Emily in Paris, Darren Star tarafından Netflix için yazılan üç sezonluk bir romantik komedi dizisi. Salgın dönemine denk gelen ilk sezonu, karantina ile geçen klostrofobik günlerde, Paris estetiği ve şıklığıyla seyircisine iyi gelmiş bir yapım Emily in Paris. Medya ve iletişim üzerine master yapmış Chicago’lu Emily Cooper’ın, Paris’te pazarlama yöneticiliği pozisyonu ile yakaladığı kariyer fırsatını değerlendirmesi üzerine gelişiyor hikâye. Dizi, Amerikalı ya da Fransız olmakla ilgili önemli şeyler söylüyor ya da böyle cümleler kurmayı önemsemiyormuş görünse de bu karşı kültürler üzerinden Emily’nin temsil ettiği şeyler için birkaç şey söylemek mümkün.
Paris’e giden ilk Amerikalı kadın Emily Cooper değil. Hollywood’un pahalı şıklık, bol alışveriş, kozmetik ve mücevher üzerinden tanımladığı kadın karakterleriyle daha önce karşılaşmıştık. Senaryosunu yine Darren Star’ın yazdığı kült dizi Sex and The City’nin Carrie Bradshaw’ı (Sarah Jessica Parker) da sanatçı sevgilisi Aleksandr Petrovsky için Paris’e yerleşmişti kısa bir süre (“An American Girl in Paris” adlı bölümde) 2000’lerin ortalarına geldiğimizde ise New York sosyetesinden gençlerin şatafatlı hayatını anlatan Gossip Girl’ün Blair Waldorf (Leighton Meester) ve Serena van der Woodsen’ı (Blake Lively) ise alışveriş temalı bir Paris yaz tatili geçirmişti(“Belle de Jour” adlı bölümde) Şüphesiz, gustosu olan, kentli, zevk sahibi, belirli koşullara ve sermayeye sahip bu beyaz kadınların Amerikalılıklarını harcamalarına cömertçe yansıttıkları ve dolaylı biçimde etkide bulunarak/genişleyip, yayılarak bir Paris deneyimi yaşadıklarını söylemek tuhaf olmayacaktır. Emily Cooper da (Lily Collins)selefleri gibi bu tutumu ikonik bir stille temsil etme konusunda bayrağı coşkuyla taşıyor. Ama bir iki farkla…
Emily Paris’e, Savoir adlı şirkete “Amerikalı gözüyle geçiş sürecine yardım edecek biri” olarak bir yıl kalmak üzere gelir. Şirket, yeni Amerikalı ortaklarının restorasyon sürecinden geçeceği sıkıntılı bir dönemdedir. Emily bu sebeple pek hoş karşılanmaz Savoir’da. Yenilikçi ve modern olanı temsil eden bu ufak tefek kız, şirket mesaisine hızlı değişim fikirleriyle coşkulu bir başlangıç yapar. Şirketin sahibi Paul Brossard’la (Arnaud Viard) tanışır. Brossard alaycı bir şekilde Fransızlara Amerikan numaralarını öğretmek için geldiğini ima eder ona. Marka ve moda üzerine hiç deneyimi olmayan Emily, birbirlerinden çok şey öğreneceklerini ifade ederek Amerikan diplomasi anlayışını kusursuz şekilde temize çeker. Ancak, Emily ve onun Amerikalılığının karşılaşacağı son düşmanca ima olmayacaktır bu. Ofisteki tanışma toplantısında ekibe sosyal medyanın vazgeçilmez öneminden bahsederken Luc (Bruno Gouery) ona, Fransızların sosyal medyayı gayet iyi kullandığını ifade eder. Emily Luc’u onaylar ama medya araçlarını icat edenin Amerikalılar olduğunu hatırlatmaktan da geri durmaz. Birinci sezonun ilk bölümleri klasik komedi unsurlarıyla bu karşıtlık üzerinden ilerlerken ofis ekibinin aralarında Emily’yi cahil, hödük anlamına gelen “la plouc” terimiyle “eğlenceli” şekilde aşağıladıklarını görürüz. Bir kafede Emily’e rastlayan Luc, ona ‴la plouc” denmesini onaylamadığını söyler. Ardından herkesin ondan ve fikirlerinden biraz korktuğunu itiraf eder. Çünkü Emily’nin fikirleri yenilikçi ve daha iyidir! Bu nedenle daha çok çalışmak zorunda kalacaklarını, Amerikalıların çalışmak için yaşadıklarını, Fransızların ise yaşamak için çalıştıklarını dile getirir Luc. Aralarındaki konuşma bir noktadan sonra başarı ile mutluluk kavramlarını sorunlu şekilde eşleştiren bir tartışmaya evrilir. Emily bu eşleşmeyi sorunlu bulmazken, Luc mutluluğun ne olduğuna dair tecrübesi olmadığını söyler. Emily bunun ukalaca bir yorum olduğunu dile getirdiğinde ise Luc ona, tek kelime Fransızca bilmeden Paris’e gelmesini hatırlatır. Ukalalık bence budur, der. Tartışmada bir barış, bir yakınlaşma durumu vardır ama dizinin sorunsallaşacak bakış açısı, bu kafe sahnesinde kendini ifşa eder.
Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi: Kaotik Bir Dünyada ABD adlı kitabında, Emily’nin medya araçlarını icat edenin Amerika olduğu hatırlatmasının ya da Fransız ürün pazarına Amerikan bakış açısını getirme vaadinin altında yatan özgüven saiklerini bulmak mümkün. Wallerstein, Amerikalıların kendilerine dair fikirlerinin sarsılmaz bir üstünlük inancından beslendiğini gösteren bazı alanları tespit eder. “Diğer ülkeler daha az moderndirler; burada modernlik teknoloji anlamına gelir. Amerika dünyanın en ileri teknolojisine sahiptir. Bu teknoloji ülkenin çeşitli yerlerindeki evlerimizde bulunan eşyalarda, iletişim ve ulaştırma şebekelerinde, ülkenin altyapısında, uzay araştırma araçlarında ve şüphesiz, silahlı kuvvetlerimizin kullanabileceği askeri donanımda görülebilir.”[i] Görülüyor ki Emily yeni nesil kariyer kadını olarak Paris için yola çıkmış bir fetihçi değil, onda kendi etkisini yaratmaya kararlı bir tekno avangarttır. Zira üç sezon boyunca Paris’te yaşayan Emily, Paris’i Paris yapan şeyin ne olduğunun peşine asla düşmez. Kültürel bir flanörlük coşkusu değildir onda gördüğümüz. Paris’e dair birçok şey instagram hesabında dekor olmak için vardır. Coşkusu hesabının takipçi niceliği ile paralel bir yükseliş yaşar. Öte yandan Amerika gibi Emily de bir moderndir. Onun tarihle, kültürel mirasla, otantik olmakla ilgili bir derdi yoktur. Verimlilik ilkesiyle dolup taşar. Luc’un kafede Emily’nin fikirlerinin yeni ve daha iyi olmasıyla ilgili söylediği şeyler modernizm korkusudur aslında. Avrupa’nın, yani eski dünyanın modern olmakla ilgili pratik yoksunluğuna dair bir korku. Yeni olanın çekiciliğine karşı gelişen kuşkucu hayranlık aynı zamanda. Fakat bu korku ve tacizlerin hiçbirisi Emily’i yıldırmaz. Onda Amerikalı olmakla ilgili iyimser bir güven vardır. Rahattır. Savoir’daki patronu Sylvie(Philippine Leroy Beaulieu) Emily’e gizemli olmadığını, her şeyinin apaçık ortada olduğunu söylediğinde o, Sylvie’nin sofistike Fransızlığını yücelterek “Ben, bunu görmek isteyen müşteriyim” diye karşılık verir. İşte bu diyalog, eski dünyaya seslenen Amerikan faydacılığının ve verimliliğinin manifestosudur.
Öte yandan Emily in Paris, Fransızlarla ilgili gerçekleri yansıtmayan klişelere yer verdiği gerekçesiyle Fransız TV eleştirmenlerinden tepki almış bir yapım. Darren Star’ın daha önce de Sex and The City’de benzer şekilde alışveriş ve kariyer tutkunu bir kadınlık performansını tekrarlaması bir yana, Fransızları sadakatsiz, öfkeli ve gerici, çalışma etiğinden yoksun vb. şekilde stereotipleştirmesi rahatsız edici bir yaklaşım olarak karşılanmıştı. Bu tavırdan nasibini alan yalnızca Fransızlar değil. Dizinin ikinci sezonunda Emily’nin Fransızca öğrenmek üzere kaydolduğu dil kursunda tanıştığı Ukraynalı Petra karakterinin, zevk yoksunu bir moda hırsızı olarak kurgulanması da eleştirilere neden olmuştu. Hatta Ukrayna Kültür Bakanı Oleksandr Tkachenko bu Ukraynalı kadın imajı için Netflix’e şikayette bulunmuştu.[ii] Bununla birlikte dizinin Paris kentini, Fransızların dahi tanıyamayacağı turistik bir yabancılaştırma filtresiyle stilize etmesi de (ya da edememesi demeli) belki yine eski dünyayı hakir gören bir bakış sayılabilir. Ama yine de bu filtre bir biçimde işe yaramış olmalı ki, seyahat acentelerinin ‴aşkın ve sanatın kenti Paris’i‴ Emily’nin izlerini takip eden turlarla keşfetme vaadini ve Paris’i bu steril filtreyle deneyimlemek isteyen turistlerin şehre akın ettiğini okuyacağımız haberlere ulaşmak da mümkün sosyal medyada. Dizinin Paris ütopyasıyla, kentin gerçek meselelerini de hafife aldığını söylemek yanlış olmaz. Tam bu noktada Jean Baudrilliard’ın, Amerika adlı kitabından, bu çatışmalı karşıtlığı ifade edebileceğini düşündüğüm bir cümlesini hatırlatmak yerinde olur: “Avrupa artık Avrupa’ya bakarak anlaşılamaz.”[iii] Emily kendi dinamikleriyle cazibeli Amerikalı kültürün/kültürsüzlüğün yeni nesil temsilcisi olmakla birlikte bazı anlarda sinir bozucu olabilen büyüme hikâyesiyle de Atlantik ötesinden Avrupa’ya tutulmuş bir ayna gibidir.
Son olarak, Fransız ürün pazarına Amerikan tarzını getirmeyi amaçlayan buna karşılık Paris’te olduğu süre boyunca Fransızca öğrenmeye kaşı direnç geliştiren, yakın çevresini kendi anadili olan İngilizceye maruz bırakan Emily etkisini yine Wallerstein’ın, Amerikalıların emin göründükleri bir toplum fikriyle izah etmek mümkün görünüyor. “…Başkaları Amerikalıların girişkenliğine, enerjisine sahip değildir. Büyük ve küçük sorunlara çözüm bulmak konusunda bizim kadar yaratıcı değildirler. Gelenekselliğe veya resmiliğe fazla gömülmüşlerdir. Bu onları geriletirken, Amerika hep ilerlemektedir. Dolayısıyla işleri nasıl daha iyi yapabilecekleri konusunda herkese-Nijeryalılara, Japonlara, İtalyanlara-yardım eli uzatmaya hazırızdır…”[iv]
[i] Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi: Kaotik Bir Dünyada ABD, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2015, s. 174.
[ii] https://www.theguardian.com/tv-and-radio/2022/jan/03/ukraine-culture-minister-blasts-emily-in-paris-over-insulting-stereotype
[iii] Jean Baudrillard, Amerika, çev. Yaşar Avunç, İstanbul: Ayrıntı, 2018, s. 121.
[iv] Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi, s.175.