16 Nisan’da DEPO’da Sevil Tunaboylu’nun ‘’Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler’’ adlı kişisel sergisi açılacaktı. Pandemi tüm hayatı durduğu gibi sanat dünyasını da durdurdu, kurumlar kapandı, etkinlikler ertelendi. Biz bir grup arkadaş o akşam, modaya uyarak online bir buluşma gerçekleştirdik ve cismi yok fikri var diyerek açılamayan sergiyi kutladık. Sevil’i yakından takip eden biri olarak tüm bu sergi sürecine az çok tanıklık etmiştim, hem haftanın 5 günü görsel sanatlar eğitmeni olarak çalıştı hem de bu sergiyi hazırladı. Tam zamanlı çalışıp aynı anda sanat üretimine odaklanmanın ne kadar zor olduğunu yaşayanlar bilir. Bir sergi hazırlamak, onun kavramsal çerçevesine karar vermek, işleri oluşturmak, mekanda kurgulamak, metnini yazmak başlı başına koca bir iştir. Hele ki bir de bu yoğunluğun içinde İstanbul depremi sonrası evini ve atölyesini taşımak zorunda kalması bu süreci oldukça zorlaştırmıştı. Nitekim Sevil hepsinin üstesinden gelmeyi başardı ve tüm bu deneyim işlerinin içine sızdı. Aynı zamanda bu sergi için Sena Başöz’ü davet ederek sergi metnini ondan kaleme almasını istedi ve birlikte bu metin için çalıştılar. Sena da başka bir yoğunluğun içerisindeydi, bir yandan Londra’da Delfina Foundation misafir sanatçı programına gitmek üzereydi, diğer yandan Krank Art Galeri’de 25 Mart’ta açılması düşünülen ‘’Bir Teselli’’ adlı kişisel sergisi için hazırlanıyordu.
EG: Sevil, bu sergiyi adeta zamanı kovalaya kovalaya oluşturduğunu düşünüyorum, okulda, ders öncesi, ders aralarında, serviste giderken, hafta sonları… ve şimdi birdenbire her şey durdu, hayat durdu, sergi ertelendi. Neler hissediyorsun? Günlerin nasıl geçiyor?
ST: Zaman bıktırıcı bir hızla ilerliyor. Bunu şimdi için de söyleyebilirim. Çünkü pandemi dahi çok çalışmak gerektiği yanılsamasını yok edemiyor. Öğretmenlik ve sanat yapma mesailerinin iç içe geçmesi güzel ama ne zaman ki nizami bir düzenle birbirlerinden ayrılıyorlar, o zaman iş yetiştirme endişesi baş gösteriyor. Bu da her boş vakti iyi değerlendirmeye bakmak, her nefes aralığında eyleme geçmek, eyleme geçemezsen suçluluk hissetmek gibi son derece gereksiz ama her seferinde aynı kumpasa düştüğün bir sarmala dönüşüyor. 18 Şubat günü, şaşırtıcı ve tedirgin edici olsa da aldığımız güzel haberlere çok sevindik, içimden “Osman Kavala da açılışıma gelecek” diye geçirmiş, derste öğrencilerin huzurunda kendimi tutamayarak ağlamıştım. Geç de olsa gelen bu haberler, arkadaşlarımızın özgürlüğü bizi de bir çeşit tutsaklıktan kurtarmıştı. Öyle ki, hafiflemiş ve tekrar çalışmak için hevesli hissetmiştim. Bundan sadece birkaç saat sonra bir ağaç tepesinden betona çakıldık ya, işte o noktada bundan sonra pek toparlayamayacağımı düşündüm. Sergi yapmak, yetiştirmek, her koşulda atölyeye ve içindekilere odaklanmaya çalışmak anlamını yitirmeye başladı. Bu salgın gerçeğiyle birlikte ise zamanda ileriye gittim sanki. Sergim ise içinde barındırdığı konstrüksiyonlar, seramikler ve resimlerle geçmişte bir yerde, taşınmak için mesken arayan eşyalardan oluşan bir yığıntı gibi donup kaldı. Onunla benim aramdaki uzam günden güne derinleşiyor üstelik. Evet böyle hissediyorum. Öyle sanıyorum ki, sergiyi yapacağım vakit geldiğinde yeni bir şey yapmak zorunda kalacağım. Yeni bir şey isteyeceğim. Gene de iş yetiştirme telaşesinden kurtulduğum için bir nebze olsa ferahladığımı itiraf edeyim. Ama tüm bu yaşananları idrak etmek zaman alacak. Hepimiz için. Durmak, gün ağırınca uyanmak, yemek yapmaya vakit bulmak, kitap okumak, biraz daha okumak iyi geldi elbette. Keşke hep keyfe keder okusam.
Biraz sergi sürecinden bahseder misin, bu sergi nasıl oluştu, ismi nereden geliyor?
ST: Biriktirdiklerime bakmak, alıntıladıklarımla tekrar karşılaşmak, ardından kolları sıvamak iki yıllık bir zamandı. Bu zaman diliminde bir de iş değiştirdim. Daha doğrusu her zaman yaptığım öğretmenliği, atölyemden kurumsal bir yapıya taşıdım ve özel bir okulda çalışmaya başladım. Tam zamanlı çalışmak, kadrolu öğretmenlik gibi kavramları ilk defa deneyimlediğim bir süreçti. Yeni, heyecan verici ve havsalamın alamayacağı kadar yoğun. Sonra geçtiğimiz Eylül deprem oldu ve aslında hep gözümün önünde duran ama depremle açığa çıkan çürük bir kiriş parçasıyla kalakaldım ve çok sevdiğim atölyemden taşındım. En azından sergiye kadar konacağım yeni bir ev ve atölye bulmam gerekti. Bilmem kaçıncı kez aynı şehirde yer değiştirmek zorunda kalmak, üstelik bunun gene bir sergi hazırlığına denk gelmesi ve haftanın beş günü öğretmenlik mesaisiyle sergiyi oluşturmak zaman zaman yıldırıcıydı evet ama bir bakıma sergi için kendiliğinden kompoze olan bilinç akışına da bu içinde yaşayıp çalıştığım yeni meskenler yön verdiler. Üzerimdeki mimarî dayatmalar, parçalı, geçirgen, kadrajın bitimine doğru silikleşen yeni mekânlara, portresini resmin dışında bırakan olasılıklara büründüler. Ve bu olasılıklar üç boyuta, heykelin desenine, desenin fotoğrafına, fotoğrafın resmine dönüşerek sergiyi oluşturdular. Sergi ismi yaz biterken leyleklerin göçüne şahit olduğum bir andan ve eş zamanlı okuduğum kitaptaki tasvirden geliyor. Chantal Dentenre Bebek Töreni kitabında doğduğu ülkeye geri dönmüş bir kadından bahseder. Kitaptaki kadın karakter çocukluğundan beri ayak basmamış olduğu ülkesine, yeni taşındığı eve, odaya, eşyalara sanki yıllardır oradaymışçasına çabucak uyumlanır. Bu etinde hissettiği aidiyet duygusu onda uzun zamandır etkisini göstermiş eksik kalmış bir parçanın boşluğu doldurması gibi bir tamamlanma hissi verir. Bu kadın sayfaların birinde uyuduğu odada duran giysi dolabının üzerindeki resme dikkat çekiyor. Bu resimde göç eden kuşlar var. Kuşların hep aynı yere dönüşlerinin, hayatta kalmakla ilgili bu inatlarının bıktırıcı olduğunu düşünüyor.
Sena’yı davet etme fikri nasıl çıktı? Bu tür bir araya gelmeleri çok değerli buluyorum. Sena, Sevil ile birlikte çalışmak, bu sergi için bir metin yazmak nasıl bir deneyimdi?
ST: Asena (Günal) sergi yazımı kimin yazacağını sorunca açıkçası ilk aklıma gelen Sena oldu. Bir biçimde Sena’yla bir araya gelmeyi hep istemişimdir ve bu yazının bir vesile olabileceğini düşündüm. Baş başa olmak benim için önemli. Bunun için birbirimizi tanımaya da gerek yok. Kelimelerin etrafında dolaşan tanışma halleri hoşuma gider. Karşılıklı ayna tutuşlar, kaçacak bir yerinin olmaması filan heyecan verici. Sena’nın gülümseten gerçeklikleri var işlerinde. Yaşayan, şaşırtan ve absürt sayılabilecek karakterleri var. Kendimi ona anlatırsam daha iyi göreceğimi düşündüm. Bu hep böyledir zaten, bir arkadaşına anlatırken kendinle daha net karşılaşabilirsin. Ne çıkacağını tahmin etmeden, tamamen sezgisel olarak bir yol arkadaşı seçtim diyelim. Son kertede onun daha çok yazmasını isterim. Burada yol arkadaşımdan bahsederken birini daha anmadan edemeyeceğim. O da serginin tasarımını yapan Özden (Demir). Bilinç akışımda kaybolmadan yolumu bulmamda çok yardımı dokundu ve bu ilişkilenme biçimi de benim için bir ilk olduğundan öğreticiydi.
SB: Sevil benimle Londra’ya gitmeden kasım ayında iletişime geçti. İşlerini severek yakından takip ettiğim, daha evvel birlikte çalıştığım bir sanatçı olduğu için teklifi beni heyecanlandırdı. Aslında daha evvel başka bir sanatçı için sergi metni yazmamıştım ancak Sevil kendi alanımı terketmeden bir yazı üretmeme açıktı. Bu bana güç verdi. Ben de Sevil’in işleriyle ve yaratıcı süreciyle karından, sezgisel bir bağ kurarak ilerlemeye çalıştım. Bir sanatçı olarak başka türlüsünü de iyi bilmiyorum aslında. “Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler’’ in gelişim sürecine tanıklık etmek çok güzeldi. Aralık ayı başı ve sonunda iki kere yeni taşındığı atölyesinde buluştuk. Önce kafamda serginin soyut ve esnek bir modeli oturdu. Sonra parçalar yavaş yavaş anlam kazandı ve yerlerine oturdu. İlk ve son atölye ziyareti arasında işlerde gözlemlenebilen organik büyüme ve şekillenme çok çarpıcıydı. Atölye ziyaretleri arası ve ben Londra’dayken iletişimimiz online olarak devam etti. Bu iletişimde de zaman zaman aydınlanma anları yaşandı. Yazı böyle böyle şekillendi.
Sena, sen nasıl hissediyorsun, garip bir süreçten geçiyoruz, Londra’daki çalışman tamamlanamadı, senin de sergin ertelendi, neler düşünüyorsun, senin günlerin nasıl geçiyor?
SB: Çok yoğun bir döneme girmiştim. Ocak ve Şubat aylarında Delfina Foundation’daki program çok dolu dolu geçti. Mart başı İstanbul’a döndüm. Mayıs’ta tekrar Londra’ya dönerek oradaki çalışmamın meyvesi olan Slalom adlı performansı ortaya koyacaktım, bir de sergim olacaktı. Mart ve Nisan Canan Yücel Pekiçten ve Sedef Gökçe ile Türkiye’de provalar yapıp Slalom’un koreografisini ortaya çıkaracaktık. Bunların yanı sıra 25 Mart’ta Krank Galeri’de uzun zamandır üzerinde çalıştığım “Bir Teselli” adlı kişisel sergim gerçekleşecekti. Haziran’da Güney Kore’de kişisel bir sergim olacaktı. Bütün bahar çok sıkı çalışacağım gibi görünüyordu. Bir anda bu planlar ya ertelendi ya da bir belirsizlik bulutu içerisinde duruyor. 2020’nin geri kalanıyla ilgili planlar nasıl gelişecek bilmiyoruz. Çok odaklanmış ve motive hissediyordum. Tam böyle sıçramışım sonra kafamı bir engele çarpmışım gibi oldu. İlk haftalarda bu durumu metabolize etmekte zorlandım. Yaklaşık 1 ay kadar önce ailemin yanına Denizli’ye geldim. Çok yavaş hareket ediyorum şimdi. Yemek pişirmek ve ev işlerinin yanı sıra biraz okuma yapıyorum. Biraz eski harddrive’ları organize etmek gibi işler… Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermeye devam ediyorum. Corona salgınından önceki durumumun tam tersi. Bence hala derinlerde durumu anlamaya ve metabolize etmeye çalıştığım için çok verimli olamıyorum. Verimli olmama gerek de yok sanki. Anda kalmaya zorladığı ve hayata dair yeni bir perspektif verdiği için bu durumu mümkün mertebe kucaklamaya çalışıyorum ama bir yandan çok acılı ve zorlu bir paket. Büyük bir paradigma değişikliği. Önümüzde “Bundan sonra nasıl yaşayacağız” gibi büyük bir soru var. Diğer her şey şimdi ikincil öneme sahip.
Sen de bize biraz serginden bahseder misin?
SB: Sergimin adı “Bir Teselli” Cicero’nun kızının ölümü sonrası acısını dindirmek için yazdığı kayıp eseri Consolatio’dan geliyor. Bu isim salgından önce de vardı ama salgından sonra daha yoğun göndermeleri olduğu için sergi metnini ve bu ismi tekrar gözden geçirdim. Sergide hakim bir son fikri var. Bu son fikrinin karşısında hafıza yer alıyor. Arşiv oluşturmayı bakım vermek ve ihtimam göstermek olarak algılıyorum. Bir arşivden anlatılar kurgulamak arşivi canlandırıyor. Bu yaşam-ölüm arasında devamlılık yaratmak demek; bir nevi rejenerasyon. Londra’daki performansım kurumsal arşivleri canlandırmak için gerekli zaman ve yavaşlama üzerineydi. Bir Teselli bu çalışmama parelel olarak gelişti. Sergi, kurumsal alana girmeyen kişisel arşivlere ve bilgi birikimini anlatıya dökecek kaynakların eksikliğine odaklanıyor. İnsan ömrünün çizgisel anlatısından taşan, kaybolan, yok edilen, parçalanan, unutulan veya çok biriktiği için karışan kişisel anlatılar ve bilgi bir bütünün parçası olarak yeniden canlandırılabilir mi, sorusundan yola çıkıyor. Sergide saç, yosun, kuş tüyü gibi yaşam formları ve uzantılarının yanı sıra kağıt öğütücüden geçmiş kağıt ve fotoğraflar gibi öğeler yer alıyor. Sergi şimdilik Mayıs sonuna ertelendi ama bakalım şartlar izin verecek mi?
Senin daha önce hemşire personası üzerinden kurguladığın işler olduğunu biliyorum. İyileşme, bakım, ihtimam üretimi şekillendiren unsunlar. Serginde arşive bu perspektiften bakarak arşivi ele alıyorsun ve bunu aynı zamanda doğa ile ilişkilendiriyorsun. Merak ediyorum şu günlerde bu persona ile hiç iletişim kurdun mu?
SB: Bugünlerde zor şartlarda kendilerini riske atarak görevlerini sürdüren sağlık personelini çok düşünüyorum ve herkes gibi ben de onlara müteşekkirim. Babam emekli bir cerrah. Benim hemşire personam hem buradan geliyordu hem de bakım vermenin kadınlara atanan bir rol olması üzerine düşünüyordum. 2009’ta ilk ortaya çıkışından bu yana hemşire de bayağı gelişti. 2009’da sadece bir açmazı anlatırken 2016’da Doktor Ol Hemşirelik Yap adlı videomda bazı çözüm olasılıkları sundu; yaranın pansumana gereksinim duysa da zamanla kendi kendine de iyileşebileceğini anladı. Yaratıcılığın olanaklarının farkında. Doğanın döngüsüne güveniyor. İçinde bulunduğumuz günlerde hemşire insanoğlunun kırılganlığına tanık olurken yine bunları hatırlayarak güç buluyor ve bekliyor.
Chris Kraus, sanatçı Hanna Wilke’ın 70’lerde şu soruyu sorduğunu paylaşır: ‘’Eğer kadınlar ‘kişisel’ olanın içine hapsoldukları için ‘evrensel’ sanat yapmayı becerememişlerse, o zaman neden ‘kişisel’ olanı evrenselleştirip sanatımızın meselesi haline getirmiyoruz?” Şöyle bir şey gözlemliyorum, ikiniz de hayatınızda deneyimlediğiniz süreçleri işlerinize akıtıyor, üretimlerinizi bu süreçlerin bir kaydı gibi çıkarıyorsunuz. Girilen her yeni bir mekan sizin pratiğinizde yeni bir alan açıyor. Sevil, sen okul gibi resmi, katı bir mekanın içerisinden kendini sıyırmaya yani bir tür kendiliğini korumaya çalışırken bu mekanları dönüştürmeye başlıyorsun ve öyle bir hale geliyorlar ki labirentleşiyorlar, birbiri içine giriyor, eriyor, parçalanıyor, yolda bulduğun bir taş, karşına çıkan bir nesne ile birbirine eklemleniyor. Bu mekanlar bir tür aidiyet duygusunun renge forma dönüşmüş halleri gibi. Görmenin Kenarında serisi gibi mekanları kısıtlı bir an içerisinde kağıda döküyor, yetmiyor buradan yola çıkarak üç boyutlu formlar üretiyor sonra bu formları tekrar ya fotoğrafını çekerek ya da tekrar resmini yaparak iki boyuta çeviriyorsun. Çalışma tarzın bile ortaya koyduğun görsel dünyanın bir izdüşümü gibi.
ST: Evet öyle de denebilir. Bahsettiğin Görmenin Kenarında serisi serginin ilk serisi ve nasıl ilerleyeceğim konusunda bana referans oldu. Boş ders saatlerinde ve teneffüslerde hayatıma girmiş bu büyük mimarînin sınırlarını çizdim; içinde kaybolmamak için. Ama kendime de sınırlar çizdim; biraz eğlenmek için. Öğrencilik yıllarımda yaptığım gibi ‘model’den, var olan ışıkta, kısıtlı zamanda bakarak çizmek istedim, belki öğrencilerime özendim. Baktığım köşenin fotoğrafını çekmeyi ve desene sonradan devam etmeyi kendime yasakladım. Süresi, zemini, malzemesi belli, kâğıt üzerinde mekânı parçalayıp durdum. Yaşadığım ve çalıştığım yer nasıl çalışacağımı belirliyor kaçınılmaz olarak. Ama hâyâlini kurduğum atölye Georgio O’Keefe’nin atölyesi gibi bir yer. Bombalar da patlasa, karantinaya da girilse, böyle her gün tuvalinin başına geçip işçi gibi çalışmak istiyor bir tarafım; bir kemiğe uzun uzun bakıp boyayayım istiyorum.
Sena sen de bir hafıza mekanı projesi için arşiv ile çalışıyordun. Bu arşivin bir anlatıya dönüşmesinin ne kadar çok emek ve zaman aldığını tecrübe ediyorsun ve bu deneyimi kendine çevirip kişisel arşivini sorguluyorsun. Yıllarca biriktirdiğin kağıt malzemeyi bir öğütücüye koyup onları şeritler haline getiriyorsun ve bu sana denizdeki yosunları çağrıştırıyor. Bu öyle zarif bir bağlantı ki, tıpkı yosunların denizleri temizlemesi gibi sen de kendi mekanında bu yosun çayırlarını oluşturarak bir temizliğe girişiyorsun. Kendi deyiminle bu atık, kaybolan, unutulan, parçalanan, yok edilenlerin de bir bütünün parçası olduğu ve bunun yaşam ölüm döngüsünü hatırlattığını söylüyorsun. Clarissa P. Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı kitabında doğru ilişkileri yaratan zorunlu ölümler ve şaşırtıcı doğumlardan bahseder ve Batı kültürünün aksine ölüm bir son değil yeni hayatın kuluçkasına yatmaktır der. Arşivi bu bağlamda nasıl tanımlarsın?
SB: Çok teşekkür ederim. Doğa zarif bağlantılarla dolu. Bu bağlamda Estes’in ölüme bakışına katılıyorum. Şaşırtıcı doğumlar arşivlerin içinden de çıkabilir. Çünkü arşiv aslında yaşam ölüm arası bir köprü görevi üstleniyor. Bir arşiv oluşturmak inanılmaz yoğun bir emek istiyor. Ama arşiv oluşturulduktan sonra da iş bitmiyor; deniz dibinde bir şişede bir mektup gibi veya buzdolabının dipfrizinde dondurulmuş bezelyeler gibi arşiv de canlandırılmayı bekliyor. Bir arşivden anlatılar oluşturarak arşivi canlandırmanın ne kadar çok zaman ve emek gerektirdiğine şahit oldum. Yaşam ve ölümü aşan böyle bir çaba anca sevgi veya tutku veya yoğun gibi inanç gibi bir kaynaktan gelebilir. Hem arşiv oluşturma hem de arşiv canlandırma eylemlerini bu nedenle bakım vermek ve ihtimamla ilişkilendiriyorum. Üstelik nasıl ki bezelyeler buzdolabında sonsuza kadar bekleyemiyorsa arşivlerin de ömürleri var ve bu ömrü uzatmak için de sürekli bakım ve ilgi istiyorlar.
Son olarak, şu an literatürde ihtimam ve sorumluluk üzerine yükselen bir tartışma söz konusu. İklim krizi ile alevlenen dünyaya karşı sorumluluk ve eyleme geçme çağrıları özellikle bu pandemi sonrası iyice öne çıktı. Erkek egemen siyaset ve politikaların yine sınıfta kaldığını görüyoruz. En son haberlerde kadın liderlerin korona virüsüne karşı mücadelede krizi çok iyi yöneterek diğerlerine nazaran daha az kayıp ile ülkelerinde başarı sağladıkları paylaşıldı. Sizce hem kendi pratiğinizde hem de genel manada sanat bu ihtimam ve sorumluluğun neresinde nasıl yer alıyor?
SB: Bahsi geçen kadın liderlerin cesur, yüzleşmeci tavrı ve sorumluluk bilinci beni de gururlandırıyor. Şu an pratiğimin ve genel manada sanatın bu ortamda üstlendiği rol üzerine söz söylemek için belki erken ama zor da olsa devam etmek gerektiği hissi hakim. Genel manada sanatın devam etmekle mutlaka bir ilgisi var. Üniversitede verdiğim ders de seçmeli bir sanat dersi, online ders sistemine geçtikten sonra bu derse devam etmenin sorumluluklarımızı yerine getirmenin ötesinde hepimize iyi gelen bir tarafı olduğunu farkettim. Geçen gün katıldığım bir okuma grubunda ölümle yüzleşen insanların yazdığı makaleleri konuşuyorduk. Birisi ölümle ilgili deneyimleri konuşmanın evrenselliği nedeniyle sanat eserleri üzerine konuşmaya benzediğini söyledi. Bundan çok etkilendim. İlk defa böyle global ölçekte bir kriz yaşıyoruz. Ülkeler arası dertlerimiz ortak. Sanatın olanaklarının bu bağlamda anlam arayışımızda ve “Bundan sonra nasıl yaşayacağız” sorusuna cevap ararken bize yol göstereceğine inanıyorum.
ST: Kraker yiyin diyen başbakana güldüm. Geçenlerde Pınar Öğünç’ün karantina günlerinde çeşitli meslek ve yaş gruplarından insanlarla yaptığı söyleşi serisinden birini okudum. Bu defa da yazılımcı, evden çalışan, evli ve çocuklu bir kadınla yapmış söyleşiyi. Kadın evdeki iş dağılımının eşit gibi görünse de tüm ev içi organizasyonu – çocuğun online eğitimi, yemek, alışveriş, temizlik…vb – kendisinin yaptığını anlatıyordu. Yani eş ev işlerinde yardımcı oluyor ama ‘oldu mu diye kontrol etmek, şimdi de şunu yapalım’ demek, bütün bu hayati ayrıntıları düşünmek kadının işi. Bu özellikle de anne olan arkadaşlarımdan sıklıkla duyduğum bir şey. Belki de kadınlar gerçekten ayrıntıcı ve öngörülü zekalarıyla, erkek liderlere göre geleceğe dair çok daha pratik, net çözümler bulabiliyorlar.
Görünürlük, prestij, eser satışı üzerinden konumlanmaların anında boyut değiştirip hızla devam edebildiği online seyirlik bir piyasaya gene seyirciyiz. Ben bu hıza hâlâ çok şaşırıyorum. Her şeye hızla adapte olduk, bir haftada. Bu hız benim kafamı çok karıştırıyor. Bir de ‘hepimiz aynı gemideyiz’ safsatası var. Global bir çaresizliğe tanıklık ettiğimizin farkındayım ama bu romanstan da sıkılıyorum çok. Geçenlerde Lady Gaga’yla ilgili bir haber okudum. Şöyle demiş: “Evet, birliktelik duygusu çok hoş. Yalnız, şu an eziyet gören, çocuğu olan, işini kaybetmiş bir kadının verdiği mücadele ile benimki aynı değil. Aynı gemide olmak o yüzden yanıltıcı bir ifade.” Pandemi devletleri şaşkına döndürdü; kabul etmekle etmemek arasında gidip gelen tutumlarının yanı sıra bazılarının da ekmeğine yağ sürüyor. Her gece selalar, uzun uzun vaizler dinliyoruz, eğlence yerleri, sanat kurumları kapandı, LGBTİ yürüyüşü gene yasaklanacaktı ama şimdi global bir bahaneyle zaten olamaz. Yaşadılar! Ek iş yaparak geçinen sanatçıların güvencesi sallantıda. Galeriler kapanır yakında, sinemalar, tiyatrolar. Kimin umurunda? Elbet yenileri açılır, insanlar sanat yapmaya devam ederler ama Türkiye’de bu kadar güvencesiz yaşarken sanat üretmek de her zamankinden zor olacak. Ama yan yana geldiğimizde yapamadığımız şeyi, şimdi yan yana gelemediğimiz için el mahkûm yapıyoruz aslında. Bizim ‘cismi yok fikri var’ online açılışımızda sergiden bahsetmedik tabii ki. Çünkü sergiye gelene kadar konuşmak istediğimiz başka şeyler vardı. İşsizlik, suçluluk duygusu, yabancılaşma halleri…vb. Sorunu yanıtlamadım aslında ama Sena’nın da dediği gibi biraz erken konuşmak için, özellikle de kendi pratiğim üzerinden.
Ana görsel: Sena Başöz, Kutu,4’30”lik videodan kare