Bağımsız aktivist/sanatçıların oluşturduğu “Sınır/sız” ekibinin yeni sergisi “Eksilerek Biriken” İstanbul Depo’da açıldı. Sergiye katılan Okyanus Çağrı Camcı, Üzüm Derin Solak, Furkan Öztekin isimli sanatçılara Seçil Epik, Berkant Çağlar ve Fisun Yalçınkaya’nın arşiv nedir, kişisel arşive ne kadar önem veriyoruz, yazıları eşlik ediyor. 5 Ağustos’a dek Depo’da görülebilecek serginin küratörlüğünü ise İlhan Sayın, Şafak Şule Kemancı, Ozan Ünlükoç ve Metin Akdemir üstleniyor.
Sergiyi sanatçılar Okyanus Çağrı Camcı, Üzüm Derin Solak, Furkan Öztekin ve serginin küratörü Ozan Ünlükoç’la konuştuk.
Sınır/sız nasıl bir proje ve hangi sanatçılara alan sağlıyorsunuz?
Ozan Ünlükoç: Sınır/sız ilk sergisini bir Onur Haftasına denk getirdi ve yolculuğuna öyle başladı. Sonra başka kolektifler ve organik bağlarımızın olduğu insanlarla bir araya geldik.
Güncel sanat camiasında yeni pratikler üreten sanatçılara yer verilmiyordu. Daha doğrusu bu sanatçılar kendilerine pek yer bulamıyorlardı. Bulabiliyorlarsa da mutlaka egzotikleştirilerek, daha ayrıksı bulunarak bir nevi bu işlerin ve dolaylı olarak sanatçıların “pazarlaması” yapılıyordu. Biraz bu alanı açmak ve burada yeni networkler kurmaktı asıl amacımız. 2017’de bunu yapalım dedik ve 2018’de de ilk sergimizi açtık. Genel olarak grup sergilerine ağırlık veriyoruz. Şu ana dek bir kez sola sergi açtık. Grup sergilerine ağırlık vermemizin sebebi de piyasanın içinde kendine alan bulamayan sanatçılar arasındaki diyaloğu sağlamak ve yeni sorulara birlikte cevap vermekti. Bu bağlamda da elbette en çok feminist ve queer sanatçılara yer vermeye çalışıyoruz. Fakat burada şöyle bir handikap oluyor. Bir kimlik olarak değil bir üretme pratiği olarak ele alıyoruz feminizmi ve queeri.
Güncel sanatı eğip bükebilecek ve buna daha farklı açılardan bakabilecek, işlerine hem kavramsal hem de yapısal bazı yenilikler getiren sanatçılar aslında bizim iş birliği yapmak istediklerimiz.
Kendinize mekân bulma konusunda sorun yaşıyor musunuz?
Ozan: Evet yaşadık ve ilk sene de bunun yükünü taşıdık. İlk sergimiz Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin kuruluş zamanına denk geldi ve bu bizim için büyük bir şanstı. İlk sergimizi orada düzenledik. Fakat bir yandan bütçe sorunu da vardı ve biz çoğu kalemi kendi cebimizden ödedik. İlk, hatta ilk üç sergimizi böyle açtık. Sonra bir takım küçük bütçeler bulundu. Depo ve Anadolu Kültür bize destek oldu. Bu sayede zamanla biraz daha genişleyebildik.
Şu an ise bizim networkümüzün dışına taşmış bir yerde Sınır/sız. Başka sanatçıları ararken artık zorlanmaya da başladık. Bu sebeple de geçen hafta sinirsizsergi.com adında bir hesap açtık ve oraya sanatçılardan portfolyolarını göndermelerini istedik. Bu bir açık çağrı değil aslında. Bir nevi sanatçıları bir araya getirmek ve tanışma çağrısı. Bizim erişemediğimiz ve en nihayetinde bilemediğimiz kentlerde ve ülkelerde de farklı işler üreten insanlar var. Onlara ulaşmak istiyoruz.
Burada belki şuna da değinmek gerekiyor, kendimize de not düşmek istiyorum çünkü. Güncel sanatla meşgul olduğunu bildiğimiz, tanıdığımız insanlara değiyor olmanın kendisi aslında bir ayrıcalık da getiriyor. Bu ayrıcalığa erişememiş insanlara erişmek gibi bir derdimiz de olmalı. Bu hacim bizim de beklemediğimiz kadar büyüdü. Sanat dediğimiz şey kendi içinde anaakımlaşmaya çok müsait. Biz ana akımlaşıyor muyuz örneğin ya da piyasayı ana akımlaştıracak mıyız? Bunlar bence geleceğin soruları olmalı. Tabii ki, iyi ki queer sanatçılar yükselişe geçiyor. Ama burada kendimize şu soruyu sormak gerekiyor: Biz ne istiyorduk, eleştirdiğimiz yerlerden övgü alıyorsak burada ana akım olan neydi? Piyasanın ana akımlaştığı noktalar bizden neyi eksiltiyor ve bizi neye dönüştürüyor?
Şu an sergilere yönelik bir saldırı ve hedef gösterme gündemi de var. Feshane örneğinde olduğu gibi. Sizin serginiz de Tophane’de ve açılışınız pride ayına denk geldi. Buna dair ne söylemek istersiniz?
Ozan: Biz bu tedirginliği ve gerilimi her sergimizde yaşıyoruz zaten. Güncel sanat birileri kışkırtmadığı sürece çok güvenli bir alan olarak kalabiliyor. İnsana çok fazla soru sorma ve bir şeyi “gizleme” şansı yok zaten. O nedenle biri hedef göstermediği sürece “Bunun arkasında ne var?” diye de çok fazla sormuyor insanlar. Ama elbette neredeyse her gün LGBTİ+ların hedef gösterildiği bir Türkiye’de zaten bizim de çok kolay hedef gösterilebileceğimizi biliyoruz ve her zaman bu gerginlik içinde sergi kuruyoruz.
Hedef gösterme ve saldırı gündemleri siz sanatçıları zorluyor mu? Feshane’de yaşananları görünce kaygılandınız mı?
Üzüm Derin Solak: Bu baskı ve kaygı açıkçası üretimi etkileyen bir yere evriliyor artık. Bu sadece bir sergi özelinde de değil; çok fazla marazı olan bir ülkeyiz ve ne yazık ki ülkenin provokatif bir hali var. Evet bu gündemler insana endişe veriyor; fakat bir yandan da alışır gibi oluyorsunuz. Bir yandan da ona göre politik bir değeri de oluyor ve sergi hazırlanırken de konuşmuştuk tabii ki: “Dikkatli olmamız lazım”. Açılış mı var? “Abartmamamız” ve örneğin saatlere dikkat etmemiz gerekiyor. Sonra yaptığın işlere bakıyorsun ve sokağa çıkıyorsun. Tophane’desin. Enteresan bir ruh halinin içinde buluyorsun kendini. Fakat özel bir düşmanlık beslendiğini de düşünmüyorum. Ama dediğim gibi uzun vadede biraz bunalmaya başladım. Birkaç senedir fotoğraf çekiyorum ve buna bağlı işler yapmak istiyorum. Zaten kısıtlı koşullarda üretim alanlarına sahibiz. Ben bir iş yaptığımda bunu nerede sergileyeceğim sorusu devreye giriyor. Ben insan çalışıyorum. Beden çalışmak istiyorum. Ama bununla ilgili dahi zaman zaman sorunlar yaşıyorum.
Üzüm siz fotoğraflarınızla ilgili Instagram’da da sorun yaşıyorsunuz bu açıdan değil mi?
Evet, çok yaşadım bunu. Sadece queerleri fotoğrafladığım için üstelik. Çıplaklık unsuru vs. gibi nedenlerle değil. Instagram’ın algoritması sorunlu bir alan zaten. Bir fotoğrafımda meme ucu görünse ve bu şikâyet edilse direkt kaldırılıyor paylaşımım ve Instagram’la iletişim kurmak çok güç. Bu sorunu daha fazla yaşamamak için de hesabımı kilitledim; ancak ona rağmen zaman zaman böyle problemler yaşamaya devam ediyorum. Fakat ben bir arşiv fotoğrafçısıyım, yaptığım işi biraz böyle ifade edebilirim. Belirli alanlarda, belirli güncellikleri yeniden üretmiyorum. İnternet sitesi kursam mı diye düşündüm; ama çok internet sitesi üzerinden de yürümüyor artık işler.
Okyanus Çağrı Çamcı: Tedirginlik ve saldırı ihtimali ile ilgili soruna yanıt verebilirim ben de. Daha önceki sergilerimde hiç böyle bir durumla karşılaşmadım. Fakat bu gündemler başlayınca biraz korktum. Gördüklerim, izlediklerim ve duyduklarım çok korkunç geldi bana. Bir yandan da aileyi de eleştirdiğim işler yer alıyor bu sergide. Her şeye rağmen geleceğe dair umudum var; fakat zor bir süreç olduğu hepimizin malumu.
Sanatçılar olarak bu sergi özelinde nasıl bir araya geldiniz?
Furkan: Ben Sınır/sız’la ikinci sergilerinde çalışma fırsatı yakalamıştım Kıraathane’de. Daha sonra sanırım Argonotlar vesilesiyle Üzüm dahil oldu ve Ozanlar da Okyanus’un işlerini uzun zamandır takip ediyorlarmış. Serginin kavramsal çerçevesini kurarken de üçümüzün bir arada çalışabileceği bir sergi fikri üzerinden ilerlediler. Ve biz de kış aylarında sergi ekibinin çerçevesiyle bir araya gelmiş bulunduk.
Ben sergiyi gezdiğimde daha çok hafızamızı yoklama, aile üzerinden de bir büyüme sancısına atıfla yapılan işler ağırlıklı gibi hissettim. Siz sergiyi nasıl tarifliyorsunuz?
Üzüm: Tütün Deposu benim için çok özel bir yere sahip. Çok özel bir kolektif çünkü ve benim de ilk defa böyle bir platformda işim sergilenmiş oldu. Hepimizden hafıza çalışması istendi. Hepimizin kişisel hayatından bir nesne, bir durum, geçmişimizle ilgili bir şeyleri sergiye taşımamız talep edildi. Ben fotoğraf ve video ile çalışarak kendi hikâyemi “Kundak” üzerinden anlattım.
Bu iş çok da ilgi gördü. Bize hikâyesini anlatabilir misiniz?
Üzüm: Aslında kullanabileceğim çok fazla bir şey yoktu. Çocukluk fotoğraflarımı hiç düşünmedim bile çünkü ben disforisi yüksek trans kadınlardan biriyim. Dolayısıyla geçmiş hayatıma dair çok fazla bir iz yoktu. Hikâyemin gelişmesini tetikleyen ise deprem süreci oldu. Anne ve babam da depremzede olduğu için ayrı bir yokluk yaşadım deprem sürecinde. Dolayısıyla aslında aklımdan geçen yeni bir aile portresiydi; ama bunu nasıl yapabilirdim? Nasıl ifade edebilirdim? Nelere dokunabilirdim? Kolektiflerde çoğunlukla trans olmayan sanatçıların işlerini ve hayatlarını ayrıntılı olarak görüyoruz. Kapsayıcılıktan çok uzak işler bunlar. Tam da bu kısır döngü içerisinde daha özel bir şey yapmam gerektiğini hissettim. Kendi duygumu, ailemin duygusuna ortak etmek istedim. Uzun süredir “genel ahlâk” ve ikili cinsiyet sistemine sıkıştırılmış vaziyetteyiz. Ve sıkça bizim gibi insanların özellikle mağduriyet hikâyelerini görüyoruz. Pozitif hikâyelere de ihtiyacımız var ve şu benim açımdan çok rahatsız edici: Trans insanların aileleri yokmuş gibi davranılıyor.
Hayır, Türkiye’de aileleriyle yaşayan -özellikle yeni nesilde- hayli olumlu örnekler var. Ama şu oluyor işte: Birisini ablamla tanıştırdığımda “Gerçek ablan mı?” diye soruyorlar. Keza yine abimle tanıştırdığımda, “Nasıl, gerçek abin mi?” diyebiliyorlar. Hiçbirimiz ağaç kovuğundan çıkmadık ki.
İşimdeki baskın tema ise çıplaklık değil asla. Hem atanmış cinsiyete hem de toplumsal ahlâka bir karşı duruş. Annemin bana işlediği bir kundak var. Ondan yola çıkarak 42 yıldır benimle birlikte olan annemin işlediği bir materyale odaklandım. Büyüdükçe sınırlar ortaya çıkar, birbirimizden uzaklaşırız ve dokunuşlarımız azalır. Bu genel bir sorun. Fakat bir de trans özneyseniz, bu sorun biraz daha derinleşiyor. Trans olup aileyle vakit geçirmek ve yeniden bir kundağa girmek duygusu içinde okuyabileceğiniz çok fazla şey var. Bu nedenle özel bir portre gerçekleştirdim. Mevzu soyunmak değildi, çocukları olarak yeniden onlarla buluşmaktı. Videolar da çektim ve anne-babamla olan ilişkimi anlatmak istedim. Onların rızasını alarak yaptım elbette bunları.
Onu sormak istiyorum, onlar ne hissetti? Türkiye’deyiz ve dediğiniz gibi geleneksel aile yapısı üzerimizde kara bir bulut gibi. Bu çıplaklığa nasıl razı geldiler?
Hiç kolay bir şey değildi aslında. Çünkü ben kendime gelemedim. Biraz da utandım. Yıllar sonra yeniden ailemle yan yanaydım. Bir sürü fotoğraf çektim hepimizin giyinik olduğu. Ön izlemelerini aldım; ama içime sinmedi ve bir yandan aykırı da bir şey yapmak istiyordum. Annemin gözüne baktım. Baktı gözüme güldü. Soyunsam ne olacak ki dedim, soyun çocuğum dedi. T-shirtümü çıkardım. Baktım babam bana bakıyor. Utandın mı, baba dedim. Neden utanayım, sen benim çocuğumsun, dedi mesela. Burada yaş ve kültür deneyimleri hiç beklemediğim bir kabulle benim bunu yapmamı yadırgamamalarını sağladı. O kadar şaşırdım ki. Ama çok şifalandığım bir andı bu. Çok özel bir andı.
Anne ve babam için ben çok değerli bir çocuğum zaten ama biz çok yol katettik. Başlangıçta hiçbir şey kolay değildi tabii ki, zaman içerisinde çok güzel bir ilişki geliştirdik. Bu evrilmeleri anlatmak sanırım esas olan ve işin politik değeri de burada başlıyor. Karşılıklı bir kabul de tabii ki bu. Kabul kavramını karşılıklı algılamak gerekiyor. Bunun altını çizmekte fayda var. Öteki türlü bir taraf yine eksik kalıyor ve yine bizi mağdur eden bir yere dönüşüyor. Bizlerin, yani öznelerin kabulünü görmezden gelemeyiz.
Okyanus: Üzüm’ün anlattıklarının tam tersi geçerli benim için. Annem bir iktidar ve otorite figürü, babam ise ona göre daha uysal bir karakter. Aslında benim ilgilendiğim kısım tam olarak ailemin içine düşmemle alakalı bir şeydi. Ben İzmir’deyim ve İstanbul’daki aktivizmden hayli uzak büyüdüm. Haklarımı bilmeden büyüdüm. Bu yüzden doğduğun evden çıkamamak üzerine kurulu benim hikâyem. İstanbul’a gelişimle birlikte ailenin içerisinde neden var olamadığımı fark ettim. Ben neden bu ailede yoktum ve İstanbul’da geldiğim dokuz aylık süre boyunca neden ailem bana yardım etmedi? Neden yanımda olmadılar? Bunları sorguladığın bir dönemdeydim. Aile Motifi de tam olarak ailenin hafızasıyla alakalı. Sadece annem, babam ve ben değil; hepimizin kolektif bir şekilde içinde bulunduğu bir harita aslında benim gözümde. Bir yandan da bir kapıya da benzer bir hali var. Yatak örtüsü diyen perde diyen de var. Ama bu iş neye benzerse benzesin her halükarda aile karanlık bir yer aslında.
Peki bu karanlıktan nasıl çıkabiliriz? Bu ilişkiler yoldaşlığa nasıl dönüşebilir ve aileyle nasıl barışabiliriz? Bunları kendime dert edindim ve ürettiğim sanat biçimiyle yıllar içerisinde ailemle bir barışma sağladım. Annemin kadınlığıyla ve kadınlık kavramıyla yüzleştim. Annem Karadenizli bir ailenin ortanca çocuğu ve kadınlığıyla alakalı büyük problemleri var. Kadınlığını sevmediği ve hor gördüğü bir hikâyesi de var. Çünkü bir çocuk gelin ve kadın olmak ve sonrasında da böyle bir deneyimi olan bir çocuğu olması onun için büyük bir hayal kırıklığıydı. Onun için erkeklik çok güvenli bir alan ve çocuğunun bu alanın dışına adım atmak istemesi oldukça riskli bir pratiği deneyimlemesi anlamına geliyordu.
Peki diğer işleriniz?
Okyanus: Ben genellikle portre resmi yapan bir insanım ve bu benim için çok güvenli bir alan. İlerleyen süreçte güvenli alanlarımdan çıkıp hikâyeyi nasıl daha yüz kullanmadan daha duygulu ve daha karanlık anlatabilirim diye sorguladığım bir sürece girdim. İşte daha çok imgeleri ve motifleri kullandım. Buna ev içi emeği de kapsayan işleri dahil ettim. Perdeler, yastık kılıfları, masa örtüleri kullandım. Kadının evdeki yerini de göstermek istedim. Anne ve babamın boşandıklarında bana verdikleri evlilik cüzdanını kullandım. Bu noktada Şafak (Şule Kemancı) bana şöyle bir şey dedi: Anlıyoruz annen var, baban var, abin var; ama sen neredesin? Biz seni kaçırdığımız bir yerdeyiz şu an. Bu konuşmadan sonra aslında Üzüm’le ortak bir yerden disfori ve beden kısmına giriş yaptım. Bedenime hiç bakıyor muydum? Hayır. Aynalarla aram çok kötü ve hâlâ tam olarak düzelmiş değil. Ama zaman içerisinde ellerime bakmaya başladım. Ayaklarıma, yüzüme bakmaya başladım ve bir kelebek imgesi koydum oraya. Yeniden doğuşu temsil eden ve ikili cinsiyet sisteminin dışında kalan bir varlık benim için kelebek. Ve o bir anda karanlığın içinden gökyüzüne doğru giderek yolunu bulmaya çalışan bir imgeye dönüştü. O kelebeğin kendisi oldum ya da olduk diyebilirim.
Kişisel arşivleriniz çok mahrem ama siz bunları bu sergiye taşıdınız. Bu sizin için zor bir deneyim miydi?
Furkan: Sınır/sız ekibine mayıs seçimleri sonrasında ve haziran ayında LGBTİ+lara yönelik baskı ve şiddetin çok yoğun olduğu bir zamanda kendimizi açık etmenin ne anlama gelebileceğini sordum. Ama bunu şöyle düşünerek sordum: Biz kendimizi açık etmiş oluyoruz ve artık açılacak ya da onların didikleyeceği bir yer kalmayacak. Ben de halının altına bakmaya karar verdim. Evet, kişisel arşiv ne demek? Ben 2012’de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde resim okumaya başladım. Hâlâ da okuyorum, doktora sürecimdeyim. On yıldır sergi açıyorum; ama hiç boya resmi ya da genel olarak bir resim sergilemedim. Daha ziyade buluntu materyal, fotoğraf ve kâğıt kolaj kullanıyorum. Bu sergi için de daha önce hiç sergilemediğim resimlerim, fotoğraflarım neler diye biraz gezinmeye başladım ve 2019’da bir kâğıt üzerine mürekkeple başladığım bir nesne serisini buldum. Sergiye girdiğimizde solda bizi karşılıyor. Yelpaze, düdük, şemsiye, megafon. Hepsi benim kişisel tarihimde yeri olan nesneler. Şemsiye annemin şemsiyesi, düdük abimin düdüğü, yelpaze 20 yıl önceki komşumuz -ve hayatımda görüp görebileceğim en müthiş karakter- Selma teyzenin.
Ama bu nesneler aynı zamanda Onur Haftası yürüyüşlerinde kullanılan eşyalar. Herkesin sandığında durup haziran ayının son iki haftasında sandıktan çıkardığı bayrak gibi. Eksilerek Biriken bir Onur Haftası sergisi değil; ama elbette bu zamana denk gelen bir sergi ve hepimiz bir şekilde bireysel ya da örgütlü, bu mücadelenin içinde olan özneleriz. Ben Tekirdağ’da doğup büyüdüm ve Tekirdağ çok küçük bir yer. İstanbul’a çok yakın ama ben ilk kez 18 yaşımdayken İstanbul’u ziyaret etmeye başladım. Ve bu vesileyle ben de Onur Haftası’na katıldım; ama asla meydana çıkamadım. Çünkü kalabalıklar benim için güvenli değil ve kendimi iyi hissetmiyorum. Hep ara sokaklarda haziranları karşıladım. Hâlâ daha öyle. Dolayısıyla bu nesneleri düşündüğümüzde, aslında 2016 yılından beri meydana çıkması yasaklanan eşyalar olduğunu görüyoruz. Renkli bir şemsiye haziranda meydana çıkamıyor artık ve o düdük seslerini duyamıyoruz. Bu nesneler uzun süredir emekli olduğu için ben de onları siyah-beyaz bir şekilde resmetmiş oldum.
Üzüm: Furkan’ın da dediği gibi şu kısım bence çok değerli: Bizler yasaklanmış kimlikleriz. Güncel olarak da farklı mevzularda da. Şu an örneğin “LGBTİ+ yasakları” diyoruz. Çay içemiyoruz, film izleyemiyoruz, iki-üç kişi bile bir araya gelip yürüyemiyoruz. Ama varlığın kendisi hiçbir şekilde yasaklanamaz. İşte burada özne olmanın ve öznelerin bir şey yapmış olmasının değerini kavramamız gerekiyor. Gerçekten kolektiflerin üzerine bu anlamda çok fazla iş düşüyor. Kolektiflerin çok beyaz filtreleri var. Sanatçılar bazen işlerini sergileyebilecekleri bir alan bulamıyorlar. Gerçekten ben daha fazla trans+ sanatçı görmek istiyorum. Ben bir özne olarak diğer arkadaşlarımın yaptığı bütün işlerden çok etkileniyorum. Çünkü bu üretimler ve görünürlükler sayesinde hakikaten güç kazanıyoruz. Hâl böyle olunca da bazı yasakların pek bir anlamı kalmıyor. Evet bu durum bizi zorluyor; ama hâlâ bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve yolumuza devam ediyoruz. Benim açımdan son derece güçlendirici deneyimler bunlar.
Okyanus: Bu önemli bir sorun. Biz neden bu çarkın içerisinde özne olamıyoruz? Neden sürekli kullanılıyoruz; ama var olarak görülmüyoruz. Bunun üzerine çok düşünüyorum. Bilinen herhangi bir galeride neden açık trans+ biri yok? Furkan’ın da dediği gibi biz bu süreçte gerçekten kendimizi açık ettik. Ben de ilk defa beyan olarak kendimi açık ettim. Evet bilen bilir ama bunu röportajlarda söylemek benim için ilk oldu. Çünkü artık olması gerektiğini de biliyorum. Çünkü mücadele için alanda olmak gerekiyor.
Eklemek istedikleriniz?
Furkan: Sergi 5 Ağustos’a kadar devam ediyor; ama aynı zamanda serginin İzmir’de ve başka kentlerde yeniden gösterilebilme ihtimali var. Aynı zamanda eylül ayından sonra sergiyle ilgili yazarların ve sanatçıların da dahil olduğu konuşma serileri ya da söyleşi formatında etkinlikler olacak. Tütün Deposu, pazar ve pazartesi kapalı. Onun haricinde 11-19 saatleri arasında ziyarete açık. Görmek isteyen herkesi bekleriz!
Ana görsel: Furkan Öztekin, Üzüm Derin Solak, Okyanus Çağrı Camcı. Fotoğraf: Ozan Ünlükoç