Hayatı yaşamanın sonsuz yolu vardı, insan olmanın, mutlu olmanın, aşık olmanın başka türlü olması mümkündü.

ECİNNİLİK

En Sevdiğim Tek Kardeşim

 

Medz Mama, yani babaannemin annesi Antaram hep dermiş: “Şu Sibel ölüyü diriltir,” diye. Hayatının sonuna kadar anne babasını hep özlemle hatırlayan Antaram’ın büyük kızı, babaannemiz Maryam, bizim için Mami, hep gözleri tatlı tatlı yaşararak söylerdi bunu. Aslında ömrü hayatlarının sadece üç dört yılı çakışmış olsa da, bence en sevdiğim tek kardeşimi pekala anlamış Antaram. Şüphesiz, Sibel varsa umut vardır. Berlin’de güneş açar, İstanbul’a kar düşer, semaları gökkuşağı kaplar. Yüzler güler, kollar dans eder, gözler parlar. Kalbiniz ferahlar, içiniz açılır, uçurtmanız havalanır. Günler uzar, geceler renklenir, sabahlar zinde başlar. İşler yoluna girer, endişeye mahal kalmaz. Poyraz çıkar, mis gibi deniz kokar, “mevsim değişir, Akdeniz olur.” Antaram doğru demiş, Sibel gelirse can gelir.

 

Hep bir cinlik vardı Sibel’de. Çocukluk fotoğraflarımıza bakıyorum da, benim başımda sanki kalpak varmış gibi kabarık saçlı koca bir kafam, melül bakışlarım, (ağlamıyorsam) sakin bir gülümsemem var. Yanımda Sibel, “lepiska saçları”, “elen burnu”, sevimli gülüşü, parlak gözleriyle tam bir cin!

 

Acaba babam bu cinlik yüzünden mi Sibel’e Cimpir diye isim takmıştı? Hikâyesini hiç hatırlayamıyorum, muhakkak bir şeyleri birleştirmiş, yuvarlamış, uydurmuştu babam – sık yaptığı şeylerden biridir isim takmak. Anlamını şimdi bilmesem de Cimpir, söyleniş şekli (Cim-piiir), kullanıldığı bağlamlar, kulakta yarattığı tını itibariyle bir şekilde becerikliliğe işaret eder gibi gelirdi bana. Cimpir yapardı, hallederdi, elinden kurtulmazdı. Sadece Yuvam apartmanında kullandığımız çekirdek aile jargonu da değildi. 90’larda etrafımızdaki dostlar, elbette Aysu, Egemen, Vedat Amca, Hampar Abi, herkes Sibel’e Cimpir derdi: “Yürü be Cimpir!”

 

Çocukluğumuzu hatırladığımda garip bir hayranlık hissiyle izliyorum kardeşimi. Hikâyemiz çok elbette, çok da severiz anlatmayı. Yine de birkaç meşhurunu yazayım istedim. Sibel beş yaşında ya var ya yokken kendinden biraz büyük Mumu’nun bisikletini istemiş, o güne kadar iki tekerlekli bisikleti hiç olmamasına karşın derhal sürmeye başlamıştı. Babam, Mumu’yla çıkabilecek eli kulağında kavgaları düşünerek mecburen Saraçhane’den bize iki bisiklet alıp getirmişti. Sibel aynen bisikletine atlayıp mahallede vızır vızır gezerken; o esnada dokuz yaşlarında olan ben o hafta bisiklete binmeyi bir türlü öğrenemeyerek babamı delirtmiştim. Hala gülüyorum hatırladıkça, babamın sabırsızlığına ve kendi dengesizliğime. Neyse ki Filiz Abla müdahil olmuştu da ayağım yerden kesilmişti. Ben ancak pedal çevirirken, Sibel ellerini bırakma denemeleri yapıyordu.

 

Yine aynı yıllarda, yaz tatillerinde etrafımızda bütün gün tavla oynanırdı. Zarın tavlaya çarpışı; taşın yeni yerine inerken zeminde şaklaması; Dü Se, Şeş Beş, Hep Yek nidaları; kazananın (ya da kaybedenin mi?) şangır şungur küt diye tavlayı kapatma gürültüsü kulaklarımızın en aşina olduğu seslerdi. Bunca galeyana sağır kalamadığımız için oynayanların yanına yanaşır bakardık da. Bu seyir benim için pek kısa sürerdi, söz konusu anlam veremediğim bir devridaim olduğu için fazla uzatmaz, tavlanın yanından uzaklaşırdım. Sibel meğerse öyle baka baka öğrenmiş tavlayı! Kimse anlatmadan, öğretmeden, dört beş yaşlarında çocuk oyunu kendisi çözmüş. Annem babam fark ettiklerinde epey şaşırmışlardı. Biz daha o şaşkınlığı atamadan, Sibel yetmiş yaşlarındaki komşumuz, Mami’min eski arkadaşlarından Zohrap Dayday’ı mars etmişti! Yılların tavla müdavimi adamcağız, zaten fazlasıyla dalgacı olan bütün yazlıkçı apartman komşularımızın diline düşmüştü. Sibel’in harika çocuk namı Rahmanlar’dan Kartal’a doğru ilerlerken, kendisi bu esnada ablasına tavla öğretmekle meşguldü.

 

Zaten taraftarlık (Beşiktaş), tezahürat, spor toto, iddialaşma, vesaire ile hayatımızın önemli bir parçası olan futbol, İtalya ‘90 sırasında Çınarcık’ta geçen yaz tatilimizin ve gündelik hayatımızın merkezi olmuştu. Denize gidiş geliş saatleri, alışveriş, öğlen yemeği, duş, her şey maç fikstürüne göre ayarlanıyordu. Balkon kapısına (yani antene) yakın bir yere koyduğumuz 37 ekran televizyonun karşısına (aslında çoğunlukla sağına soluna) 8 izleyici dizilmeye çalışıyorduk. Herkes futbolcuları tanıyordu, herkes bir takım tutuyordu, eğlence bitmesin diye herkes maç penaltılara kalsın istiyordu. Aysu ve ben aşırı ergen hallerimizle tembel tembel oturur, en yakışıklı bulduğumuz oyuncuların kartlarını mütemadiyen sıraya dizerken (uydurmuyorsam benim birincim Caniggia onunki Goycochea oluyordu çoğunlukla), Sibel mahallenin 9 yaş ligindeki en iyi futbolcu olduğunu kısa zamanda kanıtlamış, her maçın aranan oyuncusu olmuştu. Üstelik dünya kupasını, izleyici olarak da futboldan çok iyi anlayan çalımcı kardeşimin favori takımı kazanmıştı – (Batı) Almanya’nın tabii ki hiçbir oyuncusu yakışıklı karmamızda yer almıyordu.

 

Abla kardeş hep yan yana olduğumuz bu çocukluk hikâyelerinde abartılı bir tezat duygusu mu yaratamaya hevesleniyorum diye durup düşünüyorum bazen. Kıskanç mıydım yoksa diye soruyorum kendime. Ama değil, çok seviyordum keratayı, çok da böbürleniyordum yaptıklarıyla. Mami’min dediği gibi “zehir gibi” çocuktu. Zaten aramızdaki ablalık kardeşlik ikiliği kısa sürede görünmez oldu. İkimizin de voleybol oynamaya başladığı, açık tenis turnuvalarını kaçırmadığı, sinema biletleri biriktirdiği, aynı müzikleri dinlediğimiz yıllarda, artık ikimizdik (Tünel’den inerken solda kalan İkimiz pastanesine ayrıca bayılırdık). En iyi arkadaşıyla aynı evde yaşamayı erken yaşta başarmış, acayip şanslı iki insandık. Israrı ve hevesi neticesinde Sibel’e bir gitar alındığında en esaslı ikimiz faaliyeti beraber şarkı söylemek olmuştu. Kardeşimin müzik kabiliyeti su götürmezdi, parmak uçları durumdan çok hoşnut olmasa da şıp diye ne isterse çalabilir olmuştu. Durmadan yeni şarkılar öğreniyordu. Evde mütemadiyen Sibel gitar çalıyordu, ikimiz şarkı söylüyorduk. Ne alakaysa bir dönem beste yapma heyecanına bile kapılmıştık. Ben şarkı sözü yazmaya çalışıyordum, Sibel akort basıyordu, makul bir melodi uydurmaya bakıyorduk. Şarkıları teybe kaydedip dinliyorduk, bir türlü de beğenmiyorduk. Tadında bırakmaya karar verdik ve bu sevdadan neyse çabuk vazgeçtik – Sibel sonra güzel şarkılarını Yalın ve Tuna’yla beraber yazdı.

 

Her ne kadar listelere giremediysek de Sibel’in gitarı yıllarca yanımızdan ayrılmadı. Güney çimenlerde, Saros sahillerinde, İtalya yollarında, kardeşimin virtüözlüğü sayesinde etrafımızda hep bir çember oldu, şarkı söyledik, güldük ağladık, dosta karıştık. Sibel 18 olur olmaz çıktığımız ilk beraber tatillerimizde yanılmıyorsam hep yanımızdaydı güzel mi güzel siyah akustik gitar. Bir çılgınlık yaparak trenle gitmeye kalkıştığımız Fethiye maceramızda; Ağustos güneşinde dere tepe yürürken herkesin bize deli gözüyle baktığı, yapış yapış, turuncu bir buluta dönüştüğümüz Atina’da; gençliğimizin sevilen turistik aktivitesi interrail’le İtalya’yı kat ederken; vize almak için kırk takla attığımız Rusya gezisinde, Sibel, dönemin gençlik turizminin vazgeçilmez aksesuarı dev back pack’inin yanı sıra, bir de gitarını taşıyordu – sonra nereden çıktı bu boyun fıtığı!

 

İkimiz, çekirdek ailemizin pasaport alan ilk iki üyesi, birlikte planlar yapmış, tur rehberlerini ezberlemiş, rotalar çıkarmış, biletler almış ve yola düşmüştük. (İnternet öncesi çağda turizm!) Gittiğimiz yerlerde elbette müzeleri, birtakım ören yerlerini, mimarisi görmeye değer yapıları, meşhur dükkanları, çeşitli mahalleleri ziyaret etmek için çaba harcardık. İlk defa ülke dışına çıkmanın (yepyeni bir yere gelmenin) verdiği heyecanla ve hiçbir şey kaçırmamamız gerekiyor telaşıyla aslında oradan oraya savrulurduk. Tarifi zor bir yorgunluk, uykusuzluk, dengesiz beslenme ve parasızlık içinde geçen bu seyahatlerde yine de müthiş mutluyduk! En büyük mutluluk yolda olmaktı. Bir tren daha, bir durak daha, bir şehir daha, ilerlemek…  Mekanda hareket ettikçe dönüşen sadece pencerenin dışındaki manzara ve günbegün daha da kirlenen kavrulan bedenlerimiz olmazdı. Kaldığımız hostellerde, bindiğimiz trenlerde, sabahladığımız istasyonlarda tanıdığımız bin türlü insan sayesinde genç yaşımızın, sınırlı hayat tecrübemizin muhafazakarlıklarını fark ederdik. Hayatı yaşamanın sonsuz yolu vardı, insan olmanın, mutlu olmanın, aşık olmanın başka türlü olması mümkündü. O zamanlar söylemeyi en sevdiğimiz şarkılardan, güftesi iki Can Yücel şiirini birleştiren (“Değişik” ve “Yapraktık”) “Başka Türlü bir Şey” yolculuklarımızı aydınlatırdı.

 

Bazen oldukça hızlı ilerlediğimiz ve bir güne çok şey sığdırdığımız için yaşadıklarımız, bütün yaptıklarımız hafıza kuyularında kaybolmasın diye bir gezi defteri tutardık. Gün içinde küçük molalarda ya da akşam uyumadan önce yazardık. Bazı sayfaları bilet, kartpostal, küp şeker paketi gibi ıvır zıvırla süslerdik. Ben yazmaya daha meraklıydım, ama Sibel’i de ikna etmiştim. Gezi notlarımız iki yazarlı olmalıydı. Defterleri bugün açıp bakınca, o günkü hissiyatımızı yeniden canlandırabilen bir şey yarattığımız için takdir ediyorum ikimizi. (Bir tatil dönüşü, İstanbul sıcağında, annemleri yatırıp geceleri yazdığımız romantik komedi senaryosuyla ilgili bu kadar olumlu konuşmak ne yazık ki mümkün değil…)

 

Öte yandan hatırlamak konusunda Sibel’in seyahat notlarına filan ihtiyacı olmaz, hafıza zaten ondan sorulur. Geçmişe dair net hatırlayamadığım her şeyi, unuttuğum ayrıntıları, insanların isimlerini, olayların senelerini, bir filmde izlediğimi düşündüğüm ama öncesi sonrası karanlık bir sahneyi, bu neydi / bu kimdi / bu ne zamandı diye Sibel’e sorarım. Zorlanmadan cevap verir. Sene başında yayımlanan cuma fragmanlarını yazarken sık sık kapısını çaldım yirmi yıl önceye dair sorularımla. Bu yazıda şüpheye düştüğüm yerlerde (Babam bize bisiklet almaya karar verdiğinde bizi de seçmek için Saraçhane’ye götürmüş müydü? Gitarının markası Washburn müydü? Şu senaryoyu ne zaman yazmıştık?) kendisinden gerekli danışmanlığı alamadığım için maddi hatalar yapmış olabilirim. Affet kardeş!

 

Daha sayfalarca yazabilirim (ancak 20’li yaşlarımıza ulaşabildim). Sibel’in gitar yerine fotoğraf makinası taşıdığı yılları (ve Büyükada’da, Paris’te, Barcelona’da gençliğimin en güzel fotoğraflarını çektiğini), hangi sanatsal faaliyete girişse müthiş işler yaptığını yazabilirim. Neredeyse tüm en iyi arkadaşlarımın – bkz. Gökçem, Başak, Seçil – Sibel’e tabii ki ilk görüşte vurulduklarını ve işi ilerlettiklerini, ilk zamanlar, “Kim arıyor, Gökçe mi? Niye seni arıyor ki? Gökçe asıl benim arkadaşım kızım,” diye şaka yollu tartıştığımızı bir bir anlatabilirim. Gittiğimiz sayısız güzel konseri, en çok da PJ Harvey ve Patti Smith efsanelerini, müzikal bir denemeye dönüştürmeyi düşünebilirim. Gurbette olduğumuz yıllarda uzak mesafe kardeşlik etmenin çileli hasretini gözü yaşlı döktürebilirim. Hep ikimiz olduğumuz yıllardan sonra aşık olduğumuz insanlarla çiftolmanın ince/kaba ayarlarını; insanın en sevdiği birinin (kardeş) en sevdiği birini (kardeşin sevgilisi) sevmenin çetrefilli bir iş olduğunu itiraf edebilirim. Annemden de babamdan da benden çok daha fazla şey öğrenmeyi becerebildiği için (icabında babam gibi sağlam içiyor, annem kadar iyi mantı açıyor!) kardeşimle büyük gurur duyduğumu göğsümü gere gere anlatırım…

 

Onun olmadığı hayatımın ilk üç buçuk yılı kim bilir ne kadar boş geçtiyse, ilk hatıram Sibel’in eve gelişi. Annem kucağındaki minicik bebeği yatağına koyup, “bak Nazan bu senin kardeşin, artık hep birliktesiniz, onu çok seveceksin,” demişti. Velhasıl öyle de oldu, 40 yıldır beraberiz, onu çok seviyorum, en sevdiğim tek kardeşim bugün 40 yaşında!

 

 

 

Ana görsel: Alice Neel.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YAile Sırrı
Aile Sırrı

Kuşaklararası kapalı kapıların, örtük perdelerin bir adım ötesinde, içine kapalı ailenin dışına karşı örülen duvarlar var bir de. ‘Aile sırrı’ denen şeyler esas bu ailenin dışarıyla ilişkisinde geçirgen olmayı reddeden yapısından kaynaklanıyor.

MEYDAN

YAile Albümü
Aile Albümü

Ernaux’yu okurken elle tutulur bir aile albümümüz olmadığı için kaybettiğimiz görüntüler daha fazla mı acaba diye düşünüyorum.

MEYDAN

YAilenin Yüz Karası
Ailenin Yüz Karası

Ailenin yüzüne kara sürdüğü düşünülen kadın ailesini kaybediyor. Ailenin yüz karası olmak için bile (cis) erkek olmak gerekiyor.

MEYDAN

YAile Tarihi
Aile Tarihi

"Birazdan anlatacaklarımı uydurmadığıma yemin edebilirim ama uç uca birleştirdiğim şeylerin anlamları, yoğunlukları yaşayanların deneyimlerinden bambaşka olabilir.”

Bir de bunlar var

Seren Serengil Afrika’da
Japon Mutfağında Muamma: “Neden Hiç Büyük Kadın Suşi Ustası Yok?”
Darısı Başına

Pin It on Pinterest