Elena Poniatowska’nın ismini ilk kez Buenos Aires’te Villa Crespo mahallesinde beraber yaşadığım Meksikalı ev arkadaşım Adrián’dan duymuştum. Adrián bir gün bana Meksika tarihinden bahsederken kitaplığından Elena Poniatowska’nın La Noche de Tlatelolco (Tlatelolco Gecesi) adlı kitabını çıkarmış ve kitabın kapağına birkaç kez vurup “İşte bu kitabı mutlaka okumalısın. Bu kitap Meksika tarihini değiştiren en önemli olaylardan birini, ona tanıklık edenlerin sesiyle anlatır,” demişti.
Adrián’ın, Meksika tarihini değiştiren en önemli olaylardan biri olarak bahsettiği protestolar, 1968 yılında üniversite ve lise öğrencileri tarafından Gustavo Díaz Ordaz başkanlığındaki PRI hükümetine karşı başlatılmıştı. Öğrenciler ilk olarak 1968 yılının yaz aylarında, Meksika halkının her geçen gün artan yoksulluğuna çözüm bulmak yerine, Meksika’da düzenlenecek Olimpiyatlar için yüz elli milyon dolarlık bir bütçe ayıran PRI hükümetine karşı meydanlarda, üniversite kampüslerinde eylemler gerçekleştirmeye başlamışlardı. Meksikalı öğrencilerin eylemlerine gün geçtikçe işçiler ve başkent Mexico City’nin yoksul mahallelerinde yaşayan halk da destek olmaya başlamış, böylece eylemler sonbahar aylarında da devam etmişti. Ancak 2 Ekim 1968 tarihinde yaklaşık on bin üniversite ve lise öğrencisi, bir araya gelerek Plaza de las Tres Culturas meydanın Tlatelolco bölümünde toplandıklarında, o gün başlarına geleceklerden habersizlerdi. Devletin güvenlik güçleri eşi görülmemiş bir şiddetle onlara saldırmaya başladı. Hükümet olimpiyatların Meksika’da gerçekleşmesi konusunda kararlıydı ve olimpiyatlar için gelen yabancı basın mensuplarının öğrenci protestolarını görmemesi ve bilmemesi gerekiyordu.
Öğrenciler eylül ayı boyunca yabancı basın mensuplarının başkentte kaldıkları otellere giderek onlara ülkeyi kasıp kavuran yoksulluktan ve hükümetin yolsuzluklarından bahsediyorlardı. Ve anlattıkları bu Meksika, hükümetin uluslararası camiada göstermeye çalıştığı modern, gelişmiş Meksika imajına tamamen ters düşüyordu. Bu yüzden PRI hükümeti, büyük paralar harcayarak yaratmaya çalıştığı imajın daha fazla zedelenmesine izin vermemek için 2 Ekim akşamı protestoları tamamen durdurmaya karar verdi. Başkan Díaz Ordaz’dan emir alan Meksika ordusu ve polisi hükümetin politikalarına karşı seslerini çıkarmak için toplanan savunmasız binlerce öğrencinin üzerine ateş açtı, yüzlercesinin ölümüne ve yaralanmasına sebep oldu.
Adrián’ın bana verdiği kitabın yazarı Elena Poniatowska o sıralar yeni anne olan genç bir gazeteci ve yazardı. Bebeğini bırakamadığı için katliamın yaşandığı gece meydana gidememişti. Ancak katliamın ertesi günü sabahleyin meydana gidip öğrencilerden geriye kalan kanlar içindeki ayakkabıları ve hâlâ devam eden polis ablukasını görünce, hükümetin yaşanan tüm bu dehşetin üstünü kapamasına ve bu adaletsizliği unutturmasına elinden geldiğince engel olabilmek istedi. Bunun için de protestolara katılan öğrencilerin ve onlara karşı çıkanların da tanıklıklarına başvurarak Meksika tarihinin en önemli siyasi olaylarından birini anlattığı Tlatelolco Gecesi’ni yazdı.
Hükümet yanlısı anaakım medyanın sessizliğe büründüğü bir ortamda, Meksika halkını yaşananlardan haberdar etme cesaretini göstermek bir gazeteci olarak, hem de bir kadın gazeteci olarak hiç de azımsanacak şey değildi. (Ponaitowska bir röportajında o dönem Meksika’da bir kadının gazeteci olmasının toplum tarafından ayıplandığını, gazetelerde çalışan kadınların ahlakı bozuk olarak nitelendirildiğini söyler ve kadın gazetecilerin bir elin parmağını geçmediğini belirtir.) Poniatowska kitabının ilk baskısına protestoların ve katliam gecesinin fotoğraflarını koymak istediğinde, gazetede birlikte çalıştığı foto muhabiri dostları isimlerini gizli tutması şartıyla onunla işlerini paylaşmışlardı. Siyasi baskı nedeniyle otosansürün bu denli kuvvetli olduğu bir dönemde Elena Poniatowska 1971 yılında Tlatelolco Gecesi’ni büyük bir cesaretle yayınladı ve bu kitapla birlikte hem gazetecilik hem de yazarlık serüveni de radikal bir şekilde değişti.
19 Mayıs 1932 senesinde son Polonya kralı Stanislaw August Poniatowski’nin soyundan gelen bir baba ile Meksika Devrimi sırasında topraklarını kaybedip Paris’e kaçan Meksika aristokrasinin önde gelen ailelerinden birine mensup bir kadının çocuğu olarak Paris’te doğan Elena Poniatowska verdiği birçok röportajda, on yaşında annesi ve kardeşiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçmak için Meksika’ya geldiğinde hayatının geri kalanını geçireceği bu ülkeye dair neredeyse hiçbir şey bilmediğini ve çocukluğu boyunca Meksikalı annesiyle Fransızca konuştuğunu, hatta uzun süre annesinin Meksikalı olduğundan bile habersiz olduğunu belirtir. Meksika’yı ona tanıtan anneannesi ve Meksikalı bakıcısı olur. Poniatowska çocukluk günlerinden bahsederken İspanyolcayı başta bakıcısından sonra da sokaktaki insanları dinleyerek öğrendiğini anlatır. 21 yaşında Meksika’nın en eski ve en önemli gazetelerinden Excélsior’da yazmaya başlar. Meslek olarak gazeteciliği seçmesinin en önemli sebebi sokağa çıkmak, sokaktaki insanları duymak ve onları yazarak konuştukları dili öğrenmek böylelikle yaşadıkları Meksika’yı görmek ve anlamaktır.
Poniatowska bu şekilde kendinden beklenilenin aksine, sınıfının ayrıcalıklı dünyasının dışına çıkarak Meksika’da o dönemin siyaset ve kültür hayatında asla adı geçmeyenlerin, sesleri duyulmayanların sesini duyurmaya çalışır. Yazarın Tlatelolco Gecesi’nden sonra, beni en çok etkileyen kitabı, yüksek lisans yaptığım sırada üniversitenin kütüphanesinde bulduğum Hasta No Verte Jesús mío (Bir daha görüşene dek İsa’m) olmuştu. Bu kitapta Poniatowska, aylar boyunca her çarşamba günü öğleden sonra dört ile altı arası evine gidip konuştuğu Oaxacalı Jesusa Palancares’in (kitaptaki Jesusa karakterinin gerçek ismi Josefina Bórquez’dir; Poniatowska bu ismi değiştirir) hayatını anlatır. Jesusa, başkent Mexico City’nin gecekondu mahallelerinden birinde büyük bir yoksulluk içerisinde tek başına yaşar. Poniatowska, Jesusa’nın hayatını dinlerken zamanla onun Meksika Devrimi’ne katılan soldaderalardan (kadın askerlerden) biri olduğunu öğrenir.
Jesusa annesinin ölümünün ardından bir süre geçtikten sonra babasıyla birlikte otuz yıldan fazla süren Porfirio Díaz diktatörlüğüne karşı ayaklanan Pancho Villa, Emiliano Zapata ve Venustiano Carranza gibi devrimcilerin ordularıyla birlikte isyan hareketine katılmıştır. Poniatowska’ya göre Meksika Devrimi üzerine çalışan birçok tarihçi, devrim sırasında kadınların paha biçilmez rolünü unutur veya göz ardı eder; halbuki ona göre soldaderalar olmasa Meksika Devrimi’nin gerçekleşmesi mümkün değildir. Fakat Jesusa’nın devrimden sonraki hayatı, ne yazık ki devrimin köylülere, işçilere, tüm Meksikalı yoksullara vadettikleriyle tamamen çelişir. Jesusa başkentte yoksulluk içerisinde çoğu zaman emeği sömürülerek hayatta kalmak için birçok farklı işte çalışır. Devrim de devlet de onu unutmuştur. Poniatowska’nın Jesusa’yla olan dostluğundan doğan bu kitap bir anlamda Jesusa gibi Meksika’nın en yoksul şehirlerinden açlık ve işsizlikten dolayı başkente göç etmek zorunda kalan (Başkent Mexico City’ye olan ilk göç dalgası 1910’larda başlayıp 1920’li yılların sonuna dek sürmüştür) milyonlarca Meksikalı kadının her gün yaşadığı şiddeti, günlük yaşam mücadelelerini, iç dünyalarını dile getirir. Fakat Poniatowska bunu yaparken Jesusa’nın dilini asla kısıtlamaz ya da onu trajik bir anlatının içine de hapsetmez çünkü Jesusa korkusuzdur, ölüm döşeğinde rahibi yanından kovar, ona bakmaya gelen doktora bağırır, kimsenin ona acımasına müsaade etmez. Her şeye rağmen hayatı boyunca tüm gücüyle mücadele etmiştir.
Poniatowska, Jesusa’nın hikâyesinden sonra kadınları ve onların unutulan yaşamlarını anlatmaya romanlarla, birçok öyküyle ve gazete yazılarıyla devam eder. İlk olarak Rus ressam Angelina Beloff’un Diego Rivera’yla yaşadığı aşkı (Poniatowska bu romanını Beloff’un Rivera’ya yazmış olabileceğini düşündüğü mektuplar üzerinden kurgular) ve Rivera’nın ihanetini anlatır Querido Diego te abraza Quiela’yı (Sevgili Diego, Quila sana sarılıyor); ardından uzun süren bir araştırmanın sonucunda İtalyan fotoğrafçı Tina Modotti’nin hayatını konu alan Tinísima adlı romanını kaleme alır. Bu kitabı kısa öykülerini topladığı De noche vienes (Gece Gelirsin) adlı kitabı ve 1985 yılında başkent Mexico City’yi yerle bir eden depremi ve depremin ardından yaşananları tanıkların gözünden anlattığı Las voces del temblor (Depremin Sesleri) takip eder. Poniatowska 2011 yılında, İkinci Dünya Savaşı sırasında (1942 yılında) Meksika’ya kaçan İngiliz sürrealist ressam ve yazar Leonara Carrington’ın yaşamını anlattığı Leonara’yı yayınlar ve son olarak iki sene sonra da Meksika Devrimi’nde yer almış fakat adları çoktan unutulmuş kadınların yaşadıklarını anlattığı Las Indomitas’ı (Boyun Eğmeyenleri) yazar. Elena Poniatowska bugün sadece Meksika’nın değil tüm Latin Amerika’nın yaşayan en önemli yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Bu sene 19 Mayıs’ta 88 yaşına giren yazar, 2013 yılında İspanya’nın en prestijli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Premio Miguel de Cervantes’i kazanan dört kadın yazardan biri. Bugün hâlâ Mexico City’de La Bombilla parkına yakın San Ángel mahallesindeki evinde yeni yazılar yazmaya ve son romanı üzerinde çalışmaya devam ediyor.
ENGİNARIN KALBİ
Enginarlar evdeki herkesi büyüler: Onları yemek kutsal bir eylemdir. Büyük bir sessizlik içinde tadını çıkarırız, ilk önce onları agave bitkisine benzeten büyük, sert ve koyu yeşil yapraklarını yeriz, sonra merkeze doğru yaklaştıkça küçülen ve yumuşayan orta büyüklükteki yapraklarını, en sonunda da çiçeklerin narin taç yapraklarını andıran o küçük, ince yapraklarını. Enginarların yapraklarını ağzınıza atarken, her birini emerken ve o yumuşak dokularındaki yumuşaklığı dişlerinizle sıyırırken sohbet etmek çok zordur.
Merkeze yaklaşmak bir hazineyi keşfetmek gibidir; o beyaz incecik tüylerin koruduğu, bir Yunan amforası gibi zamanla içleri oyulmuş kalplerinin durduğu bir hazineyi. Acele etmemek gerekir, tüm bu süreç zaman alır; yaprakların her biri dairesel bir şekilde sıralanır, her birini tatmak gerekir çünkü hepsi bir öncekinden farklıdır ve acele etmeniz tüm o tatlardan oluşan gökkuşağını kaçırmanıza, o capcanlı okyanus yeşilini güneşin yavaş yavaş kuruttuğu bir deniz yosunu gibi söndürmenize neden olabilir.
Anneannem hepimizi enginar sevdalısı yapmıştı. Bu geleneğe annemle evlendiğinde babamı da dahil etmiş. Babam ise daha önceden enginarın ne olduğunu bile bilmiyormuş, annem ve anneanneme devedikeni yemediğini ileri sürmüş. Anneannem biz torunlarını çok küçük yaştan enginar yemeye alıştırdı. Haftada bir gün öğle vakti yemeğe enginarlarla başlardık. Otilia onları haşladıktan sonra suyunu iyice süzerek büyük bir tabakta servis ederdi ve yanlarında da iki sosluk getirirdi. Sosluklardan birinin içinde muslin diğerinde de sadece sirke olurdu. Bir defasında anneanneme, içinde doğranmış tatlı kırmızı biber, haşlanmış yumurta, taze çekilmiş karabiber, tuz, zeytinyağı ve sirkenin olduğu başka bir sos tarifi verilmişti fakat anneannem bu sosun bayağı olduğunu ve enginarın o güzelim tadını bastırdığını söylemişti. Bir kez de yemeğe davet edildiği bir evde, enginarlar sosla servis edilmiş, o da ev sahiplerini feci eleştirmişti: Enginarlar sosa bulanmaz, o zaman insan elini kirletmeden onları yiyemez demişti. Ama anneannem en korkuncunu, Palacioların evinde, Yolando Palacio’nun enginarın içine çatal bıçağını daldırıp tüm yapraklarını mahvedip kalbini delerek paramparça edişine tanık olduğunda yaşamıştı. Tabi ki de bu kadın enginar nasıl yenilir bilmiyordu. Zavallı aynı deniz kestanelerinde olduğu gibi enginarın da içinde mutlaka bir şey saklı olmalı diye düşünmüş ve bir bıçak darbesiyle yıkıma giden yolu seçmişti. Anneannem bu katliama dehşet içinde tanık olmuş ve bir daha asla onların yemek davetlerini kabul etmemişti. Palaciolar “enginar yemesini bilmeyenler” olarak etiketlenmişti.
Enginarlar bazen çok yaşlı, tarihöncesinden kalmış görünürler, bazen de tabakta adeta oynar dururlar; kalpleri, Mazahua kadınlarının giydiği fırfırlı etekler gibi kat kat jüponları andıran yaprakların arasında dans eder. Enginarlar aslında çiçek açar fakat yapraklarını çiçek açmadan önce yemek gerekir çünkü sonrasında sertleşirler. Yaşamlarının son evresi olan bu çiçekler onları öldürür. Kalbine geldiğinizde ona zarar vermemek için büyük bir maharetle hareket etmeniz gerekir.
Anneannem, 22 milyon nüfuslu Mexico City’de enginarları doğru bir şekilde yemesini bilen tek evin bizimkisi olduğu sonucuna varmıştı.
Enginar yeme ritüeli kaşığı tabağımızın altına yerleştirerek başlar. Bu şekilde tabağı yana doğru yatırmış oluruz ve böylelikle de sos büyük bir özenle emeceğimiz enginar yapraklarının uçlarını batırabilmemiz için tek bir yerde toplanmış olur. Bunu yapmak için gereğinden fazla zaman harcarız ve eğer o gün yemeğe bir misafirimiz gelmişse meraklı bakışlarıyla bizi dikkatle inceler. Tabağımızdaki tüm yapraklar bitince de su içeriz:
“Enginar yedikten sonra içilen su çok lezzetli,” der anneannem. Biz de onu onaylarız. Su boğazımızdan kayıp giderken içimizdeki hazzı uyandırır.
Kardeşlerim arasında Estela en yavaşıdır. Yaprakların ucunu yedikten sonra hepsini tam anlamıyla paramparça edip tabağının kenarına koyana dek her birini teker teker bir daha emer. Yapraklar artık iyice pörsümüş, paçavraya dönmüştür. Estela çok kurnaz olduğu için asla küçük kardeşimiz Manuelito’ya yapraklarından vermez çünkü tabağında hiçbir zaman bir şey bırakmaz. Efrén ise çok acelecidir; enginarın yeşil kalbini bir lokmada midesine indiren, tabağını da tertemiz bırakıncaya dek sirke veya muslin sosunun tamamını ekmeğiyle iyice sıyıran ilk o olur hep. Anneannem ona “Enginar böyle yenmez,” der, fakat o sırada hepimiz önümüzdeki enginarın yapraklarını çıkarmakla uğraştığımızdan Efrén’in bu davranışını pek önemsemeyiz. Kız kardeşim Sandra ise o kadar çok konuşur ki sürekli dikkati dağılır ve çoğu kez enginarın yaprağını ağzına götürmek üzere elinde bekletir. Bu beni çok sinirlendirir çünkü havada asılı kalan zavallı enginar yaprağı, atlarken salıncağını tutamayan akrobatları andırır (bu durumda salıncak kardeşimin damağıdır). Sandra’nın yaprakları hiç önemsememesi beni çok rahatsız eder. Onun güzelim enginarları hak etmediğini düşünürüm ve bana kalsa onun payına düşen yaprakların hepsini büyük bir zevkle kendime ayırırdım. Yemek sırasında hepimize bir tane büyük enginar düşer, küçükleri paellaya koyarlar ve anneanneme göre bunlara enginar bile denmez.
Her birimiz enginarlarımızla oldukça kişisel bir ilişki kurarız. Anneannem sandalyesine düzgün bir şekilde oturarak, bacaklarını hafifçe aralayıp adeta görünmez bir füniküler hattından sorumlu bir makinist gibi, enginar yaprağını tabağından alıp büyük bir dikkatle ağzına götürür ve sonrasında onu kuyuya düşen bir taş gibi dosdoğru tabağına indirir. Tüm bu kusursuz hareketleriyle Newton’a saygı duruşunda bulunur. Havada çizdiği bu geometrik şeklin üzerinden otuz defa geçer, çünkü bu kadar yaprağı olan kocaman enginarlar vardır. Onları büyük bir saygıyla ya da benim anlamadığım bir tavırla yer, çünkü yaprakları ağzına götürüp emerken gözlerini kapatır ve azıcık sos kalmış olma ihtimalini düşünerek katlanmış peçeteyi sürekli dudaklarının kenarına götürür. Kaşlarını çatarak, aynı küçük bir kızken Latince derslerine gösterdiği dikkatle (ailede Latince bilen tek kişidir) yer enginar yapraklarını. Ve elindeki enginarla güzel gözükür. Enginar yaprağı, anneannemin endamıyla uyumlu, tam olması gereken büyüklüktedir.
Buna karşılık babam ve enginar uyuşmaz. Babam iki metre boyunda dev gibi bir adamdır. Alnı parlar (yaklaşıp silmek isterim ama boyum yetmez), yemek odasının loş ortamını adeta gölgede bırakır. Alışkanlıktan her zaman renkli ekoseli gömlekler giyer. Enginar yaprağı tam göğsünün üzerindeyken birden gözden kaybolur, gömleğinin yeşilinde mi yoksa sarısında mı olduğunu ve onu tutmaya devam edip etmediğini asla bilemem çünkü kıllı elleri onu tamamen kapatır. Enginarın gözükebilmesi için arka planın natürel tonlarda, aynı anneannemin kıyafetleri gibi ya da düz beyaz olması gerekir. Bu yüzden babam asla Enginar yiyen adam resmi için iyi bir model olamaz çünkü ressam resmini yaparken enginarın nerede durduğunu şaşırabilir.
Babam enginarın yapraklarını dişleriyle iyice kemirdikten sonra onları, aynı ofisindeki dosyaları arşivlediği gibi tabağında biriktirir. Her bir yaprak yığını mükemmel, dümdüz bir şekilde durur ve benimkiler yaprakları koparılmış bir gül gibi her yere saçıldığı için onunkilerin bu dengeli duruşunu çok kıskanırım.
Annem ise daha rahattır. Enginar yapraklarını gülüşmeler arasında yer. Çok sigara içer, anneannem sigara içmenin tat alma duyumuza zarar vermesinin yanı sıra görgü kurallarına da uymadığını söyler. Daha önceden annem diğer herkes gibi tabağındaki enginarı bitirince büyük bir keyifle su içerdi fakat şimdi kim bilir belki de psikanalistinin önerisiyle bir bardak kırmızı şarap içiyor. Bunu ilk yaptığında anneannem onu “Bu şarap diğer tüm tatları öldürür,” diyerek azarladı fakat annem sigarasını yakmak için bir kibrit çaktı ve anneannemin de pes etmesi gerekti.
Bir öğlen vakti tam enginar yeme ritüelimizin ortasında babam tabağındaki enginar yapraklarını bitiren ilk kişi oldu ve hepimize büyük bir ciddiyetle, sesi tabağındaki enginar yaprağı yığının üstünde titreyerek, “Size bir şey söylemem gerekiyor,” dedi.
Sandra elindeki yaprakla bir papağan gibi gevezelik etmeye bir türlü ara vermediği için babam bir kez daha fakat bu sefer daha donuk bir ses tonuyla tekrar etti:
“Size şunu söylemek istiyorum…”
Az önce elinde tuttuğu yaprakla sözü babama veren Sandra bu sefer, “Ne baba ne?” diyerek onu konuşması için yüreklendirdi.
“Annenizden ayrılıyorum.”
O an Manuelito sandalyesinden kalktı ve babama yaklaştı:
“Bana enginarının yapraklarından birini verir misin?” diye sordu
“Hiç kalmadı oğlum,” dedi babam.
Bu sırada annem tabağındaki enginarın kalbine bakıyor, anneannem de gözlerini tabağından ayırmıyordu.
“Annenizin zaten haberi var,” dedi babam.
Bunun üzerine annem, “Ama bunu tam masaya oturmuş enginar yerken söylemeni hiç beklemiyordum Julián…” diyerek karşılık verdi.
Anneannem ise, “Bunun sırası olmadığını düşünüyorum,” diye mırıldandı ve su dolu bardağı dudaklarına götürdü.
Sonra annem yeniden, “Çocuklar daha enginarın kalbine bile gelmediler,” diyerek sitem etti.
Babam evi terk ettiğinin ertesi günü evlendi, bu da anneannemin ölümünden neredeyse iki yıl sonraydı. Annemin tuhaf bir karaciğer hastalığı var, iyileşmesi için içinde enginar özü olan ilaçlar veriyorum ona. Hâlâ fabrika bacası misali sigarasını tüttürüyor. Ben de geceleri dolan kül tablalarını bahçedeki saksıya boşaltıyorum. Küllerin doğaya iyi geldiğini, bitkileri canlandırıp dinçleştirdiğini söylüyorlar fakat annemi dinçleştirmediği kesin.
Düşündüğünüzün aksine annem ile ben enginarı yemeklerimizden asla çıkarmadık; gerçi annem yaşadığı bu hayatın, tüm yapraklarını söküp attığını ve kalbini korumasız bir şekilde ortada bıraktığını söyleyip duruyor. Benim için bugün hâlâ enginar yapraklarını emmek büyük bir keşif. Ve eskiden olduğu gibi hâlâ beklenti içindeyim: Acaba enginarın kalbi büyük olacak mı? Acaba hâlâ taze ve sulu mudur? Tüm bu sorgulamalarımın amacı küçük bir kızken kırılan umutlarımın olduğu yere ulaşmak, yavaş yavaş ve sürekli olarak enginarın kalbine yaklaşmak. Bir adamı çok sevdim ve sanırım o sırada mutluydum çünkü hâlâ onu sevmeye devam ediyorum. Sonra başkalarını da sevdim ama asla onu sevdiğim gibi değil. Bedenim bir daha asla onun yanında olduğum zamanlardaki gibi şarkılar söylemedi. Ve aslına bakarsanız ondan sonraki tüm o adamları, her birinde ondan parçalar bulduğum için sevdim. Bir kafede oturduğumuzda onun yanındayken tüm derim alev alev yanar, bütün gözeneklerim aynı yürüdüğümüz caddeler gibi açılırdı. Bana sarıldığında omuzlarıma dokunan o kolları ne harikaydı. Nasıl da sabırsızlıkla beklerdim buluşmalarımızı. Ona karşı hissettiğim tutku tüm vücudumu titretirdi. Bana yaşadığımız bu aşkın tekrarı olmadığını söylerdi.
Bir sabah günün ilk ışıklarıyla dağılan çarşafların arasından hâlâ haz ve uykuyla sarhoş olan yüzüme doğru uzanıp sessizce, “İki ay oldu, karım ve çocuklarım yakında tatilden dönecekler,” dedi.
Odanın sanki karardığını ve tüm karanlığının üzerime çöktüğünü hissettim. Bana sarıldı.
“Böyle yapma. İkimiz de bunun çok uzun sürmeyeceğini biliyorduk,” dedi.
Ağlamaya başladım.
O da bunun üzerine enginar kalbime değindi; işteki herkesin enginar kadar yumuşak kalpli olduğumu söylediğini, bir de her şeyi çok ciddiye aldığımı düşündüğünü söyledi.
Bir daha görüşmedik.
Otilio öldü, annem ile ben onun ölümüne çok üzüldük çünkü bir daha asla onun kadar iyi bir aşçımız olmadı. Haftanın bir günü enginar yeme geleneğimiz hayatımızın son yıllarına damgasını vurdu. Muslin sosla veya sirkeyle ıslattığımız ilk yaprakları yemek bugün hâlâ büyük bir keyif; bize güç veriyor ancak artık enginarın ortasına geldiğimizde, aynı şekilde yaprakları çıkarırken annem ve ben birbirimize bakıyoruz. Bakışlarını benden ayırmıyor ben de ona uzun uzun aynı şekilde bakmaya devam ediyorum. Bütün gücünü ve enerjisini bakışlarıyla gözlerime yoğunlaştırıyor. Bana bir şey söylemek istiyor ama buna izin vermiyorum. Bana söyleyeceği sözcüklerle tek başıma kalmaktan korkuyorum. Hayatımdan, sahip olduğum tek hayattan bahsedeceğini hissediyorum ya da belki de enginarlardan…
Elena Poniatowska
İspanyolca aslından Türkçeye çeviren Sena Akalın
Editör: Esra Kökkılıç