. Ölü ev.
Ev?
Yerleşilmiş, uzun zaman oturulmuş, yaşanmış bir evde bomboşluğu yaşamak! (Bunu…)
Zaten…
Evet?
Ev çok büyüdü. Kocaman bir boşluk oldu.
Küçük bir yere sığınmak istiyorum. Duvarlara yakın olmak.
Ana rahmi gibi mi?
Denebilir.
Musluk damlıyor karanlığın içine.
Düzgün, kendinde, kendinin bilincinde yani.
Bilincinde, ama sakatlanmış.
Çünkü musluklar damlamamalı.
Pencere? (Pencereler belirgin?)
Dışarıya açılan.
Dışarıda gece denen şey.
Olabilir. Dışarıda gece var.
Algılanabilirse gece gecedir.
De
Ah!
Evet!
Dışarısı görünmüyor ki!
Işıklar var. (s. 9)
Nezihe Meriç’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabındaki ilk öykü “Yanmışım Dumanım Tüter” bir yas öyküsü. Ev de bir yas evi. Ölümle tanışılan bu evde yaşayan iki kişiden birini ölüm almış. Meriç öyküyü geride kalanın kederiyle harf harf, kelime kelime dokuyor. Bu evin de kederi. İçinden geçen ölüm, onu parçalamış, dağıtmış. Geride kalana artık fazla geliyor. Belli ki vaktinde bir yuva iken şimdi geride bırakılmak, kaçılmak istenen bir mekâna dönüşmüş. Çekilmeyen, taşınamayan bir yük.
Muslukları damlayan, pencereleri dışa açılsa da gecenin artık algılanmadığı, yaşamın donup kaldığı bu yerde, evinde/yuvasında değil geride kalan. Burası hasarlı ve yarım. Kendisi de. Kayıp ve yas, geride kalanı kendinden ve evinden sürgün etmiş. Hâlâ orada bulunsa da orada değil, kendinde de.
Bir dışarısı da söz konusu değil artık. Kaynağını kestiremediği ışıklar, öylesine çok ve öylesine birbirine dolanmış ki dışarıyı göremiyor. Ne içeride ne dışarıda yaşam kalmış. Nihayetinde:
Ölümle tanıştık.
Geldi, aldı.
Uçtu gitti.
(…)
Şimdi kederliyim..
Sadece kederliyim.
Kederli bir kadın. (s. 7)
Ev ne aydınlık ne korunaklı bir alan. Ölüm evin sahiplerinden birini almış, kişiye ve yere kendisi yerleşmiş. Bu evle ne yapacağız şimdi?
Nezihe Meriç’in ilk dönem öykülerinde ev kurmak, evde olmak, bir evi kendinin kılmak, evi yoklukla ama dirençle örmek temaları belirgin. Bunlar kızartma kokulu mutfakları, güneşe açılan balkonları, foşur foşur yıkanan avlularıyla coşkuyla yaşayan ve yaşatan evler. Sonraları yavaş yavaş karanlığa, karamsarlığa, yoksulluğa bulansa, yer yer kaçılmak istense de içlerinde o eski zamanların ışığı bir köşeden göz kırpıyor. Bu öyküsünde ise ölüm, evi de öldürmüş. Demek ki ev de ölebilir. Bir ölü olarak ev. Bu cenazeyi kim kaldıracak?
III. Boş ev.
“Ne kadar çok şey birikmişti evde. Oda oda temizlemek, ayıklamak gerekiyordu fazlalıkları. Mutfakta, dolabın üstünde birikmiş eski gazetelerden başladı.” (s. 63)
Sevgi Soysal’ın Barış Adlı Çocuk kitabındaki “Eskici” öyküsünün ana karekteri kadın, “birikmiş” boş şişeler, sapı sallanan tava, kavanozlar… eşyaları atmak üzere toplamaya mutfakta birikenlerden başlıyor. Bunun sembolik anlamı olsa da birikme evin bütününe sinsice yayılmış. Tüm bu eşyalar, biri varken ikincisi alınanlar, neden saklandığı hatırlanmayalar, bozulmuş ama atılmamışlar, atılmaya kıyılamamışlar… gerçek anlamıyla yük olduğu kadar sembolik düzlemde de onun için bir engel, ayak bağı. Üzerlerinde tozlar birikmiş eşyaları atarken belleğini de havalandırmak istiyor. Bunun içinse tozları üflemek yetmeyecek. Kurumuş çiçekten kullanılmamış ayakkabılara tüller perdeler örtülere “Onları hemen vermezse, onlardan hemen kurtulmazsa, eviçini dolduran tuğla, kireç, toprak yığınlarını nasıl aşıp da düzlüğe, genişliğe, özgür bozkıra kavuşacaktı tekerler?” (s. 65)
Ev yaşamasının, esnemesinin, akışının önündeki engellerle dolu bir mekân haline gelmiş. Kim bilir, bir zamanlar bir yuva kurmak niyetiyle alınan, saklanan, bekletilen tüm nesneler yaşananlarının anlamının uğradığı erozyonla bir bağa, kıskaca dönüşmüş artık. Hatta “Dağın öbür yamacındaki bitimsiz ovaya varmak için geçilmesi gereken tünellere sığışmasını engelleyecek ne çok yükü vardı daha.” (s. 66) Kadın, mutfaktan salona türlü toplumsal cinsiyet rollerine bağlamak için atılmış düğümlerin ilmeklerini birer birer söküyor şimdi. İçindekilerden ve onlarla beraber temsil ettiği tüm bağlardan kopuyor, gitmeye hazırlanıyor.
Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. Yerleştirme. “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata. Fotoğraf: Ali Erdemci
Hatırlayalım, Az Yeterlidir’de Pier Vittorio Aureli “Az yeterlidir” mottosunun tüketilebilir, pazarlanabilir, satılabilir bir ilke haline nasıl geldiğini, getirildiğini tartışıyor ve sonunda şöyle söylüyor:
Burada “az,” bundan böyle sahip olmak yerine paylaşmaya dayalı bir karşılıklılık biçiminin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor; ne kadar az şeye sahip olursak, o kadar çok paylaşabiliriz. (Çoktur yerine) Yeterlidir demek, iyi bir yaşam -yani mülkiyet ethosundan, üretim ve sahip olma kaygısından bağımsız, azın ucu ucuna yeterli olacağı bir yaşam- sürmek için neye gerçekten gerek duyduğumuzu yeniden tanımlamaktır.[ii] (s. 63)
Evdeki eşyaları balkondan seslendiği eskiciye veren, eskici evde eşyalara bakıp bir kısmını alıp gittiğinde onun geri gelmesini bekleyen kadın “Ya gelmezse… Ya yol üstünde benim gibi ayak bileiğindeki zincirden, hasis çabalardan, kıskanç, başeğmelerden, sapmış faydadan, gösterişçiliğe dönüşmüş güzellikten kurtulmak isteyen başka biri çağırırısa onu?” diye geçiriyor içinden. Eşyaların hepsini eskiciye vermek istemesini anlayıp anlamadığını, kendisine inanıp inanmadığını düşünüyor: “Kim bir insanın ansızın eşyalarından bedava kurtulacak kadar akıllanabileceğine inanır?” diyor. Bu iki cümle beraber düşünüldüğünde içindeki eşyalarla beraber bir hapishaneyi andıran bu evden attığı her eşya bir tuğla çekiyor, evi yıkıyor.
Zira arzuladığı evsizlik değil, daha dar ve küçük bir ev. Mülkten onlara sahip olmak için tercih edilen yaşamdan, mülkle beraber kurumsallaşan ev’den roller, işler, beklentiler, sorumluluklar kalabalığından arınmış bir ev/yaşam tahayyülünün eşiğinde duruyor şimdi. Toplum, aile, evlilik gibi heteropatriyarkanın, kurumlarının ve kapitalist modernitenin tanımladığı ihtiyaç bloklarını yıkıp kendi ihtiyacını kendisinin tanımlayacağı da bir eşik bu. Daha da önemlisi boşalarak, genişleyerek, büyüyen ve derinleşen bir eve/evi geçiş/inşanın. Açık bir alan olarak ev tahayyülü. Neden mümkün olmasın?
IV. Yok ev.
Oysa bazen de ev arka avluya bakan, ter kokulu tek göz bir oda. Yemek yenen masa, ona dayanmış bir ayna, bir yatak. Dar, arzulanan değil zorunlu olan bu öyküde. Duvarlarına çivi çakılmaması tembihlenmiş tedirgin ve ürkek, yerleşilemeyen bir mekân burası. Bir anne kız sığmaya, kendilerini sığdırmaya çalışsalar da bu oda/ev, ne sığınak ne yuva olur onlara. Füruzan’ın Parasız Yatılı kitabındaki “İskele Parkları” öyküsünde anne şöyle söylüyor:
Bir yıl var yıkanmadım. Bu şimdiki evde. Ev mi orası? Tek oda. Boynumun kirli görünmesinden korkuyorum. Silinmekle yetiniyorum. Saçlarımı eğip leğene şöyece yıkıyorum. Hem bulaşık sabunuyla. Kötü kokuyor. Kalın ağır bir kokusu var. Arapsabunu belki de çok daha iyi olur. Denemeli. Çocuğu hiç yıkayamadım. Ne kadar zayıf! Sıska denir böylesine. (s. 78)
Kocası iş kazasında ölen kadın, kızıyla kalakalmış. Kimseleri yok. Ailesi evlenmesini istemediğinden şimdi de yüz çevirmiş, yanlız bırakmış onu.
Gelinlik takımlarımı alırken Mahmutpaşa’dan ne demişti adam, ‘Ablacığım bunlar eğrilmez, bükülmez takımlar. Buranın suyuna, rutubetine bana mısın dememiş. Bakma sen kapakların çatırdamasına.’ Kocamla gülmüştük. Evin en pahalı eşyaları hep onlardı. (s. 79)
Gülerek kurdukları bu ev, ölümle dağılmıştır. Gelinlik takımları satmış, tek göz odaya sığışmışlar kızıyla şimdi. Evet, bu yerleşmek değil. Ev, düzen, yuva kurmak hiç değil.
Evin içine dolan ölüm, geride kalanları fiziken evsiz bırakmış bu kez. Evin devamlılığı kederden değil, ekonomik sebeplerden mümkün değil. Ellerine tutuşturulan kocasının son iki aylığı. Sattıklarıyla beraber bir oda ediyor epi topu. Ne kadar sürdürülebilir, bu da meçhul. İdare edilmesi gereken bir şimdi’ye sığışmışlar. Zaman ve mekân iyiden iyiye daralmış onlar için. Yarına, tahayyüle ise yer yok. Ama yaşanacak bir şimdi, o var işte. Canlı. Yaşamaya imkân vermeyen bu evden her gün çıkıyorlar. Mevsim şimdilik müsait. Parklarda gün kararana kadar beklemeye de. Sonra? Ona şimdi ne zaman var ne yer. Ama yürürken düş kurmadıklarını kim bilebilir?
Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. Yerleştirme. “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata. Fotoğraf: Ali Erdemci
Bir evin dağılması, parçalanması, yok olmasından başka bir ev doğmamış, parçalar toplanıp bir ev/yuva kurulamamış. Şimdilik, olsa olsa başını sokacak bir oda eldeki. Ev, olup olacağı işte bu bazen. Gelip geçici, belirsiz, geçmişsiz ve geleceksiz. Endişeli bir oda/ev.
V. İğreti ev.
Yattığımız oda tıklım tıklım eşya doluydu: Koltuklar, sehpalar, sehpalarda türlü türlü süs eşyaları, duvarlarda resimler, fotoğraflar… bir köşede de bizim naylon torbalarımız ve filelerimiz. Anneannem beni daha ilk geldiğimiz gün sımsıkı tembihlemişti: “Aman dikkatli ol, Mihriban Hanımın eşyaları antikadır, zarar verirsen ödeyemeyiz.” Hiçbir yere çarpmamaya çalışarak soyundum, yatağa girip anacığıma sokuldum. (s.7)
Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya kitabındaki aynı adlı öykünün mekânı şehirde misafir olunan bir ev. Baba çalışmak için Almanya’ya gitmiş. Evle beraber onun temsil edip hatırlattığı her şeyi de geride mi bırakmış yoksa? Kendisinden nicedir ses seda çıkmamış. Anne/eş ne olup ne bittiğine bakmak için Almanya’ya gidiyor. Anneanne, anne ve kız yolculuktan hemen önceki akşam İstanbul’da, uzaktan akraba Mihriban Hanım’ın evinde misafirler. Afyon’un Çay ilçesinden gelmişler şehirdeki bu eve. Her ikisi de yabancı onlar için. Kocası dışişlerinde görevli olduğundan gençliklerinde çok ülke gezmiş Mihriban Hanım’la konukların arasındaki sınıfsal ve kültürel farkı, evdeki pozisyonları ve duyguları apaçık gösteriyor. Onlar burada iğretiler.
Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. Yerleştirme. “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata. Fotoğraf: Ali Erdemci
Anneannenin cümleleri ise hem eşyalarca neredeyse kuşatılmış bu evin üzerlerinde kurduğu iktidarı kabullendiklerini hem de korku, kaygı ve çaresizliklerini de duyuruyor. Sayıp dökülen tüm nesneler ile köşedeki naylon torba ve fileler üzerinden bu ev, toplumdaki ayrışma ve uçurumun sembolü. Taşradaki evden babanın gitmesi, dönmemesi, ondan haber alınamaması o ev’i ev olmaktan uzaklaştırmış ama gelinen bu ev de ev değil onlar için. Tek sorun parçalanmışlıkları, dağılmışlıkları değil. Buralı da değiller, olmaları mümkün de görünmüyor. Salt bu yabancı evde değil, yeryüzünde de hem misafir hem iğretiler. Hem mekânda hem zamanda hem de yoksullukta sıkışmış kalmış eksik parçalar şimdi her biri. Kendilerine yer yurt ayrılmayanlar. Behçet Necatigil’in dediği:
Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı:
Kulübeler, evler, hanlar, apartımanlar
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,
Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar![iii]
Bir umut yok mu? İçinde düş kurduğumuz evi kaybetmek düşü kaybettirmeyebiliyor. Kurulan düş, görülen rüya birbirini tam karşılıyor mu? Hem evet hem hayır. Tamam, hayır daha baskın. Ama yine de bu öyküde rüya tamamlayan, bütünleyen bir role sahip. Başka bir deyişle, babasından zaten haber alamayan ve ertesi sabah da annesinden ayrılacak kız rüyasında tamamlanıyor, tamamlıyor eksik parçaları. Ev ne denli darma duman olmuşsa bir ev olarak rüya, bütünlendiği yer. Aile bir arada. Akışkan bir suyun içinde, renkli ve coşkulu bir buluşma bu. Yaşamak dolu. Tedirgin değil. Tehlikede de. Tehdit unsurları ortadan kalkmış. Rüya/su bir ev olarak güvenli alan. Tamamlandığı ve ait hissettiği ev, evde şimdi. Rüyada.
VI. Hadi çıkalım!
Belki de evlerden çıkıvermelidir. Kim bilebilir? Tomris Uyar İpek ve Bakır kitabındaki “Dağlar Sada Verip Seslenmelidir” öyküsünde şöyle söylüyor:
Evin telâşından başalınmaz. Ev, zorlama bir susma, bazı yasaklar. Ne telâş! Hep bir şeylere yetişme. Saat da yok. Yıllar geçer, yine aynı alışveriş, aynı file (belki artık naylon), aynı süpürüp taş yıkama. Ama saat on buçukta ev durulur. Kediler, çiçeklerin altına yayılır, taşlar serin, sümüklüböceğin gümüşlü izi seçilir toprakta. Gazete katlanır. Musluklar sızar (sessizliğin ilk şartı). Genizde aynı köpük, aynı uğultu. (s. 35-6)
Onun öykülerinin pek çoğunda ev eskimiş, hırpalanmış, tozlanmış, delikli bir mekân. Bekleyen, istekleri, ihtiyaçları, arızaları, açlığı bitmeyen insanı yuttu yutacak ev imgesi Behçet Necatigil’in “Evlerle Savaş” şiirindeki evleri anımsatıyor. Necatigil’in şiirinde tekrarladığı
Körükler cılız olmak
Evlerin hiddetini
Evlerle savaş
Savaşların en çetini[iv]
dizeleriyle işaret ettiği evlerle çatışmalı ilişki, Uyar’ın kimi öykü kişilerinin evle ilişkisine de benziyor. Ancak, Necatigil’in bu şiirinde kabullenme ya da kanıksama, çaresizlik tonu daha belirgin tınlarken Uyar’ın öykü kişileri evin sınırlarını zorluyor.
“Gün Döndü”de “Hep evde oturdum ve bekledim.” (s. 53) diyen Nigâr, 13 yıl kocasından şiddet görmüş, nihayetinde bir gece çekip kapıyı çıkıyor, bilet alıp İstanbul’a geliyor. Ama baba evinde yeniden evlendiriliyor. 47 yaşında, kendini eve kapatmış: “Bağışlamayı, eve kapanmayı babamdan öğrendim ben, günlere laf yetiştirmeyi anamdan.” (s. 53) Şimdiyse onu yolun sonuna, evin sonuna, dışarıya, denize yürümeye de değil, arkasına bakmaksızın koşmaya çağıran sesi duyuyor. Her seferinde kendini yeniden evlere kapatsa da evin eskiyen yüzünü silmek, asmak, yerleştirmek isteyen odaları, eşyaları hepsini geride bırakmayı arzuluyor:
Yıllardır temiz tutmaktan, gönül almaktan yorulmadım değil. Şeytan diyor ki çek kapıyı ya da ne bileyim evdeki bütün patlıcanları kızart gitsin, düşünme.
Umulmadık bir şey yapabilirim yani. Herkesi (en başta kendimi) şaşırtabilirim. Durup dururken (şimdi şu kapıyı çekemem, şu köfteleri, taş çatlasa çöpe atamam değil mi?) bakarsın bir gün, bir kır kahvesinde oturmuş çayımı yudumluyorumdur, bir lokantada, deniz üstünde hem, ikindi sıcağında, bira ısmarlamışımdır, anahtarı da kapının üstünde bırakmışımdır üstelik. Ayıp ama öyle işte. (…)
Umulmadık bir şey yapabilirim yani. Sözgelişi ilk kocam, gidemem sanmıştı. (…) (s. 53)
En basit haliyle, soruyu hatırlama vakti: Ev nedir/neresidir? Zira “Bir Günün Sonunda Arzu”’da da dile geldiği haliyle “Evlerden çıkarız. Kadınla ben. Evlerden çıkmayı öğrendik sonunda.” (s. 41) Evlerden çıkılmalıdır. Ne için olursa olsun. Süt satmak için kızıyla sabahın erken saatinde evden çıkanlar, gündeliğe gidenler, köyden göçmüşler, Almanya’ya gitmek için bilmedikleri şehrin yabancısı oldukları sokaklarında sabahın köründe sıraya girenler, terziler, çıraklar, garsonlar, sokak satıcıları, yalnız başına yaşayan kadınlar, yazar kadınlar, yaşlı kadınlar, kentliler, taşradan göçmüşler… evlerden çıkmışlardır ve yürür dururlar İstanbul’un sokaklarında.
“Konuk” öyküsünde eski arkadaşı evine konuk gelen evin sahibi, geçmişteki sohbetlerinde neler konuştuklarını anlatırken “Bu şehirde duvarların soluk aldığını, taşların boyuna kaydığını, bir şeylerin boyuna değiştiğini.” (s. 26) geçiriyor içinden. İşte soluk alan, kayan, değişen bu kent, ev belki de. Hasarlarına rağmen.
Olsa olsa ara toplam -denemesi- .
Eve dair soruların cevapları için kurmacadaki evlerden yola çıkarken nispeten rahat bir dolanma olacağını düşündüğümü, sandığımı belirtmiştim yazıya başlarken. Bildiğim sularda yüzecek, patikalarda dolanacaktım. Yanılmışım. Şimdi kafam daha da allak bullak. Sorularım gittikçe çoğaldı.
Kaldı ki mesela Ayfer Tunç’un Taş-Kağıt-Makas (2004) kitabındaki “Kaybetme Korkusu” öyküsünün avluya bakan evi ile Sevim Burak’ın Yanık Saraylar (2011) kitabındaki “Pencere” öyküsünde içinde olunan/izlenen evi yan yana düşünmeyi, okumayı istiyordum.
Savaş, sürgün, göçün parçaladığı ya da kurduğu evlerde dolanacaktım. Etel Adnan’ın Sitt Marie-Rose (2023), Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı’nda (2019). En meşakkatlisi de bu olurdu ya da olacak bana kalırsa.
Bu kadar da değil. Yakın zamanlarda yayımlanan Mehmet Mahsum Oral’ın Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar (2023) kitabındaki ev ile Nermin Saybaşılı’nın Çam Pürleriyle Namrun (2023) kitabındaki evi çocukluk, bellek çerçevesinde ve evin içinden geçmek ile evin içimizden geçmesi ekseninde beraber düşünmek için de heyecanlanmadım değil.
Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. Yerleştirme. “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata. Fotoğraf: Ali Erdemci
Hatta kurmacadan gerçeğe sıçrayıp bir kovuk olduğu ilk andan bilinen penceresi karmakarışık bir avluya, avlunun en şahanesi heybetli ceviz ağacına bakan evde/odada dolaşılacaktı daha. O kovuk duyulmaya, o kovuğa seslenilmeye çalışılacaktı. Bellek kazılacaktı.
Tüm bu eksik kalanları düşünürken Hubermann’ın şu söylediklerini hatırlamalı:
(…) “Her kim kendi gömülü geçmişine ulaşmak isterse, kazı yapan biri gibi davranmalıdır. Aynı meseleye tekrar tekrar dönmekten, onu toprağı eşeler gibi eşelemekten, toprağın krallığını altüst eder gibi altüst etmekten korkmamalıdır.” Kayıp zamanı böyle eşeleyip ortaya çıkararak, “önceki bağlamından kopmuş ve bize artık koleksiyoncunun galerisindeki toroslar, sade giysiler üzerindeki mücevherler gibi görünen imgeler” bulur.[v]
Peşine düşülen, -bu yazı da dahil- yoksa bu imgeler mi? İmgeler, mitler ve bunlarla atılacak yeni düğümler. Başucu kitaplarımızdan Mekânın Poetikası’nda Gaston Bachelard’ın da dediği “Ev, bize hem dağınık imgeler, hem de bir imgeler bütünlüğü sağlar. İlk durumda ya da ikincisinde olsun, imgelemin gerçekliğin değerlerini zenginleştirdiğini kanıtlayacağız. İmgeleri, çekim gücü olarak niteleyebileceğimiz bir güç, evin çevresinde toplanır.”[vi] O halde eve dair bu sorular düğümü nasıl çözülecek? Kurmacalardaki evlerin yarattığı ev imgelerini takip edersek yolumuz nereye çıkacak? Nasıl bir eve?
Nora Tataryan perdeleri Nevin Aladağ, Neriman Polat ve Gözde İlkin’in eserleri üzerinden düşündüğü Örttükleri ve Gösterdikleriyle Perde Politikaları başlıklı yazısını şöyle bitiriyor: “(…) içinde yaşadığımız çağda biliyoruz ki evi ev yapan perdelerden ziyade sonuçlarından korkmadığımız bir aidiyet ve güven hissidir.”[vii] Hem sonuçlarından korkmadığımız bir aidiyet ve güven hissini yaşayabileceğimiz, dolayısıyla tedirgin ve tereddütlü olmaksızın kök salabileceğimiz hem de durağan olmayan, esnek ve geçirgen dolayısıyla her an kopabilmeye de hazır olabileceğimiz bir ev mümkün mü? Özgün Eylül İşçen’in Feminist Bir Yapısöküm: Berlin Notları’ndaki sorularından birini de ekleyelim: “Bize atfedilen rollere va kategorilere sığmayı reddeDErek ev, kimlik ve aidiyet gibi kavramları nasıl yeniden kurgulabayibiliriz; müşterekleştirme pratiklerini nasıl kendi arzu ve ihTiyaçlarımıza göre örgütleyebiliriz?”[viii]
Nihayetinde “Herkesin güvenli bir eve (Heim) ihtiyacı vardır. Ama o güvenli evin içinde daima bir sır (Geheim) vardır. Cümlelerin sırasını değiştirebiliriz. Evin içinde daima bir sır vardır. Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır.”[ix] demiyor mu Nurdan Gürbilek? O halde, insan ne zaman evindedir? Barbara Cassin’in cevabı şu: “Yakınları, dili ve dilleriyle birlikte kabul edildiği zaman.”[x]
Yol bir aşamada elbette dile varacaktı. Sahi, insan ne zaman dilindedir?
Adı Geçen Kitaplar:
- Nursel Duruel, Geyikler, Annem ve Almanya, İstanbul: Adam, 1982.
- Ferit Edgü, O / Hakkari’de Bir Mevsim, İstanbul: YKY, 2001.
- Füruzan, Parasız Yatılı, Ankara: Bilgi, 1971.
- Nezihe Meriç, Gülün İçinde Bülbül Sesi Var, İstanbul: YKY, 2008.
- Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, İstanbul: İletişim, 2016.
- Tomris Uyar, İpek ve Bakır, İstanbul: YKY, 2023.
* Umut Tümay Arslan’ın editörlüğünde yaklaşık iki sene devam eden, benim de üç yazıyla dahil olup şahane kadın yazarlarla bir arada yer almaktan mutlu olduğum 5 Harfliler’deki Cuma Fragmanları serisinin başlığından ilhamla bu isim. Tüm yazılara şuradan ulaşılabilir. Cana Bostan’ın Cuma Fragmanları üzerine Umut Tümay Arslan’la söyleşisi şuradan okunabilir.
[i] Dile açıldığımda Barbara Cassin’in Nostalji / İnsan ne zaman evindedir? kitabından çokça yardım aldım. Eğer ki yazarak devam edeblirsem buralarda salınmaya, dolanmaya onunla da yol alacağım. Ev, dil midir; başka deyişle dil, ev midir? Dilde kalmak, dilden çıkmak ne demektir? Dil, bizim evimiz midir? İnsan dilindeyken mi evindedir? Sonraya sorularım ya da yazı altlığı niyetiyle. (Barbara Cassin, Nostalji / İnsan ne zaman evindedir? / Odysseus, Aeneas, Arendt, çev. Seçil Kıvrak, İstanbul: Kolektif, 2018.)
[ii] Pier Vittorio Aureli, Az Yeterlidir / Mimarlık ve Asketizm Üzerine, çev. Baran Bilir, İstanbul: Lemis Yayın, 2016, s.71.
[iii] Behçet Necatigil, “Evler,” Sevgilerde, İstanbul: Can, 2005, s. 57.
[iv] A.g.e., s. 80.
[v] Walter Benjamin’den akt. Georges Didi-Hubermann, Kabuklar, İstanbul: Lemis, 2017, s. 64.
[vi] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, çev. Aykut Derman, İstanbul: Kesit, 1996, s.58.
[vii] Nora Tataryan, “Örttükleri ve Gösterdikleriyle Perde Politikaları,” Sanat Dünyamız, “Ev: Neresi?” sayısı, 2023, s. 28.
[viii] Özgün Eylül İşçen, “Feminist Bir Yapısöküm: Berlin Notları,” Sanat Dünyamız, “Ev: Neresi?” sayısı, 2023, s. 43.
[ix] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat: Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler, İstanbul: Metis, 2020, s. 11.
[x]Barbara Cassin , Nostalji / İnsan Ne Zaman Evindedir? / Odysseus, Aeneas, Arendt, çev. Seçil Kıvrak, İstanbul: Kolektif, 2018, s. 97.
Ana görsel: Hale Tenger, Sandık Odası, 1997/2015. [Yerleştirme: İnşa edilerek kurulmuş üç oda; yemek odası, yatak odası ve sandık odası mobilyaları, radyo, ev eşyası, perde, çalışma masası lambaları, başucu lambaları, duvar aydınlatması, okul kitapları ve defter, tabaklar, çatallar ve bardaklar, sürahi, kıyafetler, diğer tekstil ürünleri, bulunmuş objeler ve ses. Değişken boyutlarda.] Yerleştirme görselleri: “Nerden geldik buraya” sergisi, 2015, Salt Galata, İstanbul.Fotoğraf: Ali Erdemci. Sanatçının izniyle.