Ecemnaz Dalmaz ile Mart Müzayede Sanat için hazırladığım “Şeylerin Stüdyosu” dosyası kapsamında stüdyosuna gittiğimde tanıştım. Beni sıcakkanlılıkla karşılamasının yanı sıra, sanatçı kimliğini sahiplenişi, çalışkanlığı ve sanat ekosistemine dair yorumları ile sohbet ettikçe daha da ilgimi çekti. Eylül 2022’de Vitruta’nın Pera mağazasında Günaydın, Ben Bir Piyonum başlıklı ilk kişisel sergisini açmış olan Ecemnaz Dalmaz’ın üretimlerine ve sanat algısına eğildiğimiz bu söyleşide, özellikle okullu olmayan ve stüdyosuzluktan/evsizlikten yakınan “genç” sanatçıların sıkıntılarına değinmek ve Ecemnaz’ın ısrarcı karakterinden umut devşirmek istedim.
Sevgili Ecemnaz, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiğin için teşekkürler… Öncelikle kendinden ve sanatsal yaklaşımından bahseder misin?
Teklifin için ben teşekkür ederim. Multidisipliner bir sanatçıyım, farklı malzemeler deneyimlemeyi seviyorum. Güzel sanatlar mezunu değilim ve bu duruma alaycılıkla yaklaşıyorum. Bu yüzden sanat çevresine girme ve kabul görme sürecim nispeten daha zor oldu. Kendimi bulmak için uzun bir çalışma süreci geçirdim ve sonrasında tabii ki o güzide sorularla karşılaştım. Hangi okullusun? Okullu değilim. Kendi çizgimi çalışarak buldum. Genelde figüratif çalışıyorum ve doğaçlama ilerliyorum. Sanatçı merkezli bir yaklaşımım var, diyebilirim. Ha deyince olmuyor. Buradaki mesele istikrar ve deneyim. Hayatta istikrar gösterdiğim tek alan sanat üretimlerim. Her şeye rağmen vazgeçmediğim bir mesleğim var.
İsimsiz (fotoğraf sanatçıya ait)
Eylül ayında Vitruta’nın Pera mağazasında Günaydın, Ben Bir Piyonum başlıklı ilk kişisel sergini açtın. Serginin adı nereden geliyor öncelikle?
Bir gün uyandığımda hayatın bir sürü hamleyle dolu olduğunu, bunun çok büyük bir özgürlük gibi göründüğünü ama istediğim hamleleri yapma gücümün tükendiğini hissediyordum, tıpkı bir piyon gibi. Bir gün önce bir müze açılışına katılmıştım; bu hisle uyandım, dilimden bu cümle döküldü. Açılışta, davetli sanatçılar olarak bilmediğimiz bir durumla karşılaşmış, fakat bir şey demeyip devam etmiştik. Yıllar geçti üzerinden, o sabah söylediğim şeyi asla unutmadım. Sonra ilk sergimi yapma zamanı geldiğinde bir oyun kurgulamak istedim, piyon olmayı oyunu başlatmak ve takip eden hamlelere yön vermek olarak düşününce kendimde bir güç buldum. Bu da hamlelerimden biri oldu.
Sergideki işlerinden bahseder misin?
El dokuması halılar ve kumaş üzerine yaptığım figüratif işlere yer verdim sergide. Bir labirent oluşturmak istedim. Başlangıç noktasına “hahaha” isimli dokuma halıyı koydum. Bu, biraz kara mizah oldu. Sonrasında yüzleşme ve yeniden doğumu temel alan işleri yerleştirerek devam ettim. Kumaşa yaptığım bazı resimlerin arkalarını da seyirciye göstermek istiyordum. Astar kullanmadığım için kumaşın arkasında resmin yansıması çıkıyor. Bunun başka bir güzelliği ve etkisi var. Duyguların şeffaflaştığı bir sergi yaratmaya çalıştım. Seyirciyi muğlak bir yerde bırakmak istedim. İşlerin imgesel arka planında belirsizlik, yarım kalmışlık ve karşılaşmalar var. İşlerimde en çok duygularımı kullanıyorum, yani bir sistemi, mantığı ya da kurgusu yok. Seyircinin de bunu hissetmesini istedim. O labirentte muğlakta kaldıklarında hangi duygularıyla karşılaşacaklarını merak ettim.
İçlerinden hangileri öne çıktı, ne gibi tepkiler aldın?
“hahaha” isimli dokuma işim çok seviliyor. İnsanların genel olarak kendi duygularıyla pek yüzleşmediğini fark ettim. Üç temel duyguyu barındırdığını söylediğim dokuma işim için “Üç temel duygu ne,” sorusu soruldu sıklıkla. Cevap kendilerinde olduğu hâlde kimse yanıtlayamadı. Seyircinin kendinden mutlaka bir parça bulabildiğine ve eserlerle iletişim kurabildiğine şahitlik ettim. Dokumayla ön planda olmadığım için şaşıranlar da oldu tabii. Karşılaşma içeren 3D işim de ilgi gördü. Ayna olmasının etkisi var, sergiye gelen hemen herkesin onunla bir fotoğrafı var. Sergiyi uzun uzun gezenler de oldu; nadiren rastladığım bir şey bu.
“Son”
İşlerindeki imgeselliği ve beslendiğin dünya görüşünü açar mısın?
İşlerimdeki imgesellik aslında sıkışmışlıktan ve aidiyetsizlikten gelmiş olsa da beslendiğim dünya görüşü özgürlükten yana. Ben çok sıkıştığında ve bunaldığında çok fazla üretebilen biriyim. Mümkün oldukça bu duyguya bağlı kalmak istemiyorum, yoksa hayat daha da zor bir yer olur. Bu besin kaynakları bana göçebe hayatımın getirdiği bir şey. Son on yıldır sürekli taşınma hâlindeyim. Bir yere ait olamama, köklenememe durumum var. Hatta yeni sergimde biraz bundan bahsedeceğim. Kendime bir şekilde bahane yaratıp taşınıyorum. Bu süreçte sıkışmışlık, aidiyetsizlik ve beraberinde gelen kaos beni tetikliyor. Şu an bir dönüşüm evresindeyim sanırım, besin kaynağımı değiştiriyorum. Galiba bu sefer nasıl köklendiğimi yansıtacağım. Bunun için zorlu bir zaman ama bakalım, bu da bir yolculuk, bilinmezlik…
Peki, malzeme olarak neler kullanıyorsun, üretim sürecinde malzemeyle kurduğun ilişki nasıl?
Kumaş, akrilik boya, sprey, füzen ve dokumalar için tufting machine kullanıyorum. Malzeme beni buluyor gibi daha çok. Doğaçlama ilerliyorum. Gününü, saatini, dakikasını tahmin edemediğim bir süreç. Hatta kontrol edemediğim şeylerden biri ve zaman zaman zorlandığımı hissediyorum. Malzeme burada sanrıları en şeffaf hâliyle yansıtabilmenin bir yolu. Bu yüzden en çok onunla ilişkimi iyi tutmaya çalışıyorum. Genelde üretim öncesi uyku sürecim oluyor, çok uzun saatler uyuyorum ve ne zaman erken uyanırsam o zaman hazır olduğumu anlıyorum. Uyku süreci öyle derin bir uyku olmuyor, imgeleri düşündüğüm, hayal ettiğim bir kara delik gibi. Sonra zaten malzemede, işte kendiliğinden akıyor. Şu sıralar riskli bir dönemdeyim. Doğum mu başlıyor yoksa sadece sancı mı bu, bilemiyorum.
fotoğraf: Ogün Akgül
Sanatçı kimliğinin oluşumuyla ilgili sohbet ettik seninle. İş üretmeye başlamak, başladığında da devam ettirmek ve disiplin sağlamak açısından kendine “sanatçı” unvanını (veya sıfatını) “yakıştırmak” neden önemli?
Kendinden ve yaptığın şeyden emin olup her ikisine de güvenmek gerekiyor. Sen buna inanıyorsan hiçbir ispata ihtiyacın yoktur. Bu unvanı vermek insanı biraz psikolojik yönden de etkiliyor gibi geliyor bana. İşini ciddiye almak, ne yaptığını bilmek ve bir başlık atmak gibi. Ben kimim ve tam olarak ne yapıyorum? Orada kendine bir yer edinmek, özgüven ve yaptığın şeyi temsil etmekle alakalı önem arz ediyor.
fotoğraf: Ogün Akgül
Stüdyonu ziyaret ettiğimde pandemi döneminde dokuma tekniğini öğrenip benimsediğinden bahsettin. Pandemi senin için nasıl bir süreçti ve içinde bulunduğumuz pandemi sonrası dönemden o günlere dönüp bakınca neler görüyorsun?
Dingin bir dönemdi. Açıkçası bazen özlüyorum. Hatta hayatımın en düzenli uykularını uyuyordum. Aklımda kalan, ertelediğim ne varsa yapmak zorunda kaldım. Yeni taşınmıştım, o yönden şanslıydım. Yeni bir evde keşfedecek ve yapacak çok şey oluyor. O döneme baktığımda, kısıtlama içinde ne kadar da özgürmüşüm, tam olarak bunu görüyorum. Sanki hep dışarı çıkmak zorundayız gibi hissediyoruz ama aslında çıkmayabilirmişiz. Her etkinliğe gitmek, herkes dışardayken çıkmak… Bir şeyler kaçırıyormuşum gibi geliyor ve bir yanılsamaya giriyorum. Halbuki evde gerçekten yapacak çok işim varmış.
Stüdyonu ne zaman kurdun? Stüdyosuz çalıştığın dönemle arada nasıl bir fark var?
Stüdyomu on ay önce kurdum. Sanatçı için stüdyosuzluk ne olursa olsun zor bir süreç. Stüdyo bulmak çok zor, özellikle bu dönemde. Geçmişte elimdeki parayı stüdyo tutmaya verip orada yaşıyordum. Evimin olmasından daha önemliydi. Oyun alanım orası sonuçta. Stüdyosuz kaldığımda şöyle bir şey oluyordu: Uyanıp bir anda işe koyulabiliyor ya da gecenin bir vaktinde aklıma estiğinde çalışıyordum. En güzeli, stüdyoyu eve dönüştürmekti sanırım. İki alanı ayırınca disipline kavuşmak zaman alıyor. Verim farklılıkları var ama en verimli dönemim stüdyoda yaşadığım zamandı. Şimdi aklıma bir şey geldiğinde atölyeye gidene kadar yolda yorulmaktan, sonra da içimdeki isteğin uçup gitmesinden çekiniyorum. Bir türlü alışamadım ve disiplin oluşturamadım.
İsimsiz (fotoğraf: Ogün Akgül)
Son olarak, seni zihinsel olarak meşgul eden, üretime dönüştürmeyi planladığın kavramlardan bahsetmek ve belki yakın zamanda izleyiciyle buluşacak olan çalışmalarına dair ipuçları vermek ister misin?
Son zamanlarda zihnimi meşgul eden şey sanırım bulantı ve yarım kalmışlık. Hayatımda ilk defa yetişkin depresyonu yaşıyorum. Aşk meşk, kırılma, aldatılma, entrika değil. Canım ülkemin üzerime çöküşü. Elbette bunlar güzel besin kaynakları; hali hatrı sayılır, karşılığı bulunan… Bu yüzden ülkenin ekonomik çöküşünün de desteklediği aidiyetsizliğim, yersiz yurtsuzluğumun yarattığı bulantı, yarım olma hâli ve belirsizliği üretimime yansıttığım bir süreçteyim. Hepimizin bir şekilde ortak hisler içinde olduğunu bildiğim için buna yöneldim. Kişisel sergim sahiden kişisel olacak. Üretim sürecimden bahsetmiştim, uyku çöküyor diye. Öyle bir uyku döneminden henüz uyandım. Atölyede kaos hâkim. Bakalım neler çıkacak, benim için de sürpriz…
Ayrıca, 13 Ocak-4 Şubat tarihleri arasında Ferda Art Platform’da “Orda Olmak İsterim ama Olamam” başlıklı bir sergim olacak, ilgilenenleri beklerim.
Ana görsel: İsimsiz (fotoğraf sanatçıya ait)