Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Amed / Kayapınar
“Asa’da buluşalım,” diyor. Tok, yiyip yutan ve kaplayan bir sesle.
Kürdistanî aksanı Türkçe kelimelere çarpıyor.
“Asa’da buluşalım.”
“Asa nerede acaba? Suriçi’nde değil mi?” diyorum, telefonun ucundan kulaklarıma dolan sesine yabancı kalışımı da saklayarak. Türkçem çok güzel. Kimse inkâr edemez bunu.
“Sur nerede?” diyor iğreti gülerek. Eril akustik bu, nerede duysam tanırım. Ama dediği şeyin anlamını ikimiz de biliyor muyuz? Bir şey kırılıyor. Cam kırıklarının sesini duydum çünkü.
“Akşam 19’da o halde. Asa’da.”
-Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
olgun ve ıslak
geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonrasında, telefon simsiyah kapandı.[i]
Öyle değil Nazım.
Bu cam kırıkları kimsenin topuklarını kanatmıyor.
İstanbul / Kadıköy
“Biraz unuttuğunuz şeylerden konuşalım.”
Gömleğinin kenarındaki lekenin farkında mı? Aptal, beyaz klinik. Seanstan önce domates soslu bir şey yemiş. Farkında mı bu lekenin? Kahkaham yırtıyor kliniğin hastalıklı beyazını.
“Telefon, cüzdan, kimlik, akbil, banka kartı.”
Gülümsüyor. Neden gülümsüyor?
“Bulduklarınız veya hatırladıklarınız oldu mu?”
“Telefonu buldum sadece. Taksideydi. Diğerleri hala kayıp.”
“Kimliksiz nasıl Diyarbakır’a seyahat ettiniz?”
İnanmıyor bana. Bilimsel, saplantılı şüpheciliği izin vermiyor.
Seyahat etmedim. Seyahat demezdim buna.
“Pasaportla.”
Bir hevesle aldığım öğrenci pasaportu. Hiçbir yere gidemedim. Kocaman ülkeler içimde büyüdü. Uzaklar beni ikiye böldü. Ama Diyarbakır’a gitmeme yarıyordu işte. 6 ay boyunca kimliksiz dolaşmama yaradı. “Kürtler var olduklarını görmek için Türkiye Cumhuriyeti kimliklerindeki fotoğraflarına bakmak istemiyorlar, neyini anlamıyorsun bunun?”demiştim ona bir gün. Kadıköy’de. Kalabalıkların ve sarhoş ağızlardan dökülen birkaç kırık sayıklamanın ve post-truth lafların içinden. “Ya bence de kimlikler, vatan, toprak; hiçbir anlamı yok bunların!” demişti. Hayır, öyle değil demek için çok yorgun hissetmiştim. “Kediye mama almam lazım, gideyim,” demiştim bunun yerine.
***
Domates soslu bir şey yemiş.
Evet danışmanlar da insan. Yemek yiyorlar. Neden alışamıyorum bu fikre?
“Başka?”
“Yollar. Yolları unutuyorum.”
“Nasıl yani?”
“Kayboldum hep Diyarbakır’da. Hiçbir yeri bulamadım.”
Not alıyor.
Hıristiyan ahlak öğretilerinde şöyle bir şey vardı çok sevdiğim:
“Tanrının giderken götürdüğü şeyler.”
Örneğin sabır. Örneğin alçakgönüllülük.
İskeletimi oluşturan öfkeyi yanına almayı unutmuş.
***
“Haftaya tekrar konuşuruz, tüm bunların bir anlamı var elbette. Diyarbakır’da doğdunuz büyüdünüz. Kaybolduğunuzdan bahsediyorsunuz şimdi.”
Anlam.
Anlam burada işte.
Bu çürümede, çökmede.
“Eski Paris yok artık -şehir hızla değişiyor, yazık!
Bir ölümlünün kalbi gibi.
Paris değişiyor, ama benim melankolim hep aynı!
Yeni saraylar, yapı iskeleleri, bloklar,
Eski varoşlar, tümü benim için alegoriye dönüşen mekanlar,
Ve artık çekilmez oldu aziz hatıralar.”[ii]
Amed / Diclekent-Asa
Kaybolmaktan nefret ediyorum. Kaybolmaktan daha beter bir şey varsa, insanın kendi memleketinde kaybolması. Bir sürü Rte resmi saydım yol boyu. Vesikalık gibi, her yerde.
Oysa Kürdistan’da sineklerin insanlardan daha iyi durumda olduğu şeyler yaşandı. Ama bunu öylece anlatamadım. Savaş veya mücadele diyemedim. Yoksulluk diyemedim, haksızlık bu diyemedim, halsizlik diyemedim. Yazgı diyemedim. Vahşet diyemedim. Hayır, hiçbiri karşılamadı burada olanların anlamını. Hiçbir şey buzdolabında ceset bekletmenin, at arabasına ev sığdırma telaşının, kahvaltı sofrasında bomba parçaları bulmanın anlamını karşılayamadı.
Yorgun argın vardım Asa’ya. Sarıldık. Üşümüşüm.
Bir şey söylüyor. Barın kalabalığından, müziğin sesinden duyamıyorum.
“Ne darist…”
Müzik bıçak gibi.
“Ne!? Çok gürültülü burası! Duyamıyorum seni.”
Nefret ediyorum bağırmaktan. Gürültü. Nefret ederim. Balyoz gibi beynime vurur. Beni tüm bu sahnelerde çırılçıplak bırakır.
“Ne daristanek…”
Kürtçe söylüyor. Dengbej evini hatırladım bir an. Oradaki sesleri. Hiç tanımadığım bir ihtiyarın boğazında uyumayı özledim. Gırtlağında dönüp dururken “hiç rahat bir yatak değilmiş bu” demeyi. Ses tellerinin her yanıma batmasını. Ve çayından bir yudum aldığında, aniden uyanmayı.
“Ne dareki..”
“Duyamıyoruuum!? Anlamıyor musun? Neden buraya geldik o halde!”
Allahım bana önce ses, sonra dayanma gücü ver. Sanki burada hepimize “avazını dene” dediler. Kopuyor mu ses telleri, yarılacak mı bağırları insanların ölçmek istediler.
Kaçtım Asa’dan.
Sonra rüzgâr. Sigarayla gelen ilk nefes.
Kaldırımda oturmuş hayatın yeniden içime dolmasını bekliyorum.
İstanbul / Ortaköy
Rüyalarımdan birini hep tekrar tekrar görüyorum: yerinde olmayan bir sokak. Var olmayan bir şehir, var olmayan bir ev, bir sevgili. Başı olmayan kitap, göğe doğru yağan bir yağmur. Ter içinde uyanıyorum. Kayıp duygusu ile güne başlamayı hangi kahvaltı geçiştirebilir? Neyin yasını tutuyorum? Neyi yitirdim? Neyin suçluluğu bu? Çiklet gibi yapışmış.
“Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.”[iii]
Doğru.
İşe geç kaldım!
Amed / Keçiburcu / Ahmet Güneştekin Sergisi
“Siz girin ben dışarıda bekleyeceğim.”
“Saçmalıyorsun.”
“Hayır, ondan değil, zaten görmüş kadar oldum. Biliyorum yani bütün işleri.”
“Nasıl sosyologsun sen? Bir sosyolog yargılamadan her şeyi görmeli.”
Sosyal bilimcinin objektif olma çilesi. Veya sosyal bilimcilerden beklenen her şeyin çilesi.
“Tamam, girin, geliyorum birazdan.”
Onların ardından giren gelin ve damada hayretle bakıyorum.
Gerçekten mi? Mutluluğunuzun anılarını buranın üzerine mi inşa edeceksiniz? Ama nasıl?
Bando takımı. Bando takımı bir marş çalar gibi türküler çalıyor.
Halaylar.
Ağzım tuzlu suyla doluyor.
Bu sergi bir mezarlık.
Ölüler ot tüttürüyor.
Çiçekli kuru kafaları geçiyorum. Kırbaçlanan Kürtçe harfleri, ölü ayakkabılarının önünde instagram hikayeleri çekenleri geçiyorum. Ne kalabalık. Göz gözü görmüyor. Renkli ölü isimlerinden doğma sokak levhalarını geçiyorum. İşte bizimkiler orada.
Ev / Sur
Herkesin bir evi olduğunu varsayarak yazıyor, öyle yaşıyorum. Evi olanların bile. Ev nedir? Resim kağıdına; iki bulut, lambaları yanık iki pencereli bir ev ve bir tane de güneş çizerdik. Gündüz de olsa ışıkların yakıldığı zamanlarda. Küsmediğimiz o masalda, çocuklukta. Boşanma sürecindeki çiftler, şiddet gören ve çığlıklarını içimizde duyduğumuz kadınlar. Sonra çocuklar, nefret dolu aileler, en yakınındakiyle bir bağ kuramamış gençler. Herkes aynı evin içinde mahsur kaldı. Şans tanınsa gökyüzünde sekecek olan kadınlar, davlumbazın önünde bekçilik yaptılar. Sonra o diğer evler. Sanki yüzyıllar öncesine uzanan büyük, suskun bir ailenin üyeleriyle doluydu. Körpe memeleri yüzünden kambur duran genç kızın odasına dolan ve “ez kuştîm” diye başlayan o saydam stran. Sonra o çılgın akrabalar. Sırt çantalarını alıp evden kaçmayı düşlerken, kendilerini krediyle ev alırken bulanlar. Evlenenler. Ev toplayanlar.
Ev topluyorlar!
Ev topluyorum!
Sürekli
evi
topluyorum!
-Mükemmeli görmek için bazen.
“Hepimiz kilitlerimizi açacak kişiyi bekleyen birer boş eviz.” Boş Ev filminin tanıtım afişinde böyle yazıyordu. Eh. Biraz da öyle.
Ama Sur. Ama o dağıtılmış yer sofrası. Ters dönmüş tepsi. Bomba. Bitkin, varisli anne bacağının evin kilimi ile yaptığı dar açı. Köşede soğumaya bırakılan leğen dolusu ev ekmeği. Kürtçe dersinin yanık notları:
jin: kadın / jîn: yaşam.
şiv: sapa / şîv: akşam yemeği.
dil: gönül / dîl: esir.
kirin: yapmak / kirîn: satın almak.
du: iki / dû: duman
hez: güç / xêz: çizgi
hew: artık, bu kadar / xew: uyku
ev: bu (yakın) / ew: bu (uzak).
yakın, uzak, yakın, uzak,
yakııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııın!
uzak!
Hey! Mamoste!
Bak ne dedim:
“dengê doza welatê min.”
***
Dul Xius, bundan iki yıl sonra ölmüştü. “Bu yüzden öldü,” dedi bana Doktor Dionisio Iguaran. “Bizlerden daha sağlıklıydı; ama insan onun göğsünü dinleyince yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu.”
“Dul Xius,” diye başlamıştı yeniden.”Ev ne kadar eder?”
“Fiyatı yok.”
“Herhangi bir fiyat söyleyin.”
“Kusura bakmayın, Bayardo,” demişti dul adam, “ama siz gençler insanın yüreğinin nedenlerini anlamıyorsunuz.”[iv]
Ev / Beşiktaş
“Vardım anne, evdeyim.
Ve evdekilere söyle, merak etmesinler.”
Gece 12’den sonra olan her şey anneleri üzer; ister eve var, ister evden git.
Uzanıyorum koltuğa.
Sonra birden hatırlıyorum Asa’yı.
Gürültüde kaybolan kelimeler ahtapot gibi varıyor, doluyor belleğime:
“Ne daristanek bor
Ne dareki gur
Şaxek
Şaxek tenê têrê temenê min dike
Ku ji te be”[v]
Ana görsel: Camera obscura / Self portrait, Marja Pirilä, Florence, 1999.
[i] Nazım Hikmet Ran :Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 8 Kasım 1945 şiiri
[ii] Charles Baudelaire, “Kuğu”, Kötülük Çiçekleri.
[iii] https://www.derki.com/yasam/bu-sehir-arkandan-gelecektir/
[iv] Marquez, Kırmızı Pazartesi.
[v] Ne sık bir orman,
Ne gür bir ağaç.
Bir dal.
Tek bir dal yeter ömrüme.
Eğer senden ise.
– Teyfîq Hêja