Herkesin hakkının herkese geri verilebileceği bir dünya, hâlâ üzerine düşünmeye değer mi?

KÜLTÜR

Duygu Durumu Bozulunca: İncinebilirliğin İki Ucu

Bu yazı, 30 Mart Dünya Bipolar Günü vesilesiyle kaleme alınmıştır.

 

25 Mart’ta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet hükümetlere çok önemli ve acil bir çağrıda bulundu: Covid-19 pandemisi, cezaevlerini, göçmen alıkoyma merkezlerini, huzurevlerini, bakımevlerini, psikiyatri hastanelerini ve diğer kapalı merkezleri çoktan etkilemeye başlamıştı ve hükümetlerin salgın esnasında buradaki aşırı incinebilir/kırılgan gruplar için acil olarak harekete geçmesi gerekiyordu (1). Çağrı, içinden geçtiğimiz günlerde incinebilirlik kavramının ne ifade ettiğine/edebileceğine ve farklı incinebilir gruplara dair yeniden düşünmeye bir imkân sunuyor.

 

Huzurevlerinden de bahsettiği konuşmasının bir gün öncesinde, İspanya’da bir huzurevinde yataklarında terkedilmiş şekilde ölü bulunan ‘yaşlılar’, daha yeni, sığınmacıların sularda ve sınır kapılarında itilip kakıldığı bir Avrupa halet-i ruhiyesinde dahi sarsıcı ve vicdan yaralayıcı bir haber olmuştu. Türkiye’de durum neydi? 65 yaş üstünün incinebilirliği salgın kapsamında sık sık vurgulandı; ancak ilk kritik haftalarda “ücretli izin” politikasıyla toplumun tamamı yerine sadece yaşlılara getirilen sokağa çıkma yasağı, aynı zamanda büyük bir damgalamanın da önünü açtı. Sosyal medyada, üzerlerine su şişeleri atılan, rencide ve huzursuz edilen, korunacakken hedef gösterilen ‘yaşlı’ görüntüleri dolaştı. Sığınmacılara bakacak olursak, Covid-19 salgınıyla birlikte, Türkiye-Yunanistan sınırı arasında sıkıştırılmış sığınmacılar bu sefer karantina için otobüslerle sınırdan geri taşınmaya başlandı. Sığınmacı oldukları için ek ve özel önlemlerle korunmaları gerekliliği bir politika ya da söylem önceliği değildi. Günlerce karşı karşıya bırakıldıkları koşullar ve muamele, kimse tarafından ‘incinebilir’ olarak algılanmadıklarını bir kez daha göstermişti. Sağlığa erişimde zaten her zaman büyük zorluklarla karşı karşıyalar (2). Cezaevleri açısından ise, İran’ın 85000 civarında tutukluyu serbest bırakması, bu alandaki ilk somut adımlardandı. Türkiye’de ceza infaz indirimi, ilk taslağında cinsel suçların da indirim kapsamına sokulmasını içeren bir teklifle gündeme geldi. Kadınların güçlü tepkisiyle karşılaşan ve muhalefetten de ciddi itirazların yükseldiği teklif, yeniden düzenlenmek üzere geri çekildi. Bu yazının tamamlandığı 8 Nisan itibariyle Meclise getirilen yeni taslakta, bir son dakika değişikliğiyle cinsel suçlar, kadına şiddet ve çocuk istismarı suçlarını işleyen kişilere tahliye yolu yeniden açılmış oldu. Siyasetçiler, öğrenciler, gazeteciler bu tahliye kapsamının dışında bırakıldı. Giderek ciddileşen salgın koşullarında, tutukluların sağlık durumu belirsizliğini korumaya devam ediyor. Aileleri ise büyük endişe içinde.

 

Başka Bazı Depresyonlar

 

Tüm toplum endişe içinde. Tüm Dünya. Bu sefer başımıza gelen ciddi bir pandemi; tarihte olan ama ezberde, akılda olmayan bir salgın. Doğayla, çevreyle kurduğumuz ilişkiye bakarak, bilimsel düzeyde aslında öngörülmüş, ama yine de beklenmeyen bir felaket. Ürettiği belirsizliğin henüz geçmediği, anlaşılması ve sindirilmesi gerçekten güç bir süreç. Halihazırda var olan tüm incinebilirlikleri artırmasının yanı sıra, kırılganlık, savunmasızlık ve yeni incinebilirlik halleri yaratıyor. Enfekte olma riskini en çok taşıyan ve malzeme sorunu yaşayan doktorlar ve sağlık çalışanlarının durumu mesela. Herkese “evinde kal!” çağrıları yapılırken işe gitmek zorunda olan, işlerini kaybettiklerinde dahi kira, faturalar ve kredi borçlarını ödemek zorunda bırakılan on binlerce kişi. Sürecin yükünü, sosyo-ekonomik dezavantajlarına rağmen adaletsizce üstlenmek zorunda kalan büyük bir nüfus.

 

Tüm bu ağır kriz ve belirsizlik ortamında, salgının ve toplumun psikolojisi sıklıkla gündeme geliyor. Ancak Bachelet’in çağrısında her ne kadar psikiyatri hastanelerinin bahsi geçse de, psikiyatrik hastalıkları bulunan kişilerin incinebilirliği bu tablo içerisinde pek yer almıyor. Durumları, bu genel toplumsal endişe ve aciliyetler hâli içinde eriyip silikleşmeye müsait. Hele ki çok önemli ve ölümcül sonuçları olan bir salgına karşı mücadele verilirken. “Herkes zaten depresyonda, herkes çok sıkıntılı, herkes belirsizlik içindeyken…”

 

Bu yazıyı yazmaktaki amacım –en azından 30 Mart Dünya Bipolar Günü’nün bizlere verdiği psikolojik haktan yararlanarak– naçizane kendi ‘hasta yakını’ deneyimim ve ancak yıllar sonra, yoğun çabayla erişebildiğim, üzerine düşünmeye devam ettiğim bazı farkındalıklar ve okumalar doğrultusunda, yazıyı okuyanlarla birlikte bir süre bu ‘herkes’in içindeki ‘biri’lerine bakmak. Herkesin depresyonlarının içindeki başka bazı depresyonlardan, ana krizin içinde pek görünmeyen başka bazı krizlerden bahsetmek istiyorum. Bunun ne ifade ettiğine ya da edebileceğine yazının sonunda daha çok değineceğim.

 

Mart ayı, bir mevsim değişimine denk geliyor ve mevsim değişimleri, bipolar (iki uçlu) duygu durum bozukluğunun hareketli ya da depresif ataklarının tekrarlandığı dönemler. Covid-19 kaynaklı endişe ve korku atmosferi, atakların tetiklenmesi için daha da elverişli bir zemin hazırlıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği’nden uzmanların öngörülü bir şekilde sürecin başından beri yaptığı çeşitli yönlendirmeler ve rehberlik bu durum karşısında oldukça destekleyici (3). Ancak yaşadığımız somut durumda, hastalar ile hasta yakınlarının tedirginlikleri doğal olarak artmaya devam ediyor. Aslında, en kaygı duyduğumuz şeylerden biri oldu denebilir; bir felaket durumunda, herkesin derdinin büyüklüğü ve sıkıntısının ortasında, olağanüstü bir hâl içerisinde, çok net düzenlemeler yapılması gerektiği bu kritik anda, bu psikiyatrik hastalıkların atakları geldiğinde, ataklar tetiklendiğinde ne olur?

 

Bu tür kaygılar, genelde bu hastalıkları yaşayan insanlarda ve yakınlarında olası felaketlerden önce de var olan kaygılar. Covid-19 gibi, herkesin acil ve çözüme muhtaç dertlerinin bulunduğu bir dönemde ise ilave yeni tedirginlikler getiriyor. Bunların ilki, tedaviye ilişkin. Hastaneler bu dönemde hasta yatışını tavsiye ve teşvik etmiyor; hastaları mümkün olan en erken zamanda taburcu etmek yönünde önlemler almak durumundalar. Dolayısıyla, burada, mahkumlar için geçerli olan durumdan daha farklı bir durum söz konusu. Ancak erken taburculuk, özellikle eleştirel çevrelerde sanıldığının aksine, sırf kapalı kurumdan çıkıldığı için tedavi sürecini kolaylaştıran bir şey değil. Özellikle hastalığın atak dönemlerinde, kişi ve yakınları için dışarıda devam eden başka bir mücadele anlamına geliyor. Genelde sesi pek duyulmayan, kendine kapsayıcı sosyal bilimlerde dahi pek yer bulamayan, kurum ve kapatma tartışmaları altında ezilen sessiz mücadeleler ve deneyimler bunlar.

 

Tam da bugünlerde hastalığın atak döneminde olup yatarak tedavi dışında seçeneği olmayan kişiler için hastane ve ziyaret koşulları da değişmiş durumda. Normal koşullarda, ziyaret günleri ve saatlerinin hasta için anlamı çok büyük. Yakınlarını aramak için diğer hasta ziyaretçilerinin cep telefonlarının rica edildiği, çay ve sigaraların birlikte içildiği, dışarıdan ihtiyaç duyulan şeylerin sipariş edildiği, hastalarla ziyaretçilerin birbirine karıştığı ziyaret saatleridir bunlar. Avluda, bahçede birlikte yürüyen hastalar ve ziyaretçileri arasında gizli ve sağaltıcı bir bağ, bir tür dayanışma işler. Neredeyse tedavinin bir parçası olur. Ama şimdilerde, ziyaretlerin yasak olması bir yana, mekânın kullanımı açısından disiplin ve güvenlik mekanizmaları da artıyor. Dışarıda insanlar, fiziksel yakınlık kuramasa da farklı iletişim araçlarıyla yine haberleşebiliyorlar. Hastane koşullarında ise hastaların şu günlerde yakınlarıyla, sevdikleriyle haberleşmesi sadece kısa süreliğine ve sabit telefonlarla mümkün. Tabi, bu bahsettiklerim, hastalığı bir şekilde kabullenen ve onunla yaşamayı öğrenen kişiler ve yakınları için geçerli. Yoksa, hastane sürecinde ya da oraya giden yolda, hasta ve yakınları arasında her zaman şefkatli bir ilişki kurulmuyor elbette. Ne yazık ki çoğunlukla hastane süreci, hasta için, yakınları ya da ailesiyle arasındaki bizzat toksik ilişkinin bir sonucu aslında.

 

Olağanüstülük ve kriz durumlarının bipolar hastalığıyla baş edenlere getirdiği yüklerden bir tanesi, ilaç bulamama endişesi. İlaçların zamanında ve doğru dozda, dengede alınmasının çok önemli olduğu bu hastalıkta, bir olağanüstülük durumunda, doktora olduğu kadar ilaca ve eczaneye erişimin kesilebileceği endişesi de ortaya çıkabiliyor. Covid-19 kapsamında en azından benim şimdiye kadarki örneklerden bildiğim kadarıyla, nicelik anlamında bir sıkıntı oluşmadı. Ancak, hastaneye, doktora, eczaneye, ilaca, iğneye rutin erişim pratiği, sosyal mesafelenme sebebiyle de yeni bir nitelik kazandığı için, ek bir kaygı anlamına geliyor. Kaygı, uykusuzluğu, uykusuzluk atağı tetikleyebiliyor. Karantina, özellikle hareketli dönemdeki hastalar için zorlu geçiyor. “Yerimde duramıyorum”, “Uyuyamıyorum”, “Sürekli haber takip ediyorum”, “Paranoyaya kapılıyorum”, “Hiçbir şeye konsantre olamıyorum”…Bugünlerde pek çok kişiye tanıdık gelen tüm bu şikâyetler, karantinada özellikle hareketli atak dönemindeki hastada misliyle yaşanabiliyor. Hele ki, başkalarını korumak anlamında evde kalmanın, ‘yerinde durmanın’ sürekli hatırlatıldığı ve gerçekten kritik önem taşıdığı bugünlerde. Oysa, mesele bu dönemde tam da bu: yerinde duramama hâli. Böyle bir dönemde asgari düzeyde de olsa bir rutin tutturmanın önemine vurgu yapılırken, hastalığın atak dönemi kişide böyle bir rutinin oluşmasına engel olabiliyor. Üst üste uykusuzluk ise, hastalığı bulunan kişilerde atağı en tetikleyici unsurlardan biri. Tedavisi var ve bu dönemleri daha az sıkıntıyla atlatmak da mümkün; ancak bu kısa süre içerisinde dahi dünyadan pek çok blog yazılarında paylaşıldığı üzere, özellikle pandemi koşullarında kişi ve yakınları için oldukça zorlu geçen bir süreç (4).

 

Damgalamanın Yıkıcı Gücü

 

Bütün bu somut sorunların haricinde, “olağanüstülük içinde bir olağanüstülük, kriz içinde bir kriz” yaşama ve yaşatma endişesi var. Küresel bir sağlık krizinin ve toplumsal krizin tam da ortasında, bir de fazladan, pek anlaşılmayacak, pek de anlatılamayacak ‘uygunsuzlukların’ müsebbibi olma korkusu. Bu korkunun arka planında aileye ve topluma karşı bir suçluluk hissi de yer alıyor. Devredilen ve devralınmış bir suçluluk hissi. Toplumsal anlamda sıklıkla damgalanmaya maruz kalan ve yaşadıkları duygu durumları ve kriz anları, ailelerden arkadaşlara, komşulara, çoğunlukla bir “kişilik” ve “karakter” meselesi gibi algılanan bipolar hastalığına sahip bireyler, atak sonrası daha artan suçluluk duygusuna aşinalar. Suçluluk duygusu, elbette sadece bu hastalığa özgü olmayan bir duygu durum hâli. Türkiye’de, özellikle kız çocuklarında, çocukluktan başlamak üzere bedende ve ruhta yerleşen ağır bir yük olduğu mâlum. Ancak, burada biraz daha özel bir durumdan bahsetmek istiyorum. Bipolar hastalığı olan bireylerin ağır ve yoğun acı çektikleri, neredeyse bir fiziksel acı gibi tarif ettikleri depresyon döneminde (intihar vakaları hastalığın bu döneminde yaygın), herkese ve her şeye karşı suçluluk duygusunu başat duygulardan biri olarak yaşıyor ve tarif ediyorlar. Hastaların özellikle uzun süren depresyon dönemlerinde yaşadıkları bu suçluluk duygusunun, yüksek ihtimal aileleri tarafından hastalığın başka dönemlerinde (daha çok hareketli dönemlerde) hissedilip, hastaya ve hastadan sonraki kuşağa, onun çocuklarına da devredilen gizli bir utançla da ilgisi var. Duygu durumundaki dalgalanmalar sebebiyle bipolar hastalığı bulunan kişilerin bazı dönemlerde yaşadıkları ve yaşattıkları “uygunsuzluklar”, aileler yeterince bilgi ve farkındalık sahibi olmadığı için, kimi uzmanların da üslubu ve üsttenci dilleriyle beraber, çoğunlukla bir utanç, öfke, hastalığı inkâr olarak yaşanıyor ve bedensel-ruhsal tüm tezahürleriyle, hastalığı olan kişi tarafından da içselleştiriliyor. Kendini damgalama (self-stigmatization), içselleştirilmiş damgalanma (internalized stigmatization) denilen bu süreçler, özgüven eksikliğine sebep oluyor ve kişinin özgüven eksikliği, değersizlik duygusu, sıklıkla tetikleniyor.

 

Pek çok farklılık ya da başkalık halleri için olduğu gibi, aile, arkadaşlar ve toplum, çoğunlukla psikiyatrik hastalıklarla ilgili yeterince bilgiye sahip değil. Bu konuda bir eğitim verilmiyor, farkındalık çalışmaları topluma yaygınlaşmıyor. Normu, normalliği, uyumu belirleyen unsurların felsefi, toplumsal, politik-ekonomik zemini sorgulanmadan, hastalık, kişiye ait, kişiden kaynaklanıp kişiye dönen bir bozuklukmuş gibi algılanıyor. Toplumda, hastalığın ortaya çıktığı koşullar, aile hayatı, toplumsal hayat ve ilişkiler, bireyin kurumlarla ilişkisi ve yapısal dinamikler birlikte değerlendirilmiyor (5). Beş-on dakikalık klinik muayenelerde ise genellikle hastanın içinde bulunduğu bağlam, ruhsal hastalıkların sosyal belirleyicilerine sıra bile gelmiyor, yeterince sorgulanmıyor (6). Hasta da hasta yakını da derdiyle yalnızlaşıyor.

 

Depresyon konusuna daha ayrıntılı değinecek olursak, bipolar hastalığı bulunan bireylerin yaşadığı sancılı depresyon dönemleri ve genel olarak depresyon, en eğitimli kesimlerde dahi, bir iç sıkıntısı ve kasvet ile karıştırılabiliyor. ‘Bugün çok depresifim’, ‘canım sıkkın’, ‘feci depresyondayım’ ile asla aynı şey ifade etmeyen bu hastalık, farklı görüşlerden ve toplumsal sınıflardan pek çok kişi tarafından yadsınıyor. Yoğun acı çeken hastaya örgü örmesi, biraz hava alması, yoga, meditasyon yapması, kendini dinlemeyi bırakması, etraftaki diğer acılara, daha kötü durumdaki insanlara bakıp şükretmesi, dua etmesi ya da ilaçta çözüm aramayıp, sağlıklı bir yaşam için bazı örgütlenmelere katılması tavsiye edilebiliyor. Farklı bağlamlarda ve zaman aralıklarında, en azından bazıları hasta için de anlamlı olabilecek bu öneriler, hastalığın anın içindeki yakıcı deneyiminin ortasında, çoğu kez bir karşılığa sahip değil. Kişi, şımarıklıkla, zayıflıkla, yeterince bilince sahip olmamakla itham ediliyor; kendini daha zayıf, daha suçlu hisseden/hissettirilen bir döngüye giriyor. İçinde bulunduğu hâlden, büyük bir mücadele verse dahi, kendi hatasından ya da eksikliğinden ötürü çıkamadığına inanmaya başlıyor. Acısını, boğuntusunu tarif edemiyor, söze dökemiyor, ağrıyan yerini gösteremiyor. Bedensel olmayan (oysa bedensel de) acı yeterince görülmüyor, anlaşılamıyor. Yetersizlik duygusu körükleniyor. Kişi, yine yalnızlaşıyor. Karantina, izolasyon ve sosyal mesafelenme, depresyon kelimesinin dolaşımını daha da artırdı. Depresyonun somut tezahürü ise, ancak ve ancak intihar sebebiyle ve intihar yaşandıktan sonra geriye dönük olarak anlaşılmaya başlanan bir olguya dönüşüyor. İntihara giden sürecin bir de görünmeyen öncesi var.

 

Bir İhtimal Daha Beliriyor: İncinebilirliğin Politikası

 

Metinleriyle yaşadığımız yüzyılın meselelerine oldukça kapsamlı ve derinlikli bir bakış açısı getiren Byung-Chul Han’ın çok etkilendiğim Eros’un Istırabı (7) kitabından bir alıntının, geçtiğimiz haftalarda bir caps halinde çokça paylaşıldığını ve tartışıldığını gördüm:

 

“Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir “kendini referans alma”dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır.” (s. 10).

 

Her ne kadar yazarın esas meselesinin farklı bir noktaya değinmek olduğunu anlasam da, bu cümleleri okurken duraksadım. Belki de kitabın eksik ya da indirgemeci bulduğum yegâne kısmıydı. Çünkü kitap “başkayı başkalığı içinde tanıma ve bu başkalığı teslim etme”nin Eros ile bağlantısı üzerine yazılmış gerçekten çok iyi bir metin. Nilüfer Kuyaş bu kitap üzerine çok değerli ve ayrıntılı bir inceleme yazısı yazdı, ancak o da bahsettiğim kısmını sorun etmedi (8). Burada sınırlı bilgimle geniş bir depresyon tartışmasına girmek değil amacım; Byung-Chul Han’ın temel meselesi de o değil. Ancak konumuz bağlamında beni bu alıntının paylaşılma ve tartışılma biçimi/yoğunluğu ilgilendiriyor. Orada şunu gözledim: Depresyonu, yine sadece kişiye özgü ve kişinin kendi kendine içinden çıkamadığı, belki çıkmayı tercih etmediği bir hâl olarak tanımlamak oldukça yaygın. Kuşkusuz depresyon ve narsisizm arasında ilişki saptanabilecek pek çok durum da söz konusu. Ancak, hastalığı salt bu noktadan yola çıkarak değerlendirmek, çoğu zaman eksik bilgilere ve meraka dayanıyor. Bu tür analizler, sadece felsefi, eleştirel alanla da sınırlı kalmıyor. Genelde fark edilmeden, farklı sözcüklerle aile, arkadaşlar ve depresyonla mücadele eden kişinin yakınları tarafından kişiye karşı itham olarak da sarf edilebiliyor. Üstelik, tersten bir yerden, kişinin sadece kendi derdine düşmüş, kendiyle uğraşıp duran biri olduğuna vurgu yaparken, yani bir taraftan narsisizm eleştirisi yapmak isterken, diğer taraftan depresyonu belirli bir sınıfsallığa hapsediyor ve hastalığın arka planında yatan karmaşık toplumsal ve sınıfsal dinamikler de görmezden gelinmiş oluyor.

 

İncinebilir gruplara dair gerçek bir farkındalık, ancak durumlar arasındaki incelikleri, ayrıntıları, farkları görmekle, ya da görme sorumluluğunu üstlenmekle, en azından üstlenmek istemekle mümkün olmaz mı? Benim cevabım olumlu. 5Harfliler sitesinde yakında çok etkileyici bir çeviri yazı yayımlandı. Charis Hill tarafından yazılan, Selen Güler tarafından çevrilen, “Sizi Sakatlar Kurtaracak: Engelli Hakları Aktivistinden Koronavirüse dair Önemli Bir Mesaj” (9), bu yazıyı kaleme almam için ayrıca ilham verdi. Charis Hill’e ise Alexandra Brodsky adlı bir twitter kullanıcısının (@azbrodsky) şu tweet’i ilham vermiş:

 

“Dostane bir hatırlatma: Siz salgında ölecek olanların sadece yüksek risk grubundaki kişiler olduğunu söyleyip içinizi rahatlatırken o bahsettiğiniz insanlar da sizi duyuyor.”

 

Yazı, incinebilirliği politik bir bağlamda ele alarak, korona günlerinde engelli bir aktivist olmaktan yola çıkıyor. Sağlıklılığın bir imtiyaz olarak yaşanışını ableizm kavramıyla eleştiriyor ve “engelli insanların pandemi uyarılarında yer bulamadığına,” “engellilerin kullanılarak sağlığı yerinde olan insanlara korkmamalarının” söylendiğine dikkat çekiyor. Gündelik dilde dönüşümün gerekliliğine ve politik mücadeleye vurgu yapıyor.

 

Politik mücadele ve dilde dönüşüm teorik düzeyde zaten birlikte ele alınan kavramlar. Ancak, büyük toplumsal kriz anlarında ve aciliyetler söz konusuyken tam da bu birliktelikten taviz veriliyor. Tanıl Bora, Ulus Baker’i andığı “Nezaket” başlıklı yazısına şöyle başlıyordu:“Nezaketten söz edecek zaman mı? […] Onca ölüm zulüm varken (…)” ve soruyordu: “Nezaketin, siyaset erbabının nezaket ziyareti protokolünden öte bir politik manası olabilir mi?” (10).

 

Hızla taviz verdiklerimizin uzun vadede genelde en incinebilir gruplar aleyhine gelişmesi, hem sistemin bozuk yanına hem de farklı alanlarda sistemle/düzenle mücadele ederken, ne yazık ki pratikte ve dilde eksik kaldığımız yerlere işaret ediyor. Aslında tam da orada bir ihtimal daha beliriyor. İncinebilirlikleri dikkate alan bir politika üretilmesine katkı sağlamak. Nasıl? Tam da krizin ve şaşkınlığın ortasında aynı anda bin bir cepheden uç veriyor meseleler. Örneğin, Türkiye’de 20 yaş altına getirilen sokağa çıkma yasağından sonra, epilepsi hastası çocuğu için bir türlü ambulans bulamayan bir anne, çocuğuyla beraber sokağa çıkmak zorunda kalıyor ve durduruluyor. Kafeler, barlar, küçük işletmeler kapanıyor; işletmecileri kira ödeyemeyecek duruma gelirken, baktıkları sokak hayvanları aç kalıyor. Alınan önlemler yok değil, ama yetmiyor. Trans bir birey, tam da karantina günlerinde, komşularının şiddetinden ve tacizinden dolayı evine giremiyor. Tam da bugünlerde kadına şiddet vakalarında artışlar yaşanıyor ancak bu artışın bilgisi, muhalif meslek kurumları ve sendikalar tarafından dahi talep edilen acil önlem paketine dahil edilemiyor. Unutuluyor. Birçok öğrenci internet erişim sorunu sebebiyle uzaktan eğitim imkânından yararlanamıyor. Yani, “biz birbirimize yetmiyoruz Türkiyem!”, yetemeyiz, yeterince sorumluluk üstlenmeyen bir devletin borcunu kapamaya hiç yetemeyiz, yetmemeliyiz. Kaynaklara bakıyoruz ve görüyoruz ki başka türlü, incinebilir grupları dahil eden, kamu odaklı bir politika üretmek, eldekileri buna göre seferber ederek detaylı, incelikli kararlar almak, aynı anda hem toplumun sağlığını hem refahını düşünen, dezavantajlı grupların, bireylerin, kimliklerin damgalanmadan ihtiyaçlarının karşılanabildiği bir sistem ve yapı oluşturmak mümkün. Bunu bu şekliyle talep etmek en temel hakkımız. Ama birbirimize karşı da sorumluluğumuz var. Salgın, ortak sorumluluk konusunu sadece rasyonel düzeyde değil, bedensel ve ruhsal olarak da yeniden hatırlattı. Hissettirdi.

 

Hem sıradan hem de olağanüstü günler yaşanırken, toplum içindeki farklı kırılgan durumlarımıza, dezavantajlı gruplarımıza, kimliklerimize dair farkındalıklar, tahmin ettiğimizden büyük etkiye sahip bir dönüştürücü güç. Detayları, dertlerimizi sormaya vakit bulmak, satır aralarını okumak, bildiklerimizin ezberini bozmaya hazır olmak her zaman kolay değil; ama bunlar bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Salgın, kırılganlıklar ve incinebilirlikler hakkında daha çok düşünmemizi gerekli kıldı. Dünyanın her bir derdinin ve incinebilir nüfusunun aynı anda farkında olmak ve sürekli oradan oraya koşturmak değil kastettiğim. Tüm dünyanın yükünü taşımaya bir çağrı değil. Bu mümkün de değil sanırım. Neyse ki pek çok farklı alanda mücadele eden ve saha tecrübesine sahip bireyler, gruplar, sivil toplum örgütleri, aktivist oluşumlar var ve tüm hak gasplarına rağmen, savunuculuğunu yaptıkları meselelerin salgın günlerinde de toplum nezdinde görünürlüğünü sağlama gayretindeler. Özellikle Gezi sürecinin sağladığı yeni araçlarla birlikte, tüm siyasi tıkanmalara ve kutuplaşmalara rağmen, farklı dil ve yöntem arayışları/tartışmaları devam ediyor. Salgın, kuşkusuz bu arayışlara dair yeni zorluklar, kısıtlamalar ve sorular ortaya çıkardı. İçindeyiz, henüz her şey sisli, puslu.

 

Öte yandan, herkes için geçerli olabilecek çok basit farkındalık çalışmalarının ve emek verilen küçük değişimlerin dahi, hak mücadelesine ve uzun soluklu politikalara katkısının hala büyük olduğunu umut ediyorum. Dilimizdeki değişimler örneğin; her kötülüğe ya da çelişkili duruma “şizofrenik” dememek, “ruh hastası”nı bir hakaret olarak kullanmaktan vazgeçmek, “ruhun hastalanabileceğini” teslim etmek, suç işleyen insanların “tımarhaneye kapatılmaları gerektiği”ni söylememek, duygulardaki her iniş çıkışı “bipolar” diye nitelememek, sadece 140 karakter sınırından dolayı değil, gerçekten de kelimeleri boşa harcamamak…

 

Farklı incinebilir hallere ve durumlara dair detaylı bilgi edindikçe ve bu bilgiyi birbirimizle paylaştıkça, bize sunulandan daha zengin ve incelikleri göz ardı etmeyen bir toplum tahayyülü kurmaya dair ihtimaller yeşeriyor. Daha sert ihtimaller de var elbet, şu an daha güçlüler üstelik; ama diğerleri de var. Var. Kalıcı ve ısrarcı şekilde, etrafımızdaki detayları görmeyi dert edip paylaşmak sadece bizi birbirimize yakınlaştırmıyor. Devlete ve kurumlara sorumluluklarını hatırlatırken de daha güçlü, somut ve sağlam araçlarla hareket etmemizi sağlıyor.

 

Bu toplumun yaşadığı en acı günlerden birinde, Hrant Dink’in cenaze töreninde, Rakel Dink’in okuduğu ‘Sevgiliye Mektup’ pek çok kişinin hafızasında canlı duruyor. O mektuptaki şu cümleyi hiç unutamadım: “Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim.” Herkesin hakkının herkese geri verilebileceği bir dünya, hâlâ üzerine düşünmeye değer mi? Korona günlerinde farklı cevaplar veriliyor, aranıyor, tartışılıyor. Sis, pus dağılırsa yeniden konuşulacak muhtemelen. Şimdi her şey yoğun, belirsiz ve tutulamayan yasların ağırlığıyla dolu (11). Geri vermenin ilk adımı kadim bir bilgiden ve sezgiden başlıyor olmalı. O hakkın varlığını görmekten, bir vakitte bir kaybın, bir örselenmenin, bir incinmenin gerçekleştiğini ve şu an ortada açık bir incinebilirliğin var olduğunu kabul ve teslim etmekten…

 

 

 

Kaynaklar:

 

 

 

Ana görsel: Cihat Burak, ‘Portreler’.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Ferhunde Hoca’nın Ardından
Hamileliğin İstanbul Hali – Neydik, Ne Olduk?
“Doğanın sarıp sarmalamasına ihtiyacımız var”

Pin It on Pinterest