Duygu Asena’nın ölüm yıldönümünde bir e-posta gördüm. ”Onu en çok üzen neydi biliyor musunuz? Feminist olmadığı halde, feminist olarak suçlanması” diyordu. Ardından da Asena’dan ”Ben asla feminist değilim ve olmadım. Ben Türkiye’mizde asırlarca ezilen-ezdirilen-sömürülen ve bir mal muamelesi yapılan kadınlarımızın, aynen erkekler gibi eşit ve aynı haklara sahip olduklarını anlattım. Gerçek eşitliği savundum.” diye alıntı yapıyordu. Alıntının Duygu Asena’ya yakıştıramadığım TürkiyeMİZ, kadınlarıMIZ iyelik vurguları ve eşitliği mutlaka erkeklerle karşılaştırmalı olarak anlatma ihtiyacı haricinde feminizmin tanımı zaten buyken, feministliğin bir suçlama olduğunu kabul etmesine ve bunun onu üzmesine nedense ihtimal veremiyorum. Onu başkalarının alıntılarındansa, kendi sözleriyle ve daha da önemlisi bu sözlerin bizim üzerimizdeki etkisiyle hatırlamak iyi geliyor.
Ayşe Düzkan’ın Pazartesi için 2001 yılında kendisiyle yaptığı söyleşi:
Sen kız lisesinde okudun, değil mi Duygu?
Evet, Kadıköy Kız Lisesi.
Kız kardeşinle ikiniz çok güzel kızlarmışsınız? Kız kardeşin de (İnci Asena) güzellik kraliçesiydi.
Annemin güzelliği meşhurdu. Bizim adımız hiç geçmezdi. İnci güzelliğini ön plana çıkaran bir kadın olmadı. Güzellik yarışmasına girmesi babamdan kurtulmak içindi. Çünkü Milliyet Gazetesi birinci gelen kıza Londra’da okul bursu veriyordu. Ve girdi kazandı, eğitim bursunu da aldı, Milliyet Gazetesi’nin o zamanki en ünlü yazarı Halit Çapın röportaja geldi, birbirlerini sevip evlendiler, çocuk falan derken bursa gidemedi.
Senin gazeteciliğe başlamanda da güzelliğinin katkısı var değil mi? Şirin abla diye köşen vardı.
Evet. Fotomodel gibi istedi beni Zeynep Avcı o köşeye, öyle girdim ben.
Kadınlarla erkekler arasında bir çelişki olduğunu nasıl fark ettin?
Fark ettiğimin de farkında değildim aslında ama hep kavga halindeydim. Gazeteciliğe başladığımda o yönde gittim. Sonra yavaş yavaş bilinçlenmeyle, bunun ne olduğunu anlama paralel gitti.
Sence neden başkaları değil de sen fark ettin?
Evet, yazı yazan bir sürü kadın vardı, niye ben fark ettim, bunu da bilemiyorum. Sonra, onlar değil de ben fark ettim diye kızdılar, beni küçük gördüler zaten o ilk kitaptan sonra. Çok aşağıladılar.
Kadının Adı Yok‘un çıkışı çok önemli bir döneme geldi. İlk yürüyüş, ilk dergiler hep 1987 yılında. Bütün o kalkışmanın popüler alanda yansımasıydı sanki. Çok işlevli bir kitaptı yani. Diğer kitapların aynı etkiyi yapmadı.
İnan program yapar gibi yapmıyorum ben, ona bağlıyorum. İkinci kitap birincinin devamıydı. Ama birincide her şey o kadar konmuş ki, o kadar ilgi görmedi, çok sattı ama. Ondan sonra da didaktik olmak istemedim belki.
Eskiden öfkelendiğin şeyleri anlamaya çalışmışsın?
Evet öfkeyle yaptığın zaman, belki daha iyi geçiyor okura. Gazete yazılarım da hâlâ çok öfkelidir. Hemen cevabını alıyorsun ama kitaplarımda galiba biraz daha edebiyat olsun istedim.
İlk kitabınla ilgili ısrarla “Ben edebiyat yapmıyorum” diyorsun.
Edebiyat yapmıyorum demiyorum ama edebiyat olup olmaması için insan uğraş veremez. Ya edebiyattır ya değildir. Ben şimdi oturayım da bir edebiyat yapayım denmez ki. Benim kapasitem bu, insan kendini bilir, benim yeteneklerim bu.
Belki eleştirilerden etkilenmişsindir.
Olabilir, bilinçaltımda o olabilir. Çünkü bu kitap çıktıktan sonra suç işlemişim gibi eleştirildim, çok ağır hakaretler gördüm. Böyle kendinden emin olmayan bir insan olsaydım ortaya çıkamazdım. Bunları asla unutmayacağım ve ileride isim isim ayrıntılarıyla yazacağım. Erkeklerden çok kadınlar yaptı bunu. Bu o kadar sıradan ve basit bir şey ki, kadının yaşadığı nedir yani. Ama o kadar da ilgi gördü ki, bunu ben niye akıl etmedim diye de kızdılar.
Batı’da da bu tür çok kitap var. Onları okumuş muydun?
Batı’dan birkaç kitap okumuştum, Marilyn French’i çok severdim. O da çok sıradan gibi, çok hoş yazardı.
Biz de hep o kitapla feminist olduk. 1997’ye kadar basında, sen de, başka kadın yazarlar da kadın sorunlarıyla ilgili çok yazıyordunuz, bu konuda tartışmalar vardı. Şimdi neden kesildi?
Bir kere her şey biraz moda, basında da bu var. Milliyet’te yazmaya başladıktan sonra onlara da çok yer ayırmaya başladım. Diğer kadınlar da, sırası geldikçe yazıyorlar ama birincil konuları değil.
Kim belki daha iyi bir dergiydi ama Kadınca‘nın etkisi müthişti. Basında bir “ilk” ti, neredeyse yazan herkes feministti.
En azından anti-feminist değildi. Kadınca‘yı hâlâ çıkıyor zannedenler var. Bir kadın dergisi hem şık olacak, hem ilan alıp patrona para kazandıracak, hem de insan hakları, kadın hakları savunacak. İşkenceden morarmış bir insan resmi koyduk dergiye, Türkiye’nin tarihinde böyle bir olay yok. Ama şimdi bunlar kapandı, bu fikirler yayılmayacak gibi düşüncelere ben katılmıyorum. Mesela internetle iletişim var.
Ama o tür yayının etkisi başka. İnterneti evde zenginler, kafelerde de erkekler okuyabiliyor.
Evet, dediğin doğru böyle bir yayın olsa iyi olurdu ama o konuda hiç umudum yok. Televizyonlarda bu tip programlara yer açılması, televizyon iletişimi falan. Bilmiyorum, çok vahim bir durum değil ama olsa iyi olur diye düşünüyorum. O zaman yeniydi, çok ilginçti, bu kadar dergi yoktu, dergicilik diye bir şey yoktu.
Bir de benzer şeylerden bahsettik hep. Onun yerine daha radikal bir söz aradık mı?
Hayır, onun yerine daha radikal bir şey aramadık. Dayak o zaman, Kadınca‘ya kadar, üzerinde hiç düşünülmemiş ve konuşulmamış bir şeydi. Kadının dayak yemesi sanki çok doğal bir şeydi. Bizle birlikte, sonra o yürüyüşlerle dayak gündeme geldi ve sanki yeni bir şeymiş gibi Türkiye’nin gündemine oturdu. Şimdi dayak konuşuluyor ama sıradan bir şey gibi, dayağın varlığı kabul edildi. Aslında iyi bir noktaya gelindi. O zaman varolan konular bugün yatay olarak gündemde. Kim‘de biz yapmaya çalıştık, ama yeni bir şey üretemedik belki de.
Burada ve yurt dışında çıkan yayınları, okuyor muydunuz, onlardan besleniyor muydunuz?
Evet, tabii daha radikal, yabancı dergilerden besleniyorduk. Şimdi benim beslendiğim bir yayın yok. Çok yoğun bir hayatım var, nerde ne çıkıyor takip de edemiyorum. Belki bu bir yumuşama diyorum kendime, bilmiyorum. Ama aldırmazlık yumuşaması değil bu, tam da tanımlayamıyorum. Belki de şu, başka konularla çok ilgilendiğim için. Politikayla ilgileniyorum, yani üç kere kadınlarla ilgili yazıyorsam; beş kere F tipi, ölüm oruçları yazıyorum, çünkü çok vahim.
Milliyet’te sana cezaevinden gelen bir mektubu başlığa çıkartmıştınız.
Evet, o haberden sonra Milliyet’in nüshaları yakıldı, otobüsü taşlandı, bana küfredildi, polislerin eylemine de denk geldi. Ama bizim millette olayları birbirinden ayırma yok. Hiçbir terör olayını ben onaylamıyorum. Ama Barış’ın orucuyla, Barış’ın ölümüyle, hiç kimseyi öldürmemiş, yaralamamış, dolandırıcılık yapmamış, bir duvara yazı yazıp içeriye girmiş bir gençle polisin ölümünü birbirine karıştırıp niçin bana küfrediyorlar, bu anlaşılır bir şey değil.
Kürt bölgesine sık sık gidiyorsun. Kürt kadınların durumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Orada Kürt kadını, Türk kadını diye ayırmıyorum. Çünkü oradaki bütün kadınlar hakikaten hayvan muamelesi görüyor. Kürt kadını iki kere daha kötü durumda ve durumunun hiçbir zaman düzeleceğine inanmıyorum. O konuda çok umutsuzum.
Ama Kürt kadınlar arasında kadın bilincine sahip çıkmaya başlayan kadınlar var.
Evet politize olmuş kadınlar var ama yeterli olacağını düşünmüyorum. Bizde çok milliyetçi bir politika var. Bunu çok vahim buluyorum. Çünkü ters bir milliyetçilik benim anlayışıma göre. Türklüğü yüceltip diğerlerini Türkler’in içinde yok etmeye çalışmak. Bu hükümet gidecek, bütün insanları eşit gören, hepsi için bir şeyler yapmaya çalışan insanlar topluluğu gelecek. Ama bu bir ütopya, Türkiye’de imkânsız görünüyor.
Bu anadilde yayın meselesi özellikle kadınlar açısından önemli değil mi?
Çünkü erkekler Türkçe biliyor, kadınlar bilmiyor. Niçin? Okula gönderilmediği için. Tercüman aracılığıyla konuşuyoruz Kürt kadınlarla.
Ana dilde eğitimle ilgili ne düşünüyorsun?
Her türlü hakkın verilmesinden yanayım. Mesela Almanya’daki Türkçe yayını kesseler, burası Almanya başka dilde yayın olmaz deseler, bizim ülkemiz ayağa kalkar. Faşist Avrupa filan der.
Basın da çok milliyetçi değil mi?
Aslında basın olmasa Türkiye’de hiçbir şey ortaya konmayacak, onu bir kere görelim. Ama dediğin çok doğru. Zaten bilinçli bir okur, gazete alayım da bilinçleneyim diye okumaz, haber alayım diye okur. Bilinçsiz olan da alıyor, hayal ediyor, özlemini duyuyor.
Sence basının bu halinin kadınlar üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Yazılı basından çok görsel basın bu konuda tehlikeli. Çocuk mankenlik yarışması yapılmış mesela. Herhalde bütün küçük kızların hayalinde bu var. Güzel bir kız olmak ve ünlü olmak. Çünkü güzel olmak ünlü ve zengin olmak için yeterli. Bunu öğreniyor çocuklar, anneler de bunu körüklüyor. Gazeteci arkadaşlarla televizyon ropörtajlarıyla ilgili konuşuyoruz bazen. Güzel olsun ama iki çift laf etsin, yok diyorlar. Akıllarını geliştirmek için bir çabaları da yok o güzel kızların. İki şey var hayatlarında, para ve ün ve bunları sağlayan zengin bir adam. Güzelliğin güvenilir olmadığının farkında değil ki. Ben otuz yaşındayken çocuk gibiydim. Şimdi otuz beş yaş için artık bitmiş yaş olarak bakılıyor. Çünkü on yedi yaşındaki kız güzel olduğu için, ünleniyor. Eskidikçe ne yapıyor, bir herif kapabilmişse hayatının başarısını yakalıyor! Aşk zaten düşmüş, artık aşk “in” değilmiş e-maillerden onu anlıyorum. Mantık, evlilik, hoş bir yuva şu anda in’miş. Ben 87’de yazıyordum evlilikte aşkın önemini, hâlâ yokmuş aşk. Bana, “Aşka çok kafayı takmayın, geliyor ve geçiyor,” diyorlar. Başka bir grup var tabii, hâlâ aşk diyen. Ama daha ekonomik ve eğitim olarak üst grupta aşk “out” olmuş. Şu anda benim kafamda da aşk “out”, ama bir yerlerden geçerek böyle. Nasıl olsa geçecek, ne diye kafayı takayım, biraz huzurlu yaşayayım şeklindeyim. Ama onlar bunun farkında değiller, aşk ne demekmiş diyorlar.
Ama aşk geçici bir şey değil mi?
Geçiyor, aşk da geçiyor, aşka verdiğin önem geçiyor. Şimdi böyle diyorum ama tak diye âşık olabilirim ama illâ olayım takıntım yok. Çok hareketli bir hayat, bir şey üretmek, bunlar onun yerine geçiyor. Ama onlar aşkın geçişinden çok güzelliğin geçişine üzülecekler herhalde, çünkü onunla var oluyorlar. Hakikaten çok ciddi bir durum. Sırf güzelliğiyle zengin bir erkek yakalamış ve o güzelliğini sürdürmek için sürekli estetik faaliyetler içinde. Ben o kadınların mutlu olduğuna inanmıyorum, çok acınacak durum.
Sen hiç takı takmazsın, dekolte giymezsin değil mi?
Hayır, onun da sebebini bilmiyorum. Yani gençliğimde bile ben göğsümü falan açmadım. Bir tek kısa etek giyerdim o kadar. Birinin benimle konuşurken gözünü aşağıya kaydırması sinirime dokunuyor. Takı da takmıyorum, eskiden takardım, uğraş isteyen bir şey. Pahalı takı takmak ise utanç verici geliyor bana, yani paramı şuraya asmışım gibi. Bir erkeğin aldığı on milyarlık bir şeyi takarak bundan nasıl gurur duyulabilir, ben anlamıyorum. Ki o erkeklerle ne mutlu bir seks hayatları vardır, ne de aşk… O heriflerin yatağında çıtır dedikleri bir sürü kız vardır. Bana utanç verici geliyor, ben kendi paramla bile almam. İyi bir araba alırım çünkü o bana güven veriyor, onu kullanıyorum, pırlantayı kullanamıyorum ki.
Kadınca da, Kim de ve bireysel olarak sen de kadın hareketinden özerk oldunuz hep.
Evet biz dergide bütün bu hareketleri ve dernekleri duyurduk, destekledik. Ama ben bir yere ait olmaktan çok korkarım. Bu parti de olsa böyle, dernek de olsa böyle. Çünkü orada hoşuma gitmeyen, karşı olduğum, yanlış bulduğum bir şeyler her zaman oluyor, olabilir. Gazeteci olarak da girmemek gerektiğini düşünüyorum. Mesela bir partiye mensup olan gazeteciler var, doğru bulmuyorum ben.
Nasıl tepkiler alıyorsun son zamanlarda?
Demode feminist diye eleştiriliyorum mesela. Avrupa’da, Amerika’da bu demode midir, bilmiyorum. Ama kadınlar ezildiği, haklarını alamadığı sürece feminizm nasıl demode olabilir, bana bunu anlatmaları lazım. Hani kadınlar her hakkını almıştır da, küçük küçük şeyler istiyorlardır filan da, sorunları demode bulursun. Hâlâ yoğun problemler yaşanıyor.
Bugün yapılması gereken ne sence? Söylemimizi yumuşatmamız mı gerekiyor?
Hayır bence yumuşamak doğru değil. Bizim o seksenli yılların sonlarında çıktığımız yerden bir grubun başlaması lazım.
Bu defa nereden başlamak gerekiyor?
Başka yerden başlaması da gerekmiyor. Evlilik, ayrılıklardaki haksızlık, hepsi var, birkaç madde değişti sadece. Esasen kadınlar basında çok iyi durumdalar, fakat onlar da çok vahim bir durum yoksa yazmıyorlar. Belki ekonomiden, bankaların batışından, gündelik politikadan bahsederek daha önemli ve güçlü hissediyorlar kendilerini. Halbuki bu sözünü ettiğim kadınlar çok kafası çalışan; belki benden çok daha bilgili, görgülü kadınlar. Çözemiyorum nedenini, şöyle bir tepeden bakış var, yani onlar senin konuların gibi. Bu durum geçse, bir kıvılcım olsa, onlar bir heyecanlansa. Bir de erkeklerde şöyle bir şey var; arada bir kadın haklarından söz ederler. “Bir kadına bir haksızlık edilmiş, ben bunu günlerdir yazıyorum, nerdesiniz feministler?” Bir kere de sen yaz kardeşim ya, bir kere de sen yaz, bundan ötürü de böbürlenme gözüme gözüme sokarak.
Kaynak: Pazartesi, Ocak 2001
Fotoğraflar: Seda Kaya Güler’in yazısından