Geçen gün üst üste gelen birkaç tesadüf sonucu farkettim ki Kadının Adı Yok da çok bilinip hiç bilinmeyen kitaplardan biri. Böyle bir kategori hep ve her birimiz için var: Çok iyi bildiğin ama aslında okumamış olduğun kitaplar, izlememiş olduğun filmler, tanımamış olduğun kimseler vs. (Şurada Çağla ele almıştı konuyu). Ama son yıllarda bu iyi bilinip de hiç bilinmeyenler kümesi şiştikçe şişişiyor, gün geçtikçe büyüyor. Size de öyle geliyor mu? Sanki etrafındaki herşeyi, hayranlıkla bağlı olunanları, obsesifçe takip edilenleri, satır satır ezberlenenleri, bütün diğer kümeleri yutup bir tek kendisi kalacak geriye. Hiç bir şeyi gerçekten okumadan ve izlemeden her şeyi bileceğiz. Ve hiç bir şeyi bilmeyeceğiz. Herkesi tanıyacak ama kimseyi tanımayacağız. Gecikmiş bir epifani benimki muhtemelen. Ama işte takıldı aklım. Bu ürkütücü hisle kitaplık kurcalıyorum kaç gündür. Sevdiklerimi neden sevmiş olduğumu hatırlamaya, ezberime almaya çalışıyorum. Kitapları kurcaladıkça işaretler hemen karşıma çıkıyor zaten. Ah işte bu paragrafta çarpılmıştım, tabi ya şu dil taklalarına vurulmuştum, bi tek benim yaşadığıma emin olduğum bu hissi harfi harfine anlatmış olmasını yıldızlamıştım diyorum. Yeniden yeniden şaşırdıkça daha bir seviniyorum. Böyle böyle arşivden çıkanları, çizilmiş satırları, yıldızları, ünlemleri, ilk tanışmanın coşkulu işaretlerini sırası geldikçe yazayım, burada biriksin dedim.
Kadının Adı Yok‘tan genelde bir sosyoloji kitabı ya da kadınların Türkiye’deki konumunu tartışan bir inceleme kitabı gibi bahsediliyor. Bu algı nerde başladı, kitabın adı mı buna yol açtı, yanlış bir bilgi mi fazlaca dolaştı bilmiyorum. Ama son zamanlarda adı her geçtiğinde kitabın roman olduğunu hatırlatmak zorunda kalınca, Duygu Asena’yla ilk tanışmama dönmek istedim. Kadının Adı Yok anlattığı -ve romanı okumamış herkesin de çok iyi bildiği- yeni ve özgür bir kadın modeli yüzünden 30 yıldır akıllarda. Ama Asena’nın o pek münasip ve elegant tülü haldır haldır delip de öte tarafa selamsız sabahsız bir geçişi var ki kitapta bahsettiği tüm konuları, evlilik karşıtlığını, aldatmayı, ekonomik özgürlüğü, güçlü kadın olmayı alt alta bin kez sıralasak da Asena’yı Asena’dan okumayanların bu eyvallahsızlığı anlamasına imkan yok. Dilindeki ve düşüncesindeki sadelikte her şey. Bugün yüzlerce kavram ve deyimle tartışmaya alıştığımız şeyleri dünyanın en basit ve yalın düşünce dizgesinde kavrayıp defterini dürmesinde. Bir şey oluyor. Duygu Asena düşünüyor: Bu adil mi? Değil. O zaman, hadi.
Adil olmayan, eşit olmayan herhangi bir şeye bir dakika için bile olsa tahammülü yok Asena’nın. Yazısı da bu sürekli hareket içinde akıyor. Aşağıdaki uzun alıntı Kadının Adı Yok‘ta 78. pasaj. Asena, iş kadınının ender rastlanan bir yeni dünya türü olduğu ve iş kadınlarına da işadamı dendiği bir zamandan, 1987’den bildiriyor. Burada olduğu gibi kitapta da bağlamsız, kendi başına bir anlatı. Anlattığı olaylara değil de o olayları nasıl küçük hareketlerle anlattığına ve nasıl hareketsiz bitirdiğine dikkat edince, bahsettiğim yalınlığa ve eyvallahsızlığa iyi bir örnek.
Bir kadın… böyle bir işte… bu noktalara gelsin… hayret doğrusu… bravo size… kutlarım.
Bazıları gülümseyerek, bazıları kuşku dolu, bazıları hayranlıkla böyle diyorlar bana. Aynı meslekten, aynı göreve gelmiş erkekleri kimse böylesine hararetle kutlamıyor, kimse şaşırmıyor onlara. yolculuklara çıkıyorum. Yurtiçindeki yolculukların her biri inanılmaz serüvenler.
Elimde evrak çantamla, kararlı ve sert adımlarla, en ciddi yüzümle bir asker gibi basıp topuklarımı güm güm diye vurarak resepsiyona yaklaşıyorum. Görevli gülümsüyor, olağanüstü nazik, “Yalnız mısınız?” diyor. “Evet yalnızım.” Gülümsemesi hiç eksilmiyor dudaklarından, aşırı ilgili ve kibar. Yalnız olduğuma inanamıyor bir türlü. “Tek kişilik oda veriyorum” diyor. “Elbette tek kişilik vereceksiniz” diyorum. Acaba ben buraya niye geldim, ne yapacağım? (İş için geldiğimi, bir büyük holdingin genel müdürleriyle toplantıya katılacağımı, benim de bir genel müdür olduğumu ona söylemeliyim. Söylemezsem çok merak edecek ve düşleri onu çok başka yerlere götürecek.) Söylüyorum.
Gece yemek salonunda tek başıma masama oturduğumda, garsonlar etrafımda pervane oluyorlar, beni ille de salonun dibindeki masaya ve duvara dönük olarak oturtmak istiyorlar, bana orası uygunmuş efendim. Hayır, şu pencerenin kenarına oturmak istiyorum, sinirleniyorlar, garsonların korumacılık görevini kabul etmedim. Öteki masalarda yalnız başlarına oturan başka insanlar da var. Ben onları hiç yadırgamıyorum, ama o insanlar bana hayretle bakıyorlar. Yüz kaslarımı gergin tutmam gerek, kesinlikle gülümsememeliyim, sert ve soğuk durmalıyım.
Garsonlar gece boyunca etrafımda pervane, yalnız erkeklerden biri masama bir kağıt yolluyor, masama gelebilir miymiş. Garson merakla, ciddi olmaya çalışan bir suratla yanıtımı bekliyor. Garsona diyorum ki: “Bakın etraftaki masalarda o herifin kendine benzeyen bir dolu adam var, yalnız oturmak istemiyorsa, onlardan birini çağırsın, ben bir işadamıyım, o lağım faresiyle konuşacak şeyim yok.” “Peki efendim, özür dilerim efendim” diyerek gidiyor. Arkasından bağırıyorum: “Aynen böyle söyle ama!”
Başka bir kentte, başka bir otelde, gece boyunca kapım kurcalanıyor. Aşağıya telefon ediyorum, gelip bakıyorlar, kimse yokmuş. Yine kurcalanıyor, tokmak bir aşağı, bir yukarı oynuyor. Korku filmi gibi. Bütün gece uyuyamıyorum, oysa ertesi gün çok önemli bir toplantım var.
Toplantıya gitmek için bir taksiye biniyorum, şoför bana gülerek bakıyor, gözleri dikiz aynasından hep üzerimde. “İstanbullusunuz galiba?” diyor,”Evet” diyorum. Bu soru orospu musunuz anlamında. Bir zavallı, ezik, eğitimsiz, kültürsüz, aciz, bu adam aynadan sırıtarak bana bakıyor… Beni ezmeye, sıkıştırmaya, yalamaya, yutmaya hazır; hak görüyor kendinde. Ona da bir işadamı olduğumu, bilmem kimlerle toplantıya gittiğimi söylemem mi gerek?
Ağaçlıklı bir yola sapıyor, barajı görmüş müyüm. Biraz dolaşalımmış. İçim çekiliyor, sapsarı oluyorum. Avaz avaz bağırmaya başlıyorum. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun, derhal geri dön, başın belaya girer, arabaya binerken plaka numarasının alındığını görmedin mi hayvan herif, mahvolmak istemiyorsan, derhal geri dön, eşşoğlu eşşek.” Yüzüm sapsarı, bir elim kapının tokmağında, bağırıyorum. “Kızmayın canım” diyor, “peki döneriz, biraz gezelim demiştim.” Dönüyoruz.
Arabadan iniyorum. Plaka numarasını aklımda tutmaya çalışıyorum. Zamanım yok, toplantı yapılacak binaya girdiğimde betim benzim sapsarı, tir tir titriyorum. Çok korkmuşum.
Bir küçük kasabadan kente gitmem gerek, otobüse biniyorum. Yanımdaki adam durmadan bana bakıyor. Bir eli yanımda, koltuğun üzerinde. Sürekli tetikte olmalıyım. Bana dokunacak mı, ellemeye çalışacak mı, ya dokunur da anlayamazsam? Kalbim delicesine çarpıyor. Ve adamın eli yılan gibi sürünerek, kalçamın altına doğru kayıyor. Adamın bileğini sıkıca kavrıyorum, dişlerimin arasından tıslayarak, eğer hemen yanımdan kalkıp gitmezse, ağzına bilmem ne yapacağımı söylüyorum. Adam şaşkın. Boynum eğik, çaresiz, kaderime razı olacağımı, korkacağımı sanıyordu oysa. Bir an düşünüyor. Bu küfürlere karşılık mı vermeli, yoksa kalkmalı mı? Kalkıyor. Sağdan sola adamın kalktığını görenler dönüp bana bakıyorlar, gülüyorlar. Bir suçluymuşum gibi yüzüm kızarıyor.
Genellikle uçak yolculuğunu yeğliyorum. Güya en rahatı bu, yolcular en azından el atmıyorlar, uçaktaki adamlar kültürlü, yalnız olan kadına orospu gözüyle bakmıyorlar. Ne gözüyle bakıyorlar peki? Uçakta genellikle işadamları oluyor. Yanıma mutlaka bunlardan bir tanesi oturuyor. İş konuşarak dostluk kurmaya çalışıyorlar. Akşam beraber olabilir miyiz. Yalnız sıkılırsınız bu kentte. Hem de tek başınıza. Adamların hepsi evli. Onlar da işadamı, özgür, evli. Evlilik onlar için özgürlük kısıtlayıcı birşey değil. Tanıdığım tüm, evet tüm evli erkekler kadınlara ilgi duyuyorlar, ilişki kurmak istiyorlar, kuruyorlar. Sanki adamlar dayanılmaz, karşı konulmaz, olağanüstü kimseler. Hele paraları varsa.
Erkek arkadaşlarıma anlatıyorum, yakınıyorum bu tür şeylerden. “Aman sen de” diyorlar. “Senin durumunda kaç kadın var, ne yakınıyorsun, nankör.”
“Peki size yapılıyor mu bir iş yolculuğuna çıktığınızda bu gibi şeyler? Otellerde, otobüslerde, uçaklarda, size tuha bir yaratık, bir nesne gözüyle bakılıyor mu? Kalçanızı ellemeye, bacağınızı, göğsünüzü görmeye çalışıyorlar mı, taksi şoförleri sizi kaçırmaya çalışıyor mu, lokantalarda kağıt yolluyorlar mı, hafif gibi olmamak için, yüksek sesle gülmemek, ona buna gülümsememek, asık yüzle dolaşmak, ciddi olmak, işadamı olduğunuzu kanıtlamak için uğraşmak zorunda mısınız?
“Yooo!” diyorlar.
Bu kadar. “Yooo! diyorlar.” Duygu Asena yazınının özeti bu bana kalırsa. Bu pasajı bitirmek için başka tek bir kelime yazmaya ihtiyaç duymaması.