Müzelere pek meraklı biri değilim. Cis-heteronormatif beyaz erkeğin sanat yapıtına karşı ilgisizliğim ve uçuk giriş ücretleri elbette bu durumun başlıca sebeplerinden. Oysa kapalı mekanların, yani giriş-çıkış kapısı olan yerlerin aksine sokak, üretimleriyle sizi bir anda yakalayabiliyor. Feminist bir yaşam sürmek kitabında Sara Ahmed’in söylediği gibi, eğer bir kapı varsa, kapı bekçilerinden de bahsedebiliriz. Bu açıdan grafitinin bekçisiz bir sanat olduğu kanısındayım. Grafitiye dair ilgimin yoğunlaşmasında Seyit Aytekin ile sohbetlerimiz etkili oldu. Seyit, uzun zamandır Paris dahil olmak üzere dünyanın farklı şehirlerindeki grafitileri heyecanla takip ediyor. Sonuç olarak, paylaştığımız bu heyecan, sorularımızı ve düşüncelerimizi yazıya dökme ihtiyacını doğurdu. Amacımız, bu yazı aracılığıyla grafiti sanatına dair tartışmalara küçük bir katkı sunmak.
Genel anlamıyla, özgünlüğüne dair bir şeyler söyleyecek olursak eğer, grafiti sanatında ne buluyoruz?
Öncelikle, grafiti bir sergide teşhir edilme umudu taşıyan geleneksel plastik sanat arasında bir ayrım yapma ihtiyacı hissediyorum. Konvansiyonel sanat söz konusu olduğunda, atölyede ya da maddi imkanları yeterli olmadığı için evde eserlerini üreten sanatçıların, birçok zorlu aşamayı göz önünde bulundurması gerekiyor. Oysa grafiti sahip olduğu araç ve teknik sayesinde mekan içinde kendini daha özgür bir biçimde var edebiliyor vesanatçı grafitiyi yaparken zamana karşı üretiminin kaybolacağını da biliyor. Aslında grafitinin tam olarak ruhu bud. Eser hiçbir zaman o duvarda kalmayacak. Bence kalmamalı da. Ben grafiti sahasının demokratik bir alan olduğunu düşünüyorum. Evin mülkiyeti olsa da duvarın sokağa açılan tarafı gece sanatçıya ve gündüz sokaktan geçene ait: yani duvarların bir sahibi yok. Üretiminin kendisi de kesinlikle militanca ve çoğunlukla korsan ve gerilla sanatı olarak değerlendirebileceğimiz bir metodla yapılıyor. Eserler genelde, herkesin uyuduğu saatte, yani mülk sahiplerinin sanatçıyı ihbar etmeyeceği saatlerde ortaya çıkıyor.
Sanatçı: nkoghe_va, SPOT13 (2022)
Paris’e gelelim. Grafitiler Paris’te belli bölgelerde mi karşımıza çıkıyor yoksa şehrin tamamına yayılmış halde mi?
Paris, merkezinden çeperine kadar hem sayısal olarak hem de tür çeşitliliği bakımından grafiti yoğunluğuna sahip bir metropol. Stencil, afiş, kabartma, kolaj grafitileri her yerde görmek mümkün. Hemen hemen her temaya uygun farklı boyutta grafitiler görebiliyorsunuz. Örnek verecek olursak, Paris 13’te gar şantiye sahasında yer alan Spot13 gibi grafiti işgal alanları mevcut. Hatta bu işgal alanının kaybedilmemesi için alanın özneleri, grafitilerinin görünürlüğünü artırmak istiyor. Ayrıca Paris 18, Paris 20 ve Montreuil sokaklarında her tekniğe sahip çok yoğun grafitiler var. Ama , kentin griliği komple grafitiye dönerse, duvarlarda bir kaos oluşuyor. Bu da aslında burjuvaların ya da elitlerin istemeyeceği bir görüntü elbette. Paris 16 gibi daha zengin mahallelerde grafitiler burjuvazinin ya da elitlerin estetik kaygılarıyla çarpışıyor ve varlık gösteremiyor. Fakat grafitiler yoksul mahallerde ya da göçmenlerin yoğun olduğu mahallelerde her geçen gün çoğalıyor. Buradaki çalışmalar daha politik, daha çarpıcı ve komplike tekniklerle yapılıyor.
Sanatçı: Kashink, Paris 3eme arr. Rue Saint-Martin(2024)
Grafitiyi, kuir ve kadın sanatçılar açısından nasıl değerlendirebiliriz?
Bence, grafiti sanatı, kuir ve kadın sanatçılar için bir mücadele alanını temsil ediyor. Çünkü toplumsal hayattaki kavgalarını doğrudan duvara yansıtıyorlar. Bunun yanında sanatçılar, sanat tartışma platformlarında aktivist olduklarının altını çizerken ve neden grafiti yaptıklarını anlatırken, sokağın gücünden bahsediyorlar. Onlar için grafitiler, bu gücü göstermenin önemli bir parçası. Teknik açıdan, izinsiz yaptıkları çalışmalar esnasında yakalanmamak için hızlı davranmak zorundalar ve bu sebeple sık sık şablon veya poster kullanıyorlar. Eserlerinde, ayrımcılığa uğrayan kadın portreleri, göçmen kadınların sorunları ve normatif olmayan, kuir beden tasarımlarıyla karşılaşabiliyoruz. Erkek sanatçıların işlerine baktığımızda ise genelde geçmişe saplanıp kaldıklarını ve sürekli geçmişi yeniden yorumlayarak bir kısır döngü içerisinde işlerini ürettiklerini söyleyebilirim.
O halde kuir ve kadın sanatçıların varlığı ve üretimleri ile beyaz, cis heteroseksist erkek egemenliği arasındaki çatışma duvarda da kendini var ediyor diyebiliriz ?
Evet. Yani kadın ve kuir sanatçıların karşı karşıya geldiği erkek sanatçı otoritesinin, onların eserlerini görmezden gelen sanat ve sanat tarihi zihniyetinin, heteronormativitenin teslim aldığı ikiyüzlü sanat döneminin sonuna geliyoruz, geldik. Bunu, kadın ve kuir sanatçılar yaşamlarını aleni olarak göstererek gerçekleştiriyor. Görsellik mantar gibi çoğalırken, hiçbir otoritenin estetik anlayışına sığınmıyor-. Fakat bu, cinsel kimlik ve cinsel yönelim konulu işlerin kendini rahatça ifade ettiği hatta tüm duvarlarda bu konuların işlendiği anlamına gelmiyor. Örneğin, bir grafitinin üstü tamamen kapatılıp, başka bir sanatçı tarafından yeni bir iş ortaya konabilir. Bu yazılı olmayan bir kural gibidir. Çünkü duvar herkesindir. Ama burada başka bir şey oluyor. Çok iyi bir sanatçının grafitisi varsa eğer, başka bir sanatçı -genelde erkekler – o grafitide bir iki oynama yapıp altına kendi imzasını atabiliyor. Orada da bir rekabet var, ve bu rekabet feminist ve kuir sanatçıların aleyhine işliyor. Erkek grafiticiler bunu kendilerine bir hak olarak görüyor, bu işin etiğini göz ardı edebiliyor. Belki de etik onları ilgilendirmiyordur.
Sokakta bir eser icra etme ve o eserin sokaktaki varoluşu ister istemez zarar görmeye de açık halde olmak demek. Özellikle toplumsal hareketlerin sözünü ve temsillerini taşıyan işler açısından bu olasılığın bir gerçekliği var. Tabii kapitalizmin her şeyi metalaştırması da malum. Bu çerçevede grafitinin karşı karşıya kaldığı riskler neler sence?
Grafiti sanatı, sokaktaki tüm ideolojileri yansıtıyor demek daha doğru. Buradan toplumsal hareket temalı grafitiye geçecek olursak; gördüğümüz herhangi bir imaj, siyasi angajmana sahip sanatçının ne anlatmak istediğiyle ilgili olarak karşımıza çıkıyor. Yani her şey sanatçının üretmek istediği kompozisyonla ilgili. Kompozisyonun fiziksel ebatı, eserin taşıdığı radikallik derecesi, eserin yapıldığı malzeme, yapıldığı mekan, doğal dış etkenler ve zaman grafitinin ömrünü belirliyor. Örneğin Star Wars temalı bir grafiti duvarda yıllarca varlığını korurken savaş karşıtı radikal bir grafiti birkaç gün içinde yerini başka bir çalışmaya bırakabiliyor. Ya da cis- heteroseksist söyleme sahip birçok grafiti ile karşılaşmak mümkün ama bunun kaybolduğunu da göreceğiz. Görmek zorundayız.
Sanatçı:Nô/no.street.art, 43 Allée Paris-Ivry, 75013 Paris (2024)
Kapitalizm meselesine gelirsek… Her grafiti sanatçısı için sokak, bir var olma mecrası olsa da bunu sokaktan müze, sergi ya da galeri salonlarına hatta lüks mağazaların vitrinlerine taşıyanlar mevcut. Yani, bunu servet edinmenin aracı haline getiren sanatçılar elbette var. Örneğin Banksy. Yaptığı çalışmalar her ne kadar dezavantajlı grupları temsil ediyor olsa da grafitiyi alıp müzelere sokmakta, bir müzayedede performatif bir gösteriyle dile getirmekte beis görmüyor. Hem kendini muhalif olarak göstererek “kalplerimizi kazanıyor”’ hem de sansasyonellik yaratma çabasıyla sanat simsarlarını tavlıyor. Yani karşısında durduğu şeyin ta kendisi oluveriyor. Günümüz sanatının pop starı haline gelmesi de bu tutarsız performansına bağlı. Çünkü sanat alıcısı olan elit sınıfın talebini karşılama zorunluluğu hissediyor. Aynı şey, kadın bedenine dair basmakalıp vizyonu eleştiren Miss.tic için de geçerli. Miss.tic, Paris sokaklarında stereotipleri sorgulayan, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadın profili çizerken, kadın bedenini metalaştıran, estetik algısını belirleyen ünlü markalarla işbirliği içerisine girebiliyor.
Sonuç olarak, tüm görselleriyle sokak çelişkilerin barındığı bir sahaya dönüşmüş durumda. Zaten birbirinden farklı grafitilerin yanyana durması ya da birbirinin üstünü örtmesi küresel veya lokal politik atmosferle birebir örtüşüyor. Grafitileri bir nevi sokağın dili olarak düşünürsek, gözümüz neye bakmak istiyorsa onu görürüz. Bu da gerçekte hayattaki yerimizi belirliyor: ya hegemonyanın yanında ya da onun karşısında.
Not: Görsellere erişim ve röportaja desteklerinden ötürü Cevahir Özgüler’e ve Funda Başaran’a teşekkür ederiz.
Ana görsel: Kashink, 100 Rue de Bagnolet, 75020 Paris, (2024)
Fotograflar: Caustique_eme: https://www.instagram.com/caustique_eme/