Ocak ayında İletişim Yayınları’ndan yeni bir kitap çıktı: Aksu Bora ve Emel Uzun Avci’nin derlediği Hafif Kahramanlar. Arka kapağında “Elinizdeki kitap, feminist eleştirinin hafif romanlara doğru genişletildiğinde, hafif kahramanlara böyle kulak verildiğinde neler dinleyebileceğimizi yoklayan yazılardan oluşuyor” yazan kitapta Ayşe Çavdar, Behçet Çelik, Sezen Ünlüönen gibi yazarlar Çalıkuşu Feride’den, Bülbül Yuvası’ndaki Nerime’ye, Miss Marple ve son dönemin popüler kadın dedektifi Yıldız Alatan’dan Küçük Kadınlar’ın Jo March’ına pek çok kadın kahramanı bugünün bağlamıyla ele alıyor. Aksu Bora kitabın sunuş söyleşisinde bu kadınların bazen yazarların, bazen türün konvansiyonlarının elinden kaçıverdiklerini ve istedikleri kadar “hafif” olsunlar, tam da bu yüzden bahsedilmeye değer olduklarını söylüyor. Aksu Bora ve Emel Uzun Avci’yle kitap ve kitapta geçen kadınlarla ilgili sohbet ettik.
Nasılsınız bugünlerde?
Aksu: İnsanın kendinden, nasıl olduğundan bahsetmeye utanacağı bir zaman, değil mi? Bütün o normalleşme, şifa bulma falan laflarından da pek bir şey anlamıyorum, bir kenara büzülüp kalmış gibiyim ben. Deprem bölgesine gitmiş olsaydım muhtemelen daha iyi olurdum, böyle kenarda büzülünce, üzüntüye ağır bir suçluluk da ekleniyor, saçmasapan bir şey.
Sen “Bu söyleşiyi yapalım” dediğinde de biraz böyle oldu, hafiflikten, hafif kahramanlardan, kitaplardan falan bahsetmek ayıpmış gibi… Ama bir yandan da pandemiden beri ilk kez kitapların içine düştüm. Büzüldüğüm yerde durmadan okuyorum. Böyle yani.
Emel: Bu günlerde ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim ben de galiba. İyiyim demek ayıp, iyi hissetmek zor. Ne zaman azıcık iyi hissedecek olsam zihnim deprem görüntülerini, dinlediğimiz sesleri getirip önüme koyuyor. Sürekli bir yutkunma haliyle tutunmaya çalışmak galiba ahvalim.
Aksu Hoca büzüşmek demiş… Ben daha ziyade bir tepeye tırmanırken küçük taşlara tutunmuş, orada asılı kalmış gibi hissediyorum. Aşağı baksam düşeceğim, yukarı çıkmaya zaten halim yok. Öyle kayanın birine tutunmuş kalmış gibi hissediyorum. Neyi beklediğim de belli değil. Bir sor bin ah işit de bu galiba! :)
O zaman biraz kitaptan bahsedelim. “Hafif kahramanlar” kimdir? Neden bu kahramanlara “hafif” diyoruz?
Emel: Öncelikle belirtmek isterim ki bu ifade Aksu Hoca’ya ait. İlk kullandığında artık kitap projesi somutlaşmıştı ve yazarlarla haberleşme aşamasındaydık. Bu kitabın temelde ne üzerine olacağı meselesini anlatırken kullanmıştı ve çok açıklayıcı olduğunu düşünmüştüm ben. Kitabın tüm fikrini açıklayan bir kod gibi gelmişti bana.
Şöyle ki, bizim “hafif kahramanlar” dediğimiz edebiyat kişileri, esasında yüksek edebiyat diye tanımlayamayacağımız, edebiyat kanonlarına dahil olamamış, romans, gotik, bilimkurgu, polisiye gibi popüler türlerin ünlü kadın kahramanları. Dolayısıyla, hafiflik ile kastettiğimiz şey kahramanların hafifliklerinden çok, popüler edebiyat evrenine dair bir tamlama.
Yüksek edebiyatın bin bir detayla boyutlandırarak yarattığı “karakter”inin yanında daha basit, şablonlara bağlı olarak sürekli yeniden üretilmeye uygun, kolay tüketilir, hafif, portable “sosyal tip”leri arasındaki farkı ifade etmeye çalışıyoruz bir taraftan da.
Bu kitap fikrinin başından beri popüler edebiyat türlerinin konvansiyonları, sınırları, şablonları vb. içerisinde cinsiyet ilişkilerinin nasıl kurulduğu üzerine konuştuk biz. Sonra sorunun kapsamını daraltarak, daha doğrusu baktığımız alanı biraz daha belirgin hale getirerek meseleyi kadın kahramanlar üzerinden anlamayı denedik. Öyle olunca da bu kahramanlar popüler edebiyat evrenini aştı ve Ursula’nın Tehanu’suna, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu Feride’sine, Gülsüm’üne kadar uzandı. Tehanu’ya hafif kahraman demek öyle kolay değil elbette. Ama bu kadınlar da kendi edebi evrenlerinin duvarlarını aşmış, türler arasındaki sınırları ihlal etmiş kadınlardı. Yazarının elinden kaçmış Feride’nin bu kadar kurucu bir arketipe dönüşmüş olması onu da yeniden ve yeniden üretilen bir şablon haline getiriyor. Feride’nin de tıpkı Miss Marple gibi versiyonları var. Ayşe Çavdar Huzur Sokağı’nın Feyza’sı ile Çalıkuşu Feride’nin bir yerlerden tanış olduğunu bu sayede iddia ediyor yazısında.
Aksu: “Portable” iyiymiş yalnız! :)
Kitaptaki yazarların ele aldığı roman kahramanlarının yolculuğu ve vardıkları nokta, nasıl bir kadın olduklarında, “kadınlık”ta düğümleniyor aslında. Bu kadınlar genel geçer kadınlık fikrinin dışına çıktıkları için bahsetmeye değer kahramanlara dönüşüyorlar. Peki ya türlere özel makbul kadınlıklar var mı? Örneğin romansla polisiye kadınları arasında “temel” diyebileceğimiz ayrımlar var mı, yoksa orada da yüzer gezerlikler mi söz konusu?
Aksu: Hepsi değil. Bazen Feride gibi, yeni bir kadınlık idealinin kurucusu oluyorlar; bazen de Nerime gibi, bu ideali bir genel geçer kadınlık formuna sokuyorlar (bir anlamda, “olurunu söylüyor”lar!).
İlle de kahramanın yolculuğundan bahsedeceksek, kadınlarınki, erkeklerin yolculuğundan farklı olarak, genişine değil de derinine doğru sanırım.
Genel geçer kadınlık fikrinin ne olduğunu, en çok popüler kültür ürünlerinden öğreniriz, değil mi? Onun ne olduğunu ve ne yana doğru evrildiğini. Genel geçerlikle popülerlik arasında yakın bir ilişki olduğu için bu böyledir. Popüler kültür ürünlerinin ortak fantezilerimizi, korkularımızı ve umutlarımızı berrak bir şekilde göstermesinden. Hafif kahramanları bakmaya değer kılan, bence bu nitelikleri. Başka nerede bulabiliriz büyük harfli Kadın’ı bu kadar somut ilişkiler içinde tecessüm etmiş olarak?
Popüler türlerin kurdukları farklı dünyalar, bu dünyaların farklı kurucu uzlaşımları var tabii. Ama bence farklı kadınlıklar görmüyoruz buralarda da o genel geçer kadınlığın farklı bağlamlarda nasıl cisimleştiğini görüyoruz. Bir aşk romanının kadın karakteri neredeyse hep (ama hep değil!) çok gençken, polisiyeninkinde neredeyse hep (ama hep değil!) o kadar genç olmaması mesela, bize bir şey söylüyor: Romans mutlu sonla (yani evlilikle) bitecekse, kızın genç olması lazım ama cinayet çözülecekse, kadın detektifin cazibesinden çok, güvenilirliği önemli. Yahut fantastik romanda gemisine binip uzayın derinliklerine açılan erkek kahramandan farklı olarak, “çorbalar ve büyüler” yaptığını görüyoruz; yine değişmez bir kadınlık fikrine sıkı sıkıya bağlıymışız gibi ama onu başka bir şeye, gündelikten beslenen güçlü bir büyücüye dönüştürüyoruz.
Bizi ilgilendiren meselelerden biri, işte o kurucu uzlaşımların, yani türlerin yarattıkları dünyaların ve cinsiyet ilişkileri bağlamının nasıl dönüştüğü. Neslihan Cangöz kitaptaki yazısında, Emily Bronte’nin Gotik romanın konvansiyonlarını nasıl bozduğunu tartışıyor mesela, Uğultulu Tepeler’in Catherine Earnshaw’unun bu sınırları nasıl zorladığını ve fakat onlara yenik düştüğünü. Bu hikâyeyi genel geçer kadınlığın zaferi olarak okumak da mümkün, Neslihan’ın yaptığı gibi, hikâyenin diğer iki kadın kahramanıyla genişletip başka bir anlam dünyasına yerleştirmek de.
Peki, kitapta ele aldığınız kahramanlarla, okur olarak nasıl bir kişisel bağ kuruyorsunuz? Kendinizi Nerime’yle hayalinizde konuşurken buluyor musunuz mesela, Aksu Hocam? Veya Yıldız Alatan’a yer yer sinir olduğunuz oldu mu, Emel Hocam? Kurduğunuz bu ilişkinin kadınlıkla da bir ilişkisi var mı?
Aksu: Ha ha, yok vallahi, Nerime’yle konuşmadım hiç; zaten biraz iç sıkıcı bir kız o. Hatta epey pasif agresif olduğundan şüpheleniyorum. İnsan o kadar içine atınca ne olur, içerleye içerleye kara deliğe dönersin alimallah! Yok, istemem onu.
Hafif kahramanlardan hangisiyle konuşmayı isterdin dersen, Jo March derim! Tabii Feride de. Ama ikisi çok benzemiyorlar mı zaten? Neşe, merak, gurur, merhamet, cesaret… İkisinin de hoşsohbet olacağını tahmin ediyorum. Jo baştan biraz somurtur belki ama açılır sonra. Laurie ile evlenmediğine pişman olup olmadığını anlamaya çalışırdım ama açıktan sormaya çekinirdim herhalde.
E tabii vardır kadınlıkla ilişkisi bunun. Jo March, bizim kuşaktan (ve öncekilerden ve sonrakilerden) pek çok kadın gibi benim için de kendimi bulma maceramın önemli bir parçasıdır. Ben onun hikâyesinin aileden ayrılıp kendi yolunu çizme kısmını sevdiğimi düşünürdüm, sonra fark ettim ki, içim titreyerek hatırladığım sahne hep aynı: hep birlikte pikniğe gittikleri, Beth’in elişi, Amy’nin resim yaptığı, Meg’in dikiş diktiği, Laurie’nin sonradan katılıp onlara sesli kitap okuduğu ışıklı an. Bundan birtakım sonuçlar çıkarıyorum elbette!
Emel: O piknik sahnesinin donmuş bir görüntüsü ne çok şey düşündürüyor ve hissettiriyor gerçekten! Mutlu olmak için, neşelenmek için, ısınmak için o görüntünün içine girme ve bir köşeye ilişme hissi yaratıyor.
Hafif kahramanlarla ben de konuşmadım. Hepsi de öyle bir yakınlık hissi yaratmıyor zaten. Ama özel kadınlar onlar. İçinde bulundukları dünyaların genel normlarına bir sürü açıdan son derece uygunlar. O sayede kabul de görmüşler. Ancak bir taraftan da onları özel kılan uyumsuzlukları var ve bu sayede edebi tür konvansiyonlarının içinden, yani bir sürü benzerleri arasından sıyrılmayı başarmışlar.
Bir de çok çekici kadınlar elbette! Dolayısıyla onlarla tanışmaktan çok, belli bir mesafeden durup hareketlerini izleme isteği yaratıyorlar bence. O mesafe zaman zaman epey daralabiliyor bu türlerde. Yer yer özdeşlik kurulabilen bazen de öykünülen tipler. Feride’yi çok iyi tanıdığımızı düşünüyoruz. Ama yine de kendimizi onunla konuşurken bulabileceğimiz kadar yakından da tanımıyoruz. O kadar öngörülebilir tipler olduklarını düşünmediğim için söylüyorum bunu.
Kitapta bahsi geçen tüm hafif kahramanlardan farklı olarak Yıldız Alatan başka bir yakınlık hissi yaratıyor bence. Onunla tanışmak zaten çok mümkünmüş gibi hissettirdiği için galiba. Kozlu’da Lojman mahallesine gitsek onu orada bulurmuşuz gibi geliyor. O yüzden onunla komşu olmak isterdim diyorum her fırsatta. Çok eğlenirdik bence :)
Aksu: Şöyle truvakar kollu yazlık bir elbise dikerdi bir yandan laflarken!
Villa Şakayık’ta (s. 319) Yıldız Alatan’ın şöyle bir sözü var cinayeti çözdükten sonra: “Neticede, kadınlar çamaşır asıp ütü yapıp barbunya ayıklarken de gayet güzel cinayet çözebilir. Hatta tatil yaparken bile.” Ben zaten bir tür olarak polisiyenin erkek elinde olmasına çok hayıflanıyorum. Erkekten iyi dedektif olamayacağını düşünüyorum, çünkü gündelik hayatın gıldırgıcığına hâkim değiller, dolayısıyla izini de iyi süremezler gibi geliyor. Ama bir şekilde türü ele geçirmişler, edebiyatta veya diğer kurgularda sürekli ÇOK AKILLI erkek dedektif izliyoruz. Halbuki “detect” işi sadece akılla olacak şey değil, neyin izini süreceğinizi de bilmeniz gerekiyor. Yani Yıldız Alatan’ın lafını “bunlara rağmen”den “tam da bu yüzden cinayet çözebilirler” olarak değiştirmek isterdim. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?
Emel: Erkeklerin türü ele geçirmelerine pek de gerek yokmuş aslında. Tür zaten onların üzerine yapılmış daha en başta. Bülent Somay “‘Anlat Azizim Engels! Bir Tarih Yazımı Metaforu Olarak Polisiye” adlı yazısında iki tip dedektif var diyor. “Delil toplayanlar”ın piri olarak Sherlock, “akıl yürütenler”in sembolü olarak da Poirot’tan bahsediyor bu tasnifte. Ancak sonuçta polisiyenin dedektifi, akıl yürüterek tümevarsa da delil toplayarak büyük resmin parçalarını bir araya getiren tümdengelimci bir yol izlese de bunlar akılla ilgili şeyler. Bu kadar akıl, akıl yürütme vb. kavramlar etrafında örülmüş bir anlatı şablonu olarak polisiye içinde elbette kadınlar birtakım değişiklikler ile yer alabiliyorlar. Kurban olarak zaten türün hep içindelerdi kadınlar. Ya da katil olarak. Ama dedektif olabilmeleri için önce “icracı” yardımcı dedektifler olmaları gerekti. Elbette Miss Marple’a kadar!
Agatha Christie, Miss Marple’ı yazarken tam da senin düşündüğün gibi düşünmüş olmalı. Kadınların pekâlâ bu gizem çözme işlerini erkeklerden daha iyi yapabileceğini göstermek istemiş. O sebeple olsa gerek, bir türlü erkek dedektif ve polislerin göremediğini gören ve bu kurumlar karşısında yavaş yavaş saygınlık edinen bir yaşlı kız kurusu dedektif yaratmış. Kadın bir dedektif yaratırken, her şeyi gören, hatta gördüğü nesneyi parçalayıp, arkasında gizli olanı görme gücüne sahip erkek bakışına bir de kadının gücü diye bileceğimiz “sezgi” ve “merak”ı da eklemiş. Bunlar gönül rahatlığı ile kadına atfedilebilecek nitelikler sonuçta.
Kitapta da biraz bahsetmiştim. Polisiyenin dedektifini kadın olarak hayal ederken sadece sezgisi kuvvetli bir kadın temsili de yetmiyor esasında. Kadın, ama özellikle yaşlı kadın, yani geniş bir hayat deneyimine sahip, yaşadığı toplumun duygu ve eylemlerini okuyabilme yetisine sahip kadınlar pekâlâ dedektif olabilecek yeteneklere sahipmiş gibi görünebiliyor. Özellikle altı çizilen şu ki kadınların “varoluşun önemsizliğine aşinalıkları” onları ayrıntıları, erkek gözünün yakalamayacağı şeyleri yakalayabilen bir yetkinliğe eriştiriyor. Ama şöyle bir sıkıntı var ki bu kadınların dedektiflik becerileri içinde yaşadıkları küçük topluluklara dair engin bilgileri ile öyle sıkı örülmüş ki, bu da ancak o çok iyi tanıdıkları alanlarda cinayet çözebilir şeyler olarak temsil edilmelerine neden oluyor. Elbette seyahatlere çıkıyor, tanımadıkları yerlerde işlenen cinayetlerin de peşine düşünüyor bu kadınlar ancak yine de bir tür yerel dedektif gibiler. Tam da senin soruda sıraladığın niteliklerin kullanılabileceği dar alanlarda tutuluyor bu kadınlar polisiye romanda.
Bir de kadınların gündelik hayatların parçalılığı ile ilgili sorunlar çıkıyor ortaya esasında. Elbette kadınlar pekâlâ erkekler kadar ve hatta onlardan daha iyi dedektifler olabilirler. Ama amatör dedektifler aleminde gündelik hayatlar öyle parçalı ki, öyle ipuçlarının peşine takılıp günlerce oradan oraya koşturabilecekleri serüvenler de pek mümkün olamıyor. İlgilenmeleri gereken hayatları, büyütmeleri gereken bebekleri, bakım verdikleri aile büyükleri onları arabalarda sabahlayan, katil kovalayan dedektif mitinden uzak mekânlara yerleştiriyor. Tüm bunları yapan kadın dedektifleri de Miss Marple kadar seviyor muyuz emin değilim zaten…
Aksu: Arabasının arkasında içinde “küçük siyah elbise” olan çantasıyla hep yollardaki Kinsey’i unutmayalım! Ben ona bayılırdım. Sue Grafton’un kahramanı Kinsey Millhone. Alfabe serisi: Ateş’in A’sı, Baskın’ın B’si diye gider. Poirot da Sherlock da başka bir zamanın detektifleri; aslında Miss Marple da. Sonrakilerde erkek detektifler kendilerini içkiye vurdular (Harry Hole!), kadınlar ise yollara. Val McDermid’in Kate Brannigan’ını düşünün! Polisiyenin konvansiyonları da değişiyor tabii, belki en çok onunkiler.
Çalıkuşu Feride’den bahsetmesek olmaz. Çalıkuşu zihnimde Aydan Şener ve ona “hişt hişt” diye seslenen korkutucu kadınla özdeşleşiyor hep. Ben Feride’ye özeniyorum, o dönemde hem kadın hem de şehirli elitlerden biri olarak başını alıp Anadolu’ya gitmesi bana cesurca geliyor, şu an bile yapması cesurca bir hareket. Siz de Feride Kâmran’a döndüğü için Ayşe Çavdar gibi Reşat Nuri’ye bozuk musunuz? Yoksa bunu kahramanın eve dönmesi olarak mı okuyorsunuz? Feride neden bu kadar güçlü bir arketip?
Aksu: Yok, ben Feride’ye bozuk değilim. Bununla ilgili Sezen Ünlüönen’in güzel bir yazısı var.Diyor ki, “Genç bir kadının arzu nesnesi olarak gözüne kestirdiği bir adamı (ki Kâmran’ın roman boyunca öne çıkan tek meziyeti çok yakışıklı oluşudur) on senelik bir macera sonunda elde etmesi, akıllanıp uslanıp hatasından dönmemesi, efendi bir adamla makul ve cici bir yuva kurmak yerine emeline nail olmasında ben son tahlilde kırılıp söndürülmüş bir kadın değil, bilakis bir özgürleştirici bir yan görüyorum.” Böyle de düşünebiliriz, değil mi? Kâmran’ı istedi ve arzusundan vazgeçmedi.
Emel: Feride’ye nasıl bozulur insan! En fazla, onun adına buruk olabilirim bir miktar. Ayşe Çavdar da yazısında Feride’ye değil, Reşat Nuri’ye bozuk esasında, öyle değil mi? Feride belki kahramanın yolculuğu döngüsü gereği Kâmran’la evlenmek üzere eve geri döndü ama bugün edebiyatta, popüler kültürde bize Feride’yi anımsatan kadınlar pek de öyle eve falan dönmüyorlar. Burs bulup yurt dışına okumaya gidiyorlar örneğin.
Feride’yi bence bu kadar güçlü yapan şey neşesi. Sezen Ünlüönen yazısında onun “her şeye güler yüzle göğüs germe gücü”nden ve bu sayede “her zaman şartlarını aşabilen bir karakter” olarak ortaya çıkmasından bahsediyor. Onun en temel özelliklerinden biri bence de bu. Bir çocuğun yaşayabileceği en ağır duyguları anne ve babasını kaybettiğinde zaten yaşamış biri Feride. O hüznüne de şahit oluyoruz. Ama sonra o neşesi ve haylazlığı ile bizim moralimizi yükseltiyor birkaç sayfa içinde. Neşe onun için bir tür direniş biçimi gibi geliyor. Onu dışarıya karşı koruyan bir örtü gibi. Aynı zamanda onu hayata bağlayan ve içinden fışkıran doğal gücü.
Spinoza neşeyi birinin etkileme ve etkilenebilme gücünün artışı olarak tanımlıyor. Mutluluktan daha fazlası. Daha karmaşık, başka duyguları da içinde barındıran ve insanları, ilişkileri dönüştüren bir şey. Bulaşıcı da bir şey. Feride’nin bulunduğu ortamı dönüştüren neşesi, muzipliği gibi. Sadece kahramanlık döngülerinde nereden nereye gittiği değil, o yolda yürürken okuyucuya ne hissettirdiği ile de ilgili gücü. Bir kadın hikâyesinde kahramanın yaydığı temel duygunun neşe olduğu çok fazla hikâye bilmiyoruz bence.
Hafif kahraman kategorisine girer mi bilmiyorum ama sanırım benim “hafif” olduğu için tüketircesine okuduğum bir dizi de Pucca’nın günlükleri oldu. Bu anlamda – sonradan kitapları basılan – bazı kadın blog yazarlarının da benzer bir etkiyi yarattığını söyleyebilir miyiz? Belki de neoliberal çağın “mükemmel kadın” imajı ve bu imajın yarattığı baskıyla ilgili bazı kırılmalara ve rahatlamalara yol açtı buna benzer diziler. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aksu: Pucca çok iyi bildiğim biri değil. Sadece Küçük Aptalın Büyük Dünyası’nı çıktığında okuyup çok sıkılmıştım. Burada kuşak meselesi devreye giriyor galiba! Kendisini bir tür Bridget Jones olarak gördüğünü söylemişti, Bridget Jones çok komik (ve kurgu) bir karakterdir, onunla hemdert olduğumuzda bile bir mesafe kalır aramızda. Pucca tarzı o mesafeyi sevmiyor, daha içli dışlı bir şey (buradan derdo feminizme doğru açılırım ama size de yazık! İçlilikle içli dışlılık arasında bir bağ var galiba, şimdi fark ettim!).
Bloglar, vloglar ve şimdi daha çok Instagram yoluyla tanıdığımız bu hafif kahramanların bizim kitaptakilerden epey farkı olduklarını sanıyorum. Birinde kurgu bir kahraman (dolayısıyla bir yazar ve bir de kahraman) var; diğerinde yazarla kahraman aynı. İkincisinin daha “gerçek” olmasından değil; persona ile kahraman arasındaki farkla ilgili (insanın kendine referans vermesinde illet bir taraf var ama şunu da şuraya koymazsam içimde kalır :) O personaya bizi inandırması için kendisinin de inanması lazım ve bu çok tüketici bir şey olabilir. Yazarların kahramanlarıyla ilişkileri de çok karmaşık olabilir ama sonuç olarak kendisini ayırt edebileceği bir kimliği (yazar) vardır (“Madam Bovary benim” dediğinde Flaubert ne kadar ciddiydi, bilmiyorum!)
Pucca’nın mükemmel kadın imajını kırdığını mı düşünüyorsun? Belki de mükemmel kadın imajı değişiyordur? Güzel ve seksi, zeki, ağzı laf yapıyor, parasını kazanıyor, komiklikler yapıyor, kendini seviyor (ve bu olmazsa olmaz!), erkeklere pabuç bırakmıyor, onların anneleri hakkında atıp tutuyor, cesur… Ne bileyim, bana baya mükemmel görünüyor.
Anıl: Pucca özelinde konuşursak aslında kendini pek sevmiyor, uzun terapiler sonrası zar zor kendini olduğu gibi kabullenmiş bir kadın, intihar eğilimli denebilecek kadar depresif, özellikle erkeklerle ilişkilerinde sürekli tökezliyor, sık sık zayıflamaya çalışıyor ama beceremiyor, içip içip saçma sapan şeyler yapıp pişman oluyor, aslında depresifliğini kendiyle dalga geçerek aktaran bir kadın – tek cesurluğu burada belki, mükemmel olmayışını rahat rahat anlatmasında. Tam olarak bu yüzden mükemmel kadın imajını kırdığını düşünüyorum, hani o üstü başı lekelenmez, çorabını hiç delik göremeyeceğimiz ve hep gülümseyen iş kadınının aksine. Ama evet, sonuçta bir kurgu kahramanı değil, persona, haklısınız.
Bu kitapta olmayan başka hafif kahramanlarınız var mı? Onları anlatır mısınız?
Aksu: Becerebilseydim Twilight’ın Bella Swan’ını yazmayı istiyordum bu kitaba bir de. Tabii ki muhteşem Kristen Stewart’ın etkisi vardır ama seriyi de sevmiştim. Zaten bu dönüşüm hikâyeleri her zaman ilgimi çekmiştir. Bella’nın, o taşralı annesiz kızın nerden baksan kendisinden güçlü Edward Cullin’le başa çıkması, cesareti, o kadar kırılganken öyle dayanıklı olması… Dracula’nın Lucy’sinden ne kadar farklı; o cesaretle değil, dalgınlıkla kapılmıştı, Bella ise gözünü kırpmadan üstüne yürüdü aşkın.
Türkiye’de orta sınıf kadınlık normunun kuruluşunu Kezban çok iyi anlatır, onu da yazmak güzel olurdu. Feride İstanbul’dan Anadolu’ya gitmişti, Kezban Anadolu’dan İstanbul’a geldi. Annesinin evinden, babası olduğunu bilmediği babasının evine. Acayip bir hikâyedir o da. Nerime gibi Kezban da kendisini hor görenlere içerler durur ama o bununla kalmaz, aşk hüsranıyla memleketine gidip hastane kurar. Bir anlamda, Feride’nin yaptığını yapar ama sonra Ferit gelip onu bulduğunda -meğer o da onu seviyormuş, meğer hepsi ona yaptıklarından köpek gibi pişman olmuşlar- hastaneyi falan boş verip İstanbul’a döner.
Tabii şimdi bir de Nursema’mız oldu, ona da bayılıyorum.
Emel: Ben geç tanıştım Nursema ile ama bayılıyorum onun hikâyesini izlemeye. Nursema’yı eğer başladığı şeyi devam ettirebileceği bir pozisyonda anlatmaya devam ederlerse, diziyi, dizideki diğer tüm kahraman ve hikâyeleri ne kadar aşan bir etki yaratabileceğini görebiliriz bence. Böyle bir potansiyeli var o karakterin. Ancak Kızılcık Şerbeti üzerine yapılan bir yayında Ayşe Çavdar geçen gün, dizinin tartışıldığı muhafazakâr forumlara baktığını söyledi. Orada diziye ilişkin duyulan rahatsızlık, muhafazakârların kötü gösterildiği eleştirisine dayanıyormuş. “Ancak Nursema hakkında neredeyse hiç konuşulmadığını gördüm” de dedi. Bu bilinçli bir susma bile olsa başka bir sürü seküler ve muhafazakâr kadın 8 Mart’ta Nursema afişleri taşıyorlardı. Dolayısıyla Nursema’nın hikâyesi ilerledikçe nasıl bir kahramana dönüşecek, merakla bekliyoruz.
CerModern’de kitapla ilgili yaptığımız söyleşide benzer bir soruya salondan “Şoför Nebahat” yanıtı gelmişti. O zamandan beri dönüyor aklımda. Sonuçta Şoför Nebahat karakteri, hanımefendi, terbiyeli, ölçülü ideal kadın ile onun tam karşısına yerleştirilen kötü, famme fatale, tango kadın imgelerinin dışında üçüncü bir alternatif sunuyor, öyle değil mi? Kamusal alanda bir erkek işi yapan bu erkeksi kadın aynı zamanda her ne kadar sokaklarda da olsa namus, iffet mefhumlarının da sembolüdür. Abla, bacı sıfatıyla erkek ortamlarında var olması mümkün olan kadındır. Az şey anlatmıyor bence de onun hikâyesi. Güzel hafif kahraman olurmuş…