"Dil, ne istediğini çok iyi bilir. Aferin ona, çünkü ben hiçbir zaman bilmem ne istediğimi, hem de hiç."

KÜLTÜR

Elfriede Jelinek’in 2004 Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması: “İnsana Ne Kalır?”

Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek’in, 2004 Nobel Edebiyat Ödülü kabul konuşmasının kısmi çevirisine 2014’te başlamıştım. Jelinek’in ödül töreninde önceden kaydedilmiş bir video görüntü olarak yayınlanan konuşmasının neden özel olduğunu hemen anlayacaksınız. Yazarın dilin kaybı ve dışarısı ile imtihanını bir saç metaforu üzerinden ziyaret eden bu inanılmaz metni, sadık çeviri yapmayı beceremediğim ve becermeyi de istemediğim için sadık olarak çevirmedim. Ancak metinden götürdüklerimi eşitlemek üzere Amerikalı sanatçı Michael Green‘den çeviriye yarenlik etmek üzere bir GIF çalışması yapmasını rica ettim; 5Harfliler için komisyonlanmış bu sanat eserinde sanatçıya estetik ve düşünsel hiçbir yönlendirme ve tavsiyede bulunulmadı. Projeye güç veren düstur başından sonuna kadar hashtag kudur baby idi. Sonucunu yukarıda görüyorsunuz; Jelinek’in metnin tamamını icrasını ise en aşağıda bulabilirsiniz.

 

***

 
KENARLARA

 

Yazmak tortop olmak, gerçekle tortop olmak mıdır? Tortop olmayı herkes ister tabii, ama o zaman benim yaşadığım nedir? Gerçeği gerçekten bilmeyenlere ne olur? Hepsi çok dağınık. Durumu düzeltecek bir tarak da yok. Yazarlar tarayıp duruyorlar ve umutsuzlukla saçlarına bir biçim veriyorlar, sonra bu onları geceleyin çok rahatsız ediyor. Görünüşlerinde çok yanlış bir şey var. Güzelce tepede toplanmış saç, kendi rüyalar evinden tekrar kovulabilir ama artık düzeltilemez, ehlileştirilemez. Veya dümdüz aşağı sallanabilir bir kez daha yüzün önünde bir örtü gibi, hemen sonra da yatıştırılabilir sonunda. Ya da olup duran şeyin karşısında dehşetle dimdik durur. Toplanmayacak işte. İstemiyor. Bir kaç dişi kırık tarakla ne kadar tarayıp dursan da, toplanmıyor işte. Şimdi bir şey eskisinden daha da tekinsiz. Olan bitenle uğraşan yazın insanın parmaklarının arasından zaman gibi kayıp gidiverir, hem sadece yazarken geçirilen ve hayatın durduğu zaman da değil. Eğer zaman durursa kimse bir şeyi kaçırıyor sayılmaz. Yaşayan da, ölü zaman da, hele ölmüş olan hiç. İnsan bir kere yazmaya başlayınca, zaman başka yazarların eserlerinde yolunu buluverirdi. Zaman, zaman olduğu için de, her şeyi aynı anda yapabilir: senin eserinde yolunu bulur, aynı zamanda başkalarının eserlerinde de, gerçekliğin yönünden aniden fırlayan kötücül olsa da taptaze bir rüzgar gibi başkalarının karışmış saçlarına doluşuverir. Bir şey bir kere yükseldi mi, belki de o kadar kolay yatışmayacaktır bir daha. Kızgın rüzgar eser ve her şeyi beraberinde götürür. Her şeyi uzağa götürüverir, neresi olduğu da önemli değil, ama temsil edilmesi gereken bu gerçekliğe değil bir daha. Her yere götürür, bir oraya götürmez. Gerçeklik saçın ve eteklerin altına girip duran bir şeydir, tam da böyledir, saçı da eteği de başka bir yere, başka bir şeye doğru süpürür. Yazar gerçekliği nasıl bilebilir, içine giren ve onu süpüren, sonsuza dek kenarlara yapıştıran oysa? Bir yandan süpürüldüğü yerden görüşü daha iyidir, diğer yandan gerçekliğin yolunda kalamaz. Orada ona yer yoktur. Yeri her zaman dışarıdadır. Ancak dışarıdan söylediğinin hesabı içeriden sorulabilir, o da ikircikleri konuştuğundan. Ama sonra ikisi vardır uyuveren, oturuveren, yüzleri de yerli yerinde, hiçbir şey olmuyor diye uyarırlar, başka başka yorumlar getirip kaç zaman önce tarağın dişleri gibi kopup kaybolmuş yetersiz zeminlere uzanırlar. Öyle ya da değil. Doğru ya da yanlış. Er ya da geç olmalıydı bu, çünkü zemin bir temeli kucaklamak için yetersizdi. İnsan dipsiz bir kuyunun üzerine nasıl inşa edebilir ki? Ama yazarın görüş alanına giren yetersizlik, ya alınıp ya bırakılacak bir şey için yeterlidir gene de. Alabilirler ya da bırakabilirler, bırakırlar da. Öldürmezler ama. Bulanık gözleriyle bakarlar sadece, ama bu bulanık bakış yüzünden keyfi de olmazlar. Bakış, iyi hedeflenmiştir. Bu bakışın vurduğu her şey vurulan şeyin asla söylemediğini söyler, şöylece bir bakıldığı, halkın keskin gözlerine dahi maruz kalmadığı halde aşağı doğru batarken bile konuşur, bir tasvire kurban gitmeden önce başka bir şey olabilirdim, der. Söylenmese daha iyi olacak (belki çünkü daha iyi söylenebilecek?) ne varsa, her zaman muğlak ve zeminsiz kalmak zorunda olan ne varsa, tam da onu söyler. Haddinden fazlası bunun içine batmıştır çoktan, beline kadar. Kum fırtınasıdır ama hiçbir şeyi hareketlendirmez. Temelsizdir ama yersiz değildir. Nasıl istersen öyledir, ama istenmez.

 

 

Bahsettiğim gibi, saçlarım diken diken olmuş, duruyor başımda, üstelik jöle de yok, onu tekrar şekle soksun, dimdik etsin. İçimde de yok herhangi bir dirilik, bütünlük. Üzerimde olmadığı gibi, içimde de yok. Biri kenarlarda olduğu zaman, bir şu kenara, bir bu kenara hafifçe atlamaya hazır olması gerekiyor her zaman, kenarların hemen yanında duran boşluğa doğru. Üstelik kenarlar, kendi tuzaklarını getirmişler yanlarında, her zaman hazırlar, apaçık duruyorlar, insanı dışarı sürüklemek için. Dışarı sürüklemek, içeri sürüklemek de. Lütfen, şimdi üzerinde olmadığım yolun manzarasını kaybetmek istemiyorum. Bu yolu dürüstçe, gerçek ve doğru olarak tasvir etmeyi o kadar çok istiyorum ki. Eğer gerçekten bakıyorsam bu yola, o da benim için bir şeyler yapmalı. Ama bu halde bana hiçbir şey vermiyor. Bırakmıyor bir şey bana. Bana ne kaldı? Hem kendi yolumda olmam engelleniyor, kendi yolumu çizemiyorum dahi. Dışarı çıkmadan dışarıdayım. Ve burada da, kendi şüphelerime dair korunmalar edinmek istiyorum, hem kendi şüphelerime, hem de üzerinde durduğum zeminin sağlamlığına dair şüphelerime dair korunmalar. Dil benim yanımda koşuyor, yalnızca beni korumak için değil, kesinleştirmek için de; kontrol ediyor beni, doğru yapıyor muyum diye gerçeği tasvir etmeyi. Gerçeği tasvir etme yanlışını doğru yapıyor muyum görmek istiyor, çünkü gerçek her zaman yanlış tasvir edilmeli, başka yolu yok, ama o kadar yanlış yapılmalı ki, duyan, okuyan herkes anında farketmeli bu yanlışlığı. Bunların hepsi yalan! Bu köpek, dil köpeği, hani beni korumakla mükellef olan, beni koruması için yanıma aldığım, şimdi ayaklarımı ısırmaya çalışıyor. Koruyucum beni ısırmak istiyor. Tasvir edilmeye ve dile karşı var olan, kendi de başka bir şeyi tasvir etmek üzere var olan, tek koruyucum dil, şimdi bana karşı. Belki de onu yanıbaşımda tutmamın tek sebebi, beni koruyormuş gibi yapıp üzerime atlaması. Çünkü korunmayı bir sığınak olarak görünen yazında, hareket halinde, konuşulan yazında aradım; şimdi bana karşı geliyor. Fazla şaşırmamalı. Son kertede ona hiçbir zaman fazla güvenmemiştim. Bu ne tür bir kamuflaj, birini görünmez kılmak yerine bilakis daha görünür kılıyor?

 

Bazen dil kendisini kazara yol üzerinde bulur, ama yoldan çıkmaz. Bu rastgele bir süreç değildir, dille konuşmak; kasıtsız olarak rastgeledir, istesen de istemesen de. Dil, ne istediğini çok iyi bilir. Aferin ona, çünkü ben hiçbir zaman bilmem ne istediğimi, hem de hiç. Konuşmak, konuşmak genel olarak konuşmaya devam eder, çünkü konuşma devamlı olarak vardır, başı ya da sonu olmadan, ama söylemek yoktur burada. Yani konuşmak orada bir yerde, diğerlerinin kaldığı yerde; kimse duraklamak istemiyor, herkes çok meşgul. Orada yalnızca onlar var. Ben yokum. Bir tek dil, bazen benden yola çıkıp insanlara, gerçek, dürüst, belirlenmiş bir yoldan (burada kim yolunu kaybedebilir?) ulaşır, sanki bir kamera her hareketlerini izliyormuş gibi, böylece dil, sonunda, hayatın ne ve nasıl olduğunu keşfeder, ki tam da bu anda hayat öyle olmayı bırakır, işte sonrasında tüm olan bitenin tasvir edilmesi gerekir, artık hiçbir şey öyle değilse bile. Haydi herkesin senede bir check-up’a girmesi gerekliliğinden bahsedelim tekrar. Gene de müthiş bir hevesle konuşuyoruz, sanki bir seçeneğimiz varmış gibi, konuşup konuşmamayı. Ne olursa olsun, benden yola çıkan yalnızca dildir; ben, kendim, uzakta kalırım. Dil yola çıkar. Ben kalırım, ama uzakta. Yolda değil. Ve dilim tutulur.
 

 

Ben kendi dilimin mahkumuyum; dil, benim gardiyanım. Çok komik, çünkü beni gözleyip kollamıyor dahi! Benden emin olduğu için mi? Kaçmayacağımdan emin olduğundan mı beni bırakıp gidebileceğine inanıyor? Şimdi çoktan ölmüş biri yaklaşıyor, konuşuyor benimle, kendisi için planlanan bu olmadığı halde. İzni var konuşmaya, şimdi bir sürü ölü konuşuyor boğuk sesleriyle, artık cesaretleri var buna, çünkü dilim beni kontrol etmiyor, bakmıyor ne yaptığıma. Çünkü biliyor buna gerek olmadığını. O benden kaçsa dahi, ben onun elinden kaçmayacağım. Ben onun elindeyim, ama o benim ellerimden kaçıp gitti. Ben kaldım. Ama kalan neyse, onu yapan yazarlar değil. Kalan, çoktan gitti. Yarıda kesildi muhayyile uçuşu. Hiçkimse ve hiçbir şey gelmedi. Ve her şeye rağmen, tüm mantığa karşın, hiç gelmemiş olan bir şey, en azından birazı, kalmak istiyor; sonra orada kalan, dil, en elle tutulmaz olan, yok olup gidiveriyor. Yeni bir boş mekan ilanına cevap vermiş olmalı. Kalması gereken, hep giden. Ne olursa olsun, orada değil işte. İnsana kalan ne?

 

Almanca’dan çeviri: Martin Chalmers
 
YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBu Resim Gitmeli Mi?
Bu Resim Gitmeli Mi?

Sanatçı Hannah Black'in siyah bir çocuk cesedini tasvir eden sanat eserinin var oluşunu ve sergilenmesini eleştirdiği açık mektubundan hareketle: "onurlandırmak" ve "lafı ağzına tıkmak" arasındaki ince çizgi nerede durur?

KÜLTÜR

YMary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar
Mary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar

Cambridge Üniversitesi Klasikler Profesörü Mary Beard'ın konuşması: Kadınlar Antik Yunan'dan bugüne güçle nasıl ilişkilendi?

SANAT

YÖlüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann

Renate Bertlmann, 1970’lerde bir çok çağdaşı gibi 1968’in devrimci atmosferi ve ikinci dalga feminizmin gücüyle kadın bedenini bir kutlama ve devrim aracı olarak yeniden kurgulayan eserler üretmiş.

SANAT

YGüncel Kızlar (1977)
Güncel Kızlar (1977)

Vintage sarısı, yalnızca çözülmüş meselelere, başarıyla alınmış haklara mı değer?

Bir de bunlar var

Narin Türk Aile Yapısı
(Karşı Cinsin Kıyafetlerini) Giyinme Odası
Hayriye Melek

Pin It on Pinterest