“İnsan, yaralı bir hayvandır.
Ben Hilmi Aydın, pamuksu, beyaz bulutların salındığı gökyüzünün altında, dallarını beni korumak istercesine aşağı sarkıtmış olan şu devasa söğüt ağacının dibinde, alnımın ortasında bir kurşun deliği ile yatıyorum. Yaralıyım. Bu seferki sahici.” (Dünyadan Aşağı, 9)
Gaye Boralıoğlu’nun Dünyadan Aşağı adlı romanının ana karakteri Hilmi Aydın’la bu sözleri vesilesiyle tanışıyoruz. Hilmi Aydın babasından kalan -ona musallat olan da diyebiliriz- lokantayı eski şaşaalı günlerine döndürmeye çalışan ellilerinde bir adam. Neredeyse hiç bir ilginç yanı yok anti-kahramanımızın: kompleksleri var, kendini tam gerçekleştirmemiş ve bunun için suçlayabileceği onlarca kişi ve talihsizlik mevcut. Tek kelimeyle anlatacak olursak vasat bir adam Hilmi Aydın. Karısının ona sunduğu konforlu ama heyecansız hayattan sıkılıp genç bir kadınla kısa süren bir ilişki yaşayınca kapının önüne koyuluyor. Eniştesi tarafından alnından vurulup, ölümden dönüyor. Bu olaydan sonra, kâh yeni bir hayatın imkânını arıyor, kâh mağlubiyet duygusuna kapılıyor.
Güzel şeyler arzuluyor Hilmi Aydın, onları kendine hak görüyor ama bunun için büyük bir çabası da yok. Karakterimiz; zayıflıklarıyla yüzleşmemek konusunda usta, her olayı her durumu kendi lehine çevirip anlatısını sarsmadan yuvarlanıp gidiyor. Tek korkusu cehenneme gitmek de olmasa bu kadar bile üzülüp sıkılmayacak.
Ancak Dünyadan Aşağı, salt Hilmi Aydın’ın ağzından yazılmış bir roman değil. Belki de bu nedenle ne tam sevebiliyoruz onu ne de tümüyle nefret edebiliyoruz ondan. Hilmi Aydın’ın, oğlundan memnuniyetsizliğini her fırsatta dile getiren babası Selim Aydın, mektuplarıyla katılıyor anlatıya. Bir de dış ses var romanda: Hilmi Aydın’ın ustalıkla kendini kandırmalarını düzeltiyor bu ses, mütemadiyen bir gerçeklik zeminine çekiyor bizi. Bir süre sonra dış ses aklın sesi oluyor, Hilmi’ye inanacağımıza ona inanasımız geliyor. Başta yadırgamıyoruz bu durumu ama git gide yükseltiyor sesini bu ‘tarafsız gerçeklik’ ve sonunda anlıyoruz: Tüm bunları yazan, namı-değer dış ses aslında Hilmi Aydın’ın -romana enişte rolünde sızan- oğlu Ali Cemal’miş.
Otuzlarında bir kadın olarak, normalde çok da ilişki kuramayacağım bir karakter Hilmi Aydın. Hatta bir hınç besliyorum rastladığım Hilmi Aydın’lara. Ama Boralıoğlu okutuyor Hilmi Aydın’ın en vasat hâllerini. Onla birlikte üzülmüyorum, kendini hırpaladıkça acımıyorum ona ama iyi tanıyorum Hilmi’yi. Devlete benziyor, ne ileri ne geri giden geleneksizliğe benziyor bu coğrafyadaki.
Kadın bir yazarın erkek zihninin içine bu kadar girebilmesi, iki hatta üç erkeğin komplike ilişkisini bu denli içeriden anlatabilmesi erkek bir yazar tam aksini yapsaydı takdir konusu olurdu. Ne Boralıoğlu’nu taktir etmeye muktedir görüyorum kendimi, ne de Dünyadan Aşağı’yı ‘bir kadın romancının yazdığı erkek dünya’ kalıbına sıkıştırmak niyetindeyim. Ancak içinde her karikatürize kadın karakteri olan filmden, kitaptan, ‘cinsiyet konusunda çok iyi bir sınav veremedi ama iyi film’ şerhini düşmekten, ‘niyet etmiş ama işte erkek yazar bir yere kadar’ diye teselliler bulmaktan yorulduğumuz şu dönemde, dilini, görselliğini sevdiğimiz adamları öldürmeden onlarla yaşamanın bir yolunu arıyoruz mütemadiyen.
Ancak bir şeyi atlıyoruz: bu bir niyet ya da ustalık meselesi değil. Kadınlar erkek aklını anlamak zorunda. Misal bir taksiye bindiniz. Şoför, saçma sapan konuşmaya başladı. Hem tacize uğramamak, hem de taksicinin kırılgan erkekliğine çok da zeval gelmeyecek bir şekilde o ilişkiyi belli bir seviyede tutmak için harcadığımız çaba, hepimizi zihni zehir yapıyor. Her gün, karşılığında hiç bir şey almadan tonla duygusal emek harcıyoruz. Erkek dünya, her hâlükârda içimize ince ince sızıyor, mecbur öğreniyoruz. Sadece kadınların da değil, hepimizin içine sızıyor bir Hilmi Aydın’lik, bir devlet, bir köksüzlük. Bu yüzden onun mahvoluşunu görmek, bu çoraklıkta, edebiyatın imkanlarını hatırlamak iyi geliyor bana. Babayı öldürüyor Boralıoğlu, hem de bir değil, iki kez. Sadece babayı değil o sarsılmaz gerçekliği ya da önümüze gerçeklik olarak konan o yekpare yapıları da sarsıyor. Dünyadan Aşağı, mutlak gerçekliği reddedişiyle sanki bu vasat dünyaya kafa tutuyor.
Jale Parla Orhan Pamuk’un romanlarının sonunda çıkan yazar imgesinin Pamuk’un yazıya kefaret olarak kurguladığını söyler. Boralıoğlu’ysa devreye kendisi girmiyor ama okuyucuya bir şey vadetmeden her anlatının içeriden çatlatılabileceği imkânını hatırlatıyor bize. Hem de ne kendini, ne sonradan Ali Cemal olduğunu öğrendiğimiz dış sesi okuyucudan daha üstün tutmadan. Bu anlamda, konusu erkekler olsa da, derdi erkeklik olmayan bir roman Dünyadan Aşağı. Tam da bu nedenle salt kadın bir yazar tarafından yazılmış bir erkeklik romanı değil okuduğumuz ama pek tabii erkten beslenmeyen incelikli bir teşhir.
Yazıyı babasını öldüren Ali Cemal’in -biraz da umutsuz- şu sözleriyle bitireyim, bahsettiğim bu incelikli tavrın ortamdaki en yüksek ses olma arzusundan çoktan vazgeçtiğini hatırlayarak:
‘Örneğin, önce seni konuşturmamdan, onun arkasından yazarın söz almasından ve senin söylediklerini kâh yalanlayıp, kâh tamamlamasından hoşlanmayacaksın. Ama bil ki, bunu özellikle tercih ettim. Kimileri bunu kibir gibi görebilir, oysa benim için bir saygı ifadesiydi. Her okur ilk kez okuduğu metne benzersiz bir bağla bağlanır. Ardından ne söylenirse söylensin sonuçta ilk metin ruhta en derin izleri bırakandır, o yüzden de ardından ne kadar kötü eleştiri yazılmış olursa olsun, okurun bir metinle kurduğu ilişkinin düzeyine asla erişemez. Yani bu kitaptan daha çok akılda kalan senin cümlelerin olacaktır, emin ol.’