6 Şubat ve sonrasındaki depremlerin üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. Yazın alınmayan önlemler dolayısıyla artan böcek türleri ve uyuz salgınları, sonbaharda yoğun yağışlarla su basan çadırlar, prefabrikler gösteriyor ki deprem bölgesinde 10 ayda değişen pek bir şey yok. Dayanışma bilinciyle örgütlenen desteklerin, işaret edilen ihmallerin, yereli yok saymayan iyileştirme tartışmalarının zamanla sönümlendiği bu süreçte; deprem bölgesine yoğunlaşan dikkatin dağıldığı, dost-düşman ayrımlarını keskinleştiren genel seçimlerin gölgesinde depremden etkilenenlerin bir kez de suçlamalarla ötekileştirildiği zamanları yaşadık. “Ya Depremden Sonra?” serisine başlarken asıl derdimiz olan “Biz ne yaşadık?” ya da “yaşıyoruz?” sorusu, türbülans halindeki ülkenin hâl-i pür melâli karşısında deprem bölgesini ve değişmeyen yaşam koşullarını daimi bir hatırlatma sorumluluğuna dönüştü. Kamusal tartışmaları yürütmeye inatla devam etmek ve bu tartışmanın olası zeminlerini yaratmak/korumak, deprem bölgesinin ihtiyaçlarını ısrarla ve yüksek sesle duyurmak, sahada halen devam eden çalışmaları ve emeği görünür kılmak ve çoğaltmak; bunlar hepimizin devam eden sorumluluğu… Bundan sebep konuşmaya, anlamaya, birlikte düşünmeye ve yan yana durarak birbirimizi güçlendirmeye devam ediyoruz. “Ya Depremden Sonra?” serisinin ilk söyleşisinde yaşananın toplumsal bir travma olması sebebiyle sahadaki psikologlara yüzümüzü dönmüş, deprem ve sonrasında ruh sağlığımız üzerine TODAP’la (Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği) konuşmuştuk. Bu kez depremin yalnız insanlar için değil tüm canlılar için yıkıcı etkilerini ve sonrasını Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’nden Mine Yıldırım ile konuşuyoruz.
Merhaba, bize biraz kendinizden ve Dört Ayaklı Şehir’den bahsedebilir misiniz?
Dört Ayaklı Şehir, kentleri ve kent çeperleri etkileyen geniş ölçekli siyasi, iktisadi, toplumsal değişimlerde, dönüşüm ve pratiklerde hayvanlara, onların yerine, etkilerine ve hareketlerine yer açma amacıyla bir araya gelmiş, araştırma odaklı bir kolektif. 2013 yılında Gezi Direnişini, çalışmalarımız için kurucu bir milat olarak kabul ediyoruz. Kent hareketlerinin, ekoloji siyasetinin, kentlerin, yabanın ve kırsalın karşı karşıya kaldığı tehlikelere karşı yerel örgütlenmelerin gündeminde hayvanların yerini ortaya çıkararak, siyasette, tarih yazımında ve toplumsal analizlerde onlara yer açmaya çalışan bir kolektifiz.
Ben de, Dört Ayaklı Şehir’de kent ve hayvanlar üzerine arşiv ve saha çalışması yürüten araştırmacılardan biriyim. Siyaset bilimciyim ve kent araştırmacısıyım. Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. İstanbul’da sokak hayvanlarının yaşamını etkileyen şiddet ve ihtimam ilişkilerinin tarihi üzerine çalışıyorum.
1910 yılında 80.000’den fazla köpeğin Sivriada’ya sürgün edilip ölüme terk edildiği Hayırsızada Vâkâsında günümüze, İstanbul’daki köpeklerin içine çekildikleri siyasi, iktisadi, mekansal, hukuki düzenlemeler, bu düzenlemelerin köpeklerin yaşamı, hareketleri, insanlarla ilişkileri üzerine çalışıyorum. Yerel yönetimlerin hayvanlara ilişkin politikalarından tıbbi bir algı olarak salgın hastalık yönetimine, kentlerdeki tahribat nedeniyle hayvanların maruz kaldığı şiddet ve istismar, bunların karşısında örgütlenen koruma, bakım ve ihtimam ilişkileri üzerine çalışıyorum. Hayvanları kırılgan gruplar olarak nasıl düşünebileceğimize dair fikir yürütüyorum. Hayvanları kırılgan grup olarak düşündüğümüzde kent yoksulluğu, kadınlar, engelliler, cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa uğrayan bireyler gibi birçok farklı kırılgan gruplarla, nasıl yan yana durduğunu ortaya çıkarmak toplumsal adalete dair en üretken hatlardan biri haline geliyor. Dört Ayaklı Şehir’in çalışmaları kent hayvanlarının tarihi ve onların yaşamını etkileyen süreçlerin tarihi ve politik analiziyle sınırlı değil. Evcilleştirilmiş sokak hayvanlarının, yaban hayvanlarının ve çiftlik hayvanları olarak çalıştırılan hayvanların temel yaşam haklarını savunma mücadelesini, arşiv ve saha araştırmaları odaklı bilgi birikimleri ışığında kurmaya çalışıyoruz. Hayvan hakları savunuculuğunu araştırmalar ışığında, sahada, toplumsal pratiklerin içinden örgütlüyoruz. Dolayısıyla kentleri, canlı yaşamını, doğal yaşamı etkileyen tüm dönüşümler, doğal ve iklim krizi kaynaklı afetler, tahribat ve değişimler, faaliyetlerimizin ana odağını oluşturuyor. Afetler çağında hayvan hakları savunuculuğunu, hayvanları koruma, kurtarma ve yaşatma çalışmaları, tıbbi tedavi ve rehabilitasyon pratikleriyle yeniden çerçevelemenin acil ve hayati olduğuna inanıyoruz.
Afetlerde hayvan kurtarma koordinasyonu çalışmalarımız ilk sınavını, 2021 yılında İzmir’de yaşanan depremle verdi. İzmir depreminde hayvan kurtarma çalışmalarının ne kadar eksik kalındığı bir kez daha ortaya çıktı. Hayatta kalan insanların ve hayvanların temel eksiklerini nasıl giderebileceğimiz, ilk müdahale anından sonra klinik tedavi, rehabilitasyon ve iyileşme süreçlerini nasıl geliştirebileceğimiz üzerine planlama ve organizasyon çalışmalarına başladık. Hayvanların kırılganlığı ya da hayvanların afetler karşısındaki dayanıklılığı, akademik olarak da politik olarak ihmal edilmiş bir alan Türkiye’de. Afetlerde hayvan kurtarmaya dair geliştirilmiş, yaygınlaştırılmış, sivil toplumun etkin katılım gösterebileceği bir protokol yok. İzmir depreminden bir sene sonra Marmaris yangınında yaban hayatını koruma ve kurtarmaya yönelik çalışmaların yetersiz olduğunu gördük. Aynı yıl, birkaç hafta sonra da Karadeniz’de yaşanan sel felaketinde de hayvanların ölüme terk edildiğine tanık olduk. Eş zamanlı gerçekleşen çoklu afetler karşısında, hayvanları arama, kurtarma ve iyileştirme çalışmaları için ülke ölçeğinde bir koordinasyon geliştirmeye karar verdik. Ancak Dört Ayaklı Şehir, Türkiye’deki her sivil toplum örgütü, her inisiyatif, her politik oluşum gibi, ne yazık ki diyeceğim, en büyük ve en kötü sınavını 6 Şubat Depremi’yle verdi. Coğrafyanın gördüğü en büyük felaketle karşı karşıyaydık. İzmir depreminden itibaren geliştirdiğimiz afet koordinasyonu modeliyle doğrudan enkaz alanında bulunmayı, ilk müdahaleciler olarak hayvan arama ve kurtarma çalışmalarına katıldık, hem de vakit kaybetmeksizin hayatta kalan hayvanların tedavilerine ve rehabilitasyonlarına başladık.
17 Ağustos 1999 depremi öncesinde ve sırasında salt hayvanları merkezine alan bir kurtarma-afet koordinasyonunun yapılmadığını biliyoruz. 6 Şubat ve sonrasında ise arama kurtarma çalışmalarından ilk müdahaleye, hayvan tedavi, bakım ve rehabilitasyonundan kayıp listeleri oluşturma ve yuvalandırmaya dek bir ağ şeklinde örgütlenebilmiş bir süreçten Dört Ayaklı Şehir özelinde söz edebilmek mümkün. Ağ modeli çalışmalarınıza 30 Kasım 2021 İzmir Depremi ile başladığınızı, Marmaris yangınlarında ve Kastamonu sel felaketinde de çalışma yürüttüğünüzü aktarıyorsunuz. Ağ çalışmasına ihtiyaç duymanızın temel sebebi neydi? İzmir, Marmaris ve Kastamonu’da süreç nasıl yaşandı? Son olarak da 6 Şubat ve sonrasının ağ çalışmalarınız açısından farkını ve önemini duymak isteriz.
Türkiye’de afet risk yönetimi, afet sonrası planlamanın, kurtarma çalışmalarının zayıflığı, kamu otoritesinin bu işi ele alma biçiminde, yüzbinlerce insanın ve hayvanın yaşamına mal olan sorunlar ve eksikler var. Biz bunu veri olarak kabul edip, uzmanlığa, yetkinliğe, etkin yeniden kapasitelenmeye dayanan bir müdahale inisiyatifi örgütlemeye başladık. İzmir depreminde nasıl bir çalışma daha fazla hayvanın hayatta kalmasını sağlayabilirdi, nasıl bir çalışma ile selde daha fazla hayvan kurtarabilirdik, daha etkin ilk müdahale nasıl organize edilebilir, yangınlarda nasıl bir organizasyon mümkün olabilir vb. sorulardan yola çıktık. En önemli tespitimiz, her afetin gerektirdiği kurtarma ve dayanıklılık modeli ile her afetin gerektirdiği saha çalışması farklı olduğu. Doğrudan yaban hayatını etkileyen yangınlara müdahale ile sel ve deprem gibi daha çok yerleşim alanlarında gerçekleşen, evlerde ve sokaklarda yaşayan hayvanları etkileyen afetlere müdahale farklı. Hayvanların karşılaştıkları riskler farklı. Her bir kurtarma çalışması belli bir uzmanlığı gerektiriyor. Afetlerde hayvan kurtarma çalışmamızda, ilk müdahaleyi, tıbbi destek, klinik tedavi ve bakım çalışmalarını merkeze alan bir afet koordinasyonu örgütledik.
Türkiye’de hayvanlara karşı ihtimam, kadim bir kültürün, gündelik yaşamı şekillendiren koruma geleneğinin parçası. Buna rağmen, hayvanların korunmaya en çok ihtiyacının olduğu anlarda, afetlerde hayvanları korumaya yönelik kurumsal bir örgütlenme yok. İzmir depreminde de, 6 Şubat Pazarcık merkezli depremlerde de binlerce hayvanı bu yetersizlik nedeniyle kaybettik. İlk müdahalecilerin müdahale edebileceği ilk 24, 48, 72 saatlik süreç hayatları kurtarmak açısından kritik. 6 Şubat sabahı harekete geçen bir ekip olarak öncelikli gündemimiz, hayvan kurtarma odaklı ilk müdahaleci ekiplerinin oluşturulması oldu.
Biz küçük, araştırma odaklı bir kolektifiz. Merkezi organizasyon yapısıyla değil, yerel ağlarla genişleyen saha bazlı koordinasyon örgütlenmesiyle çalışıyoruz çünkü her ilin afet dayanıklık çalışması, her ilin, hatta her ilçenin afet kırılganlığı ve dayanıklılığı birbirinden farklı şekilleniyor. Bu bilgiye dayanarak yoğun risk alanlarında, aktif olarak kimlere, hangi uzmanlıklara ulaşabileceğimizi ortaya çıkarmaya odaklandık. Merkezinde tıbbi kurtarma ekibinin olduğu (ki hayvan kurtarmada bu, veteriner hekimler, veteriner teknikerleri ile hasta bakıcılardan oluşuyor) bir arama kurtarma ve ilk müdahale ekipleri oluşturduk. Sonrasındaki adım, ilk müdahaleci ekipleriyle eş güdümlü çalışacak, enkaz alanında ve geri planda, organizasyon ve koordinasyonda çalışabilecek meslek gruplarını, uzmanları, profesyonelleri tespit etmek oldu. İtfaiyecilerden motorlu kuryelere, dağcılardan kaya tırmanışçılarına, ilk yardım bilen sağlık görevlilerinden elektrik ustalarına kadar pek çok farklı meslek kolundan teknik bilgisi, yeterliliği, uzmanlığı olan, arama kurtarma eğitimi almış kişilere çağrı yaptık. Farklı ilçelerde, mahallelerde spesifik ihtiyaç listesini oluşturduk, mekânsal olarak haritalandırdık ve afet koordinasyonu çağrımıza yanıt veren arama-kurtarma gönüllülerini ihtiyaç alanlarına yönlendirmeye başladık. Önceki depremlere kıyasla daha çok hayvanı kurtarabilmemizi sağlayan bu oldu.
6 Şubat günü öğle saatlerinde ilk arama kurtarma ekibini İstanbul’dan Hatay’a yola çıkarmayı başardık ve 6 Şubat akşamı Hatay, Serinyol’a vardık. Serinyol’a vardığımızda koordinasyonumuzla harekete geçen veteriner hekimlerimizin karşılaştığı ilk şey, bir yenidoğan bebek kliniğinin çökmüş olduğuydu. Yenidoğan prematüre bebekler, yeni doğum yapmış kadınlar yardım ulaştırdığımız ilk depremzedelerdi. Elektrik yoktu, su yoktu. Enerji ihtiyacının arama kurtarma çalışmalarının en hayati eksiği olduğunu biliyorduk. İstanbul’dan Hatay için yola çıkarken 12 adet jenaratör almıştık yanımıza. Böyle bir yıkım karşısında çok yetersiz değil mi? Fakat o 12 jeneratörün bile ne kadar hayati olduğunu orada gördük. Öncesinde başvurularımızı yaptığımız için yola çıkarken Sağlık Bakanlığı’ndan ve Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan hayvanlar için afet bölgesinde bir hastane kurmak üzere veteriner hekimlerimiz aracılığıyla izinlerimizi almıştık. Elbette neyle karşılaşacağımızı tam olarak bilmiyorduk ama kendimizce ihtiyaçlarımızı almış, yola koyulmuş ve vardığımızda hemen çalışmaya başlayacaktık. Ekibimiz arama kurtarma faaliyetleri yürütecek, yaralı hayvanları ilk altyapısını oluşturduğumuz sahra hastesinde tedavi edecektik. 12 jeneratörümüzün 8’ini Serinyol’da karşılaştığımız depremzede bebeklerin ısınması için kullanmaya başladık. Yanımızdaki kedi ve köpek taşıma kafeslerinde, hipotermiye girmek üzere olan yenidoğmuş bebekleri yatırdık. Başka bir planlamayla çıkmıştık yola ama elbette karşımıza çıkan ilk ihtiyaç sahibiyle de imkânlarımızı paylaşacaktık. Hayvanlar için yaptığımız çalışma insanları da kurtardı.
Sahada karşılaştığımız ihtiyaçlara cevap vermeye çalışarak ilerledik, güncel ihtiyaç listelerini yerellerde ilişki kurduğumuz gönüllüler aracılığıyla oluşturduk. Bu, ihtiyaçları güvenilir kanallar aracılığıyla gidermeyi, dağıtım problemlerini aşmayı, ihtiyaçların doğru yerlere ulaşmasını da sağlıyor. Sosyal medya ve Whatsapp aracılığıyla örgütlenen gönüllü ağlarıyla ilişki kurduk ve koordinasyon sağlayıp çalışmaya başladık. Bu bizim merkezden müdahale ettiğimiz bir örgütlenme değil. Daha çok eliptik olarak tarif edebileceğim, biri afet bölgesinin dışında diğeri afet bölgesinde olmak üzere iki merkezli, bu nedenle yatay bir örgütlenme olarak da tanımlayamayacağım bir örgütlenme. Dört Ayaklı Şehir için İstanbul merkezdi. Esasen İstanbul ve Eskişehir’deyiz, bir merkezimizi de Adana’ya taşıdık. Böylece iki merkezli devinen, büyüyen, gelişen bir koordinasyon çalışması oluşturduk. Hem afet bölgesinde kendisi depremden etkilenmeyen itfaiye çalışanlarına, inşaat işçilerine, eczacılara, sağlık çalışanlarına, dağcılık, mağaracılık, sualtı dalış kulübü üyelerine ulaştık hem de afet bölgesi dışında. Böylece hızlıca, hiçbir imkânın olmadığı, enkazdan çıkanların hastanelere ya da başka şehirlere götürülemediği bir yerde afetten etkilenen hayvanları ve insanları kurtarmaya çalıştık. Aslında bu yıkım karşısında herkesin yapabileceği bir şey olduğunu, sadece depremle ilgili değil Türkiye’de, ekonomik kriz, kadına yönelik şiddet gibi problemler karşısında da müdahale edebilme kapasiteleri hasar görmüş bir toplumda her birimizin yapabileceği bir şeyler olduğunu hem hatırladık hem hatırlattık. Tüm bunlar el yordamıyla, tekrar eden bir pratiklerden öğrenerek oldu. Bu tabii başardığımız kısmı.
Depremin ardından, ilk 9 ayda enkaz ve yıkıntı alanlarından 465 kedi, 206 köpek, 3 kuşu sağ olarak kurtardık, hayatta kalmalarını sağladık. Bu kedilerin, köpeklerin ve kuşların tamamı enkazdan çıkarılan ailesini ya da bakımını üstlenen insanları kaybetmiş hayvanlar. Felaket ve kayıp, sayıların çok ötesinde anlamamız gereken bir şey. Yakınları kaybedenler için de, yardım için afet bölgesinde olan bizler için de. Bizim için sayıların ötesinde şu var: Bir enkaza giriyorsunuz ve ölü insanlar, ölü çocuklar görüyorsunuz, sonra o evde yaşayan, yaralı bir hayvanın hayatta kaldığını görüyorsunuz, onu alıp çıkıyorsunuz. Kaybettiğimiz hayvan sayısı maalesef çok daha fazla ama bu çalışmaya ruhunu veren “iyi yaşam” diye bir şey var. Yani yalnızca hayatta kalmak ve birbirimizi yaşatmakla sınırlı değil sorumluluğumuz; birbirimize karşı iyi yaşam ve iyi ölüm sorumluluğumuz da var. Enkazda bulduğumuz hayvanların tek tek kaydını tuttuk. Onları nereden aldığımızı not ettik, ailelerini aradık. O evler artık yoklar, o insanlar yoklar. Felaketin sonrası çok zorlandığımız, ama kurtulan her bir hayvanın cıvıltısıyla devam etme gücü bulduğumuz bir süreç.
Çalışmaların önemli bir kısmı İstanbul merkezli yürütülürken, aynı zamanda İstanbul’da da beklenen bir büyük deprem varken; ağ tipi örgütlenmeniz özelinde olası İstanbul depremine dair bir hazırlığınız var mı diye sormak isteriz.
Evet, var. İki koldan yürüyor bu çalışma. 6 Şubat depremiyle İstanbul depremine dair kaygılar da çok yükseldi ama 6 Şubat depreminden önce de bu bizim gündemimizdeydi çünkü afet çalışanların ana gündemi Türkiye’de İstanbul depremidir, afet İstanbul merkezli olsa da olmasa da. Bizim afet çalışmamızda iki temel hazırlığımız var: Biri 6 Şubat depreminden sonra tam da dediğiniz gibi bir farkındalıkla başladığımız; biz yardıma gittik ama İstanbul’a yardıma kim gelebilecek diye sorduğumuz bir soru etrafında şekilleniyor. Bu noktada yereldeki birikimin ve uzmanlıkların artması gerekliliği üzerine yoğunlaşıyoruz. Bunun için de kış aylarında hazırlığını yaptığımız ve baharla birlikte de daha geniş çaplı gerçekleştirmeye başlayacağımız, umarım vaktimiz olur, arama kurtarma eğitimleri söz konusu. Yani uzmanlığı ve bilgi birikimini yalnızca merkezden başka illere götürmek değil de o ilde bu bilginin üretilmesi, gelişmesi, yerleşmesi gerekiyor. O kadar yeni bir alan ki bu, hayvan kurtarma eğitimi verebilecek ya da alabilecek insan sayısı çok az. Arama kurtarma eğitimleri, hayvan değil insan arama kurtarma eğitimleri, 500 kişiyle başlıyor, ikinci hafta 100 kişiye düşüyor, üçüncü hafta 10 kişiyle bitiriyor.
Deprem farkındalığını sadece bir panikle ve afet anında değil bilinç ve farkındalıkla hep gündemde tutmak gerekiyor. Bu eğitimleri yerelde vermek ve bunun altyapısını kurmak şu an birinci gündemimiz. İkinci gündemimiz ise bir eşleştirme modeli geliştirmek. Nasıl ki kardeş okul, kardeş ilçe çalışmaları varsa biz de İstanbul’da bir ilçedeki afet gönüllülerini başka ilçedekiyle eşleştirmek istiyoruz. Japonya’daki Büyük Hanşin (Kobe) depreminden beri bu, dünyadaki yegâne ve en ileri yöntem. Bizim her zaman kamu otoritesinin yardıma gelmemesi, insanları ölüme terk etmesi birinci problemimiz ama bunun ötesine geçtiğimizde ve onu artık bir gerçeklik olarak maalesef kabul ettiğimizde şu var: Komşunu tanı, mahalleni tanı, semtini tanı. Bu yapıyı kurmaya çalışıyoruz. Biz burada birbirimizi tanıyacağız, mahallede bir örgütlenme olacak ve bizi başkası da tanıyacak çünkü yardıma gelmesi için orayı bilmesi gerekiyor. Böylece bir semtte, bir şehirde eşleştirme sağladığımızda bunun anlamı sadece mahalleyi, semti tanımak değil, ortaklaşa bilgi üretmek ve o ürettiğin bilgiyi başka bir yerde paylaşmak; insanıyla hayvanıyla Türkiye’nin en kalabalık şehri olan İstanbul’da bilgiyi ve birikimi de yaymak. Bunu yapmanın yolu da gönüllü ağları oluşturmaktan geçiyor. Bütün dayanışma ağlarını da iki taraflı çalıştırmamız gerekiyor. İstanbul’dan yardım örgütleyip ulaştırıyoruz, elbette nerede imkân varsa kaynakların dağıtılması açısından bunun organizasyonu çok önemli ama bir o kadar daha önemli olan şey afet bölgesinde de o organizasyonun yapılabilir olması. Bu da her zaman o yereldeki örgütlenme, insanlarla çalışma, birlikte emek ve yaşam mücadelesi kurma çalışmanıza bağlı. Somut dayanışma pratikleri, ağları ve işleyen ilişkileri geliştirmekten; insanı, hayvanı, yaşamı korumak ve kurtarmak için süreçler planlayıp gerçekleştirmekten bahsediyorum.
Deprem sonrasında kadınlar, Lgbti+’lar, engelliler, yaşlılar, çocuklar, göçmenler gibi kırılgan grupların ciddi sıkıntılar yaşadığını, ihtiyaçlarına çok geç cevaplar üretilebildiğini, kadınların ped ihtiyacının ya da yaşlıların kimi ihtiyaçlarının günler sonra fark edildiğini biliyoruz. Bu kırılgan gruplara hayvanları da dahil etmenin gereği apaçık önümüzde duruyor. İnsan merkezli bakışın dışladığı hayvanlar; sahada faaliyet yürüten sivil inisiyatifler, stk’lar, yerel yönetimler ve bireysel çabalar olmasa deprem sonrasında da yok sayılmaya devam edecekti. Kurtarma-afet koordinasyonlarının yakın zamana dek insan merkezli planlanmasının, cinsiyetçi ve türcü baskın yaklaşımlarımızın etkisinde olduğunu söylemek mümkün. Siz bu dönüşümü neye bağlıyorsunuz?
Bunun Türkiye’de 12 Eylül’den bugüne verilen hak mücadelelerinin bir kazanımı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de demokrasinin sorunları ortada, şiddet atmosferik, yaşanan hak ihlâlleri maalesef korkunç bir noktaya gelmiş durumda, hal böyleyken ‘kazanım’ sözcüğünü dikkatli kullanmak gerekiyor. Özellikle hukuki mücadele alanındaki değişimler, siyaseten daha temel dönüşümleri gerektiriyor, bunlar da yavaş ve köklü dönüşümler. Örneğin hayvan hakları mücadelesinin ana gündemi, onlarca yıldır hayvana yönelik şiddetin suç kapsamına alınması ve cezaya tabi kılınması. Bu konuda ceza kanunda ve medeni kanunda hâlâ çok ciddi sorunlar var. Ama yine de Türkiye’de toplumda hayvanlara karşı sorumluluğumuz olduğuna, onların hak sahibi olduklarına, bu haklarının da korunması gerektiğine dair kuvvetli bir toplumsal talebin, bilincin ve arayışın da örgütlendiğini düşünüyorum. Hayvanları korumaya yönelik toplumsal yönelimlerin son derece kuvvetli ve etkin olduğunu mucizevi anlarda gördük.
Türkiye’de köpeklere karşı lince, soykırıma, infaza varan bir şiddetin olduğu, Cumhurbaşkanının köpeklerin katline ferman çıkardığı bir dönemden geçerken biz bu depremi yaşadık ve hakikaten hayatında köpeğe el sürmemiş insanların yaşamla ölüm arasında, bu denli bir felaketle sınandığı sırada enkazdaki o hayvanı çıkardığını gördük. Bu da hayvanlara ve insan-hayvan ilişkisine dair, kamu otoritesi ile toplumsal düzen arasında ciddi bir gerilim, hatta bir uçurum olduğunu gösteriyor. Sivil toplum bileşenleri afet bölgesindeyken, tüm kırılgan gruplara yardım ulaştırmaya çalışırken, kamu otoritesinin yaşlılara, engellilere, çocuklara yönelik arama-kurtarma çalışması neden yok? Afet planları insan odaklı diyoruz ama insanı kurtarmaya yönelik de bir çalışma yok. Yanlış anlaşılmamasını çok önemsiyorum, genel bir bakış var: “Hayvanları kurtaralım diyorsunuz ama insanlar da kurtarılmadı”. Bu doğru; hayvanlar da, insanlar da kurtarılmadı. Hayvanları kurtarmayan siyasi akıl, insanları da kurtarmadı. En kırılgan olanımız kadar kuvvetliyiz. Bütün dezavantajlı gruplar, hayvanlar, çocuklar, engelliler, LGBTİ+ bireyler, yaşlılar, onlar kuvvetli olabildiği kadar dirençli ve dayanıklıyız.
Bize şu çok soruluyor: Köpeklere karşı bu kadar düşmanlık varken köpekleri enkazda bırakan oldu mu? Olmadı. Ne mutlu. Hayat ve ölüm arasındaki kritik saatlerde dayanışma, kurtarma ve yaşatma çabası. İşte bu duygunun kaybolmaması gerektiğine inanıyorum. Kurtarma ve hayatta kalanı destekleme duygusunun dayanışmaya dönüşmesi; bunun için de yerelde faal, görünür ve güvenilir olmanız gerekiyor. Bunun da kapsamlı bir şekilde yapılabilmesi için mutlaka afet yönetim planlarına, hükümetlerin hazırladığı ve yerel yönetimin uygulamak zorunda olduğu planlara hayvanların ve bütün kırılgan grupların dahil edilmesi gerekiyor. Örneğin biz saydığım hayvanları kurtarabildik çünkü bunlar daha küçük, taşınabilir hayvanlar. Çalışmamızın ulaşamadığı, içimizde ölene kadar yara olarak kalacak olan kısmı ise büyükbaş hayvanlardı. Enkazda, yaralı, 600 kiloluk bir ineği kaldırıp kutuya koyamazsınız. Büyükbaş hayvanlara yönelik afet çalışması, mutlaka bir kamu otoritesinin ve kurumlarının desteğini gerektiriyor ve yoktular. Sadece depremzedeleri değil, hepimizi bu felakete seyirci bırakmaya yeltenip devletin yokluğuyla terbiye etmeye çalıştılar. Bizim de karşılaştığımız bu durumla ilgili bir hazırlığımız, uzmanlığımız yoktu. Yaklaşık 20 yıldır hayvan hakları mücadelesi içinde çalışan, bu alanda akademik çalışmalar yapan biri olarak bir ineğin günde içmesi gereken su miktarının 50 litre olduğunu 6 Şubat’ta öğrendim. Bir damla su bulamazken, karları eritip ineklere su vermeye çalışan depremzedelerden öğrendim. Ancak elbette yeterli olmadı.
Geride bıraktığımız, kaybettiğimiz, kaybolmalarına ve ölmelerine seyirci bırakıldığımız bir diğer grup, çocuklar. Nerede o 6 Şubat günü ve sonrasında gördüğümüz çocuklar? Kimdi o çocuklar? Şu an iyiler mi? Bu çocukların yaşadığı kaybolma hikayeleri var. Deprem anında birbirini kaybetmiş aileler, çocuklarını kaybetmiş kadınlar var. Kadın hayatta, baba hayatta ama çocuk kayıp. Kayıp çocuklardan kasıt yalnızca ebeveynleri ölmüş çocuklar değil, birbirinden kopan, dağılan aileler. Mesela çocuk meselesi niçin bu kadar sahipsiz kaldı? Niçin kayıp çocuklar meselesi sadece kamu otoritesinin vicdanına bırakıldı? Çocuklar üzerine çalışan derneklerimiz nerede? Bu, hepimizin kendisine sorması gereken bir soru. Öyle sorular çıkıyor ki o afet yönetiminin eksiklerini tabii ki konuşacağız, talep edeceğiz, en temel hakkımız bu talepler ama sivil toplum olarak da çok önemli bir sınav verdiğimizi düşünüyorum ve bazı alanlarda geçemedik, kaldık. En az 2000 çocuğun kayıp olduğu konuşuluyor. 2000 çocuk kayıp, ancak örneğin 2000 kedi kayıp değil. Kayıpsa da kayıp olarak aranıyor. Kimliği, adresi, ailesi ölmüş olsa bile arayanları var. Nasıl olabiliyor böylesi bir fark? Hayvanlar için özel olarak bizler orada olduğumuz için, afetlerde çocukların sağlığını ve güvenliğini korumaya yönelik özelleşmiş bir çalışma olmadığı için! O 2000 çocuğun takibini yapan bir sivil örgütlenme olması gerekiyordu. Bence ömrümüzün sonuna kadar bu konu üzerine düşünebiliriz. Nasıl oldu 2000 çocuğu kaybedebildik? 2000 kediden fazlasını biz enkazdan çıkardık, 2000 ailenin öldüğünü gördük, ölüsünü gördük, dirisini gördük. Eğer bütün bu çalışmayı biz çocuklar için yapsaydık inanıyorum ki bu modelle daha çok çocuk kurtarabilir daha az kayıp yaşardık. Niçin bizim çocuklar için özelleşmiş bir afet ve kurtarma çalışmamız yok? Nerede çocuk hakları üzerine çalışan kurtarma ekipleri, sivil toplum uzmanlarımız, çocuk hakları üzerine araştırmacılarımız? Bu ülkede, siyaseti, saha çalışmalarını, toplumsal örgütlenmeye dair bu eksikliğimiz nedeniyle binlerce çocuğu kaybettik. Geleceğimizi, enkazların arasında sahipsiz bıraktık ve ölüme terk ettik. Kayıp çocuk dediğimiz bu.
Aslında bu soruyu cevaplarken bizim ilerideki sorularımızdan birine de referans verdiniz. Hiyerarşik yaklaşım yalnızca farklı türler arasında değil, türleri kendi içerisinde de önceliklendiren bir nitelik taşıyor. Bu tercihte maliyet en önemli gerekçelerden biri elbette. Deprem sonrasında kedi, köpek gibi hayvanların ihtiyaçları “görece” karşılanabilirken, büyükbaş hayvanlar için “yem” dahi bulunamadığı koşulları deneyimledik. Hayvanlar için katli vacip çağrılarının da olduğu böylesi bir ortamda aktardığınız örneklerde nihayetinde bir hayvanın bile geride bırakılmadığını ve hayvanlar konusunda en korkan kişinin bile hassasiyet gösterdiğini söylediniz ancak bir dönüşümden bahsetmek mümkün olsa dahi baskın bakışın ve yaklaşımın insan merkezli oluşunu da gördük. Diyarbakır’da 14 hayvanın mahsur kaldığı Galeria Sitesi’nin içindeki hayvanlarla birlikte yıkılması kararı, gelen büyük tepkiler sonunda durdurulabildi. Sahadan gelen bilgi de yetkililere sorulan “içeride tek bir insan olsa dahi yıkacak mıydınız?” sorusuna “hayır” cevabı verildiği yönündeydi. Dolayısıyla neyin kurtarılmaya değer olup olmadığına karar veren, insanı önceleyen ve gerisini düşünmeyen bu hiyerarşik yaklaşımdan kaynaklı olarak siz ekip olarak neler yaşadınız, sahada bu tarz sorunlara nasıl çözümler ürettiniz?
Galeria Sitesi’ndeki yıkım hayvan hakları savunucularının ısrarlarıyla durduruldu. Afet sonrası hayvan kurtarma çalışmalarının en kritik nokta çalışmayı kristalize eden bir talepti ve bu sayede hayvanlar tahliye edildi. Anlaşıldı ki içeride bekleyen, evini terk etmeyen, evini terk edip nereye gideceğini bilemeyen yaralı insanlar da var. Onların kurtarılmasına da vesile oldu. Biz sahada çalışırken neden hayvanlar için enkaza gidiyorsunuz gibi bir dirençle karşılaşmadık. Aksine yaşam ve ölüm arasında, insan ile hayvan ayrımı ortadan kalkıyor ama yine de bazen bu yanıltıcı olabilir. Daha dikkatlice baktığınızda bazı problemlerle karşılaştık. Mesela kaç arama kurtarma köpeği kullanıldı, kaçı hayatta kaçı öldü diye CİMER üzerinden sayısız başvuru yaptık, bir bilgi alamıyoruz. Bu önemli bir soru çünkü AFAD yetkilileri, bakanlık görevlileri bir enkazın başına arama kurtarma köpeğiyle birlikte geldiğinde bir kez daha anladık ki hiçbir protokol, hayvanı koruyacak bir tedbir takip edilmeden hayvanlar enkaz alanlarına gönderiliyor. Gözümüzün önünde bir arama kurtarma köpeğinin üzerine bir beton düştü ve öldü o köpek. Türkiye’de, ölümü yücelten o kadar yanlış bir dil var ki; Proteo öldüğünde, belediye başkanları adına parklar açtı, anıtlar diktiler. Hayatta olanı koruma ve yaşatma değil, öleni anma, ölümünü neredeyse fetişleştirerek yüceltmeye yönelik bir dil oluşturuldu. Ne acı. O hayvan, hayat kurtarmak için okyanus ötesinden getiriliyor, protokolsüzlük ve tedbirsizlik nedeniyle riskli bir alana sokuluyor ve ölüyor.
Afet alanlarında hayvanların çalıştırılmasına da karşıyım. Ölümüne çalıştırılıyor bu hayvanlar ve belki hayatta kalabilecekken elektrik çarpması, beton düşmesi benzeri nedenlerle ölüyorlar. Hayvan kurtarmak için, uzman ekiple özellikle tıbbi ekiple ve gönüllülerimizle gittiğimiz yerlerde daha kolay ilerledi çalışma çünkü veteriner hekimin afet, savaş gibi koşullarda insan sağlığına müdahale etme yetkisi de var. Afetin ardından ilk günlerde, sağlık ekipleriyle birlikte arama- kurtarma ve yardım çalışmasına katıldığımızda daha rahat çalışabiliyordum. Ancak bir süre sonra, yardımların azalmaya başladığı dönemlerde, bazı mahallelerde çalışmamız çok zor oldu. Ben bir kadın hayvan kurtarma gönüllüsü olarak örneğin Hatay’da daha rahat çalışabilirken, Maraş’ın bazı köylerinde, Adıyaman’da çalışamadım. Dört Ayaklı Şehir ekibindeki erkek arkadaşlarımız daha rahat çalışabildikleri, benim kadın olarak varlığımın mesele olduğu yerler ve karşılaşmalar oldu. İnsanların için yardımların azaldığı dönemde, afetzede hayvanlara yardım, yiyecek ve ilaç ulaştırma çabamıza dair yıkıcı yorumlarla da karşılaştık elbette. “Binlerce insan ölüyor, siz hayvanlarla uğraşıyorsunuz” vb. duyguları ifade eden tepkiler, sessizce yabancılayan ve yabancılaştırıcı yıkıcı yaklaşımların, çalışmamı engellediği, beni çalışamaz hale getirdiği anlar oldu. Bu anları anlamamız, düşünmeye çalışmamız, ciddiye alarak işlemeye ve dönüştürmemiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü hayatın sekteye uğradığı savaş, afet gibi durumlarda kamu otoritesi sizi ölüme terk ettiğinde zaten nelerin yaşaması gerektiğine, hangi hayatların değerli olup hangi hayatların ölüme terk edilebilir olduğuna dair kuvvetli bir kırılma yaşanıyor ve bu kırılma politik olarak son derece riskli. Çünkü kamu otoritesinin yokluğu, böyle bir felaketin ortasında devlet tarafından ölüme terk edilmiş olma tecrübesi, öfke ve hınç dayanışma ilişkilerini zedeleyebiliyor.
Afet bölgesinde, afetzedelerin böylesine kırılgan, kayıp ve yoksunlukla baş başa bırakıldığı alanlarda gerilimli anları, konuşmaları ve karşılaşmaları çatışmaya dönüştürmeden çözebilmeye çalıştık. Dayanışmayı bir değere ve politik sermayenize dönüştürmeden, iyi niyetle, sabır ve sağduyuyla çalışmanız gerekiyor. Afetzedelerle çalışma süreçlerimizi, neyi yapabileceğimizi, neyi yapamayacağımızı açık yüreklilikle paylaşarak, sözler ve vaatler vererek değil el ele planlayarak altından kalkabileceğimizi konuştuk. Hep konuştuk ve dinledik. Yardım çalışması yürütmenin ve hayvan kurtarma koordinasyonunun en zorlu halkası, ama en öğretici tecrübelerinden biri oldu benim için.
6 Şubat sonrası deprem bölgelerinde aç kalan hayvanların, özellikle köpeklerin enkaz altında kalan cesetlere zarar verebileceğine dair söylentiler dolaşmaya başladı. Çok etkili olmasa da bu söylentiler kulaktan kulağa yayıldı. Bu söylemler göçmenleri gasp, hırsızlık vb. ile eşleştiren söylemleri hatırlatıyordu. Böylesi durumlarda bir nefret söylemi ortaya çıkabiliyor ve en kırılgan olanı, en öteki olarak kabul edileni hedef alabiliyor. Bunun üzerine neler söylemek istersiniz?
Dayanışmanın amacı bu olmalı, diye düşünüyorum. Müşterek kırılganlığı iyi anlamak ve dönüştürmek, dayanışarak birbirimizi güçlendirmek. Ancak bu müşterek kırılganlık tecrübesi her zaman dayanışmaya uç vermiyor. Aksine kendini düşkün, yardıma muhtaç, yaralı ve yaralanabilir hale gelmiş olandan ayrıştırmak için aslında aynı yoksunluğu yaşarken, aynı sorunlar yüzünden ölüme terk edilmişken kendinden zayıf gördüğüne, belki de kendini ondan ayrıştırmak için şiddete dönüşüyor. Türkiye’de toplumsal dayanışmanın önündeki engel, böyle müşterek bir yoksunluk, kırılganlık. “İkimiz de aynı şeyi yaşıyoruz ama bak ben senden daha iyi durumdayım” cümlesiyle ifade edilebilecek o güç isteği, kendini güçsüzden ayrıştırma, kendi kırılganlığını inkâr arzusunun ifadesi belki de. O güç uygulama ve güç isteğinin, güç arayışının her zaman bir başkasını ezerek ve onun üzerine basarak hayatta kalma çabasının, yalnızca insan – hayvan ilişkilerinde değil toplumsal olarak insanlar arasındaki ilişkilerde de, yoksul sınıflar arasındaki ya da kırılgan gruplar arasındaki şiddetin bir döngü halinde devam etmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Verdiğiniz örnek çok vahimdi, ne mutlu ki bir sosyal medya kampanyasına dönüşmedi. İlk günlerde toplumda iktidar eliyle örgütlenen hayvan düşmanlığının bir kalıntısı olarak devam etti. Sanki Türkiye’deki köpekler on binlerce yıldır insanla evrimleşmemiş, sanki insan eti yiyorlarmış gibi her zaman bir yırtıcılık, bir vahşilik atfediliyor bu hayvanlara. Buna kuduza dair tartışmalarda rastlamak da mümkün. Hayvanları düşmanlaştıran ve şiddet örgütleyen bir dil ve dünya anlayışı bu.
Aslında iklim krizi nedeniyle ya da kirlilikle, endüstriyel atık nedeniyle deniz ekosistemlerindeki hayvanlar ölüyor; yerine yeni türler geliyor ve biz onları istilacı türler olarak adlandırıyoruz. Böyle adlandırıp kategorize ediyoruz sanki istila ediliyormuş gibi. Türkiye’de her zaman o korku iklimi bu paranoyadan, bu istila edilme ve bütünlüğün bozulması korkusundan ya da bir tür fanteziden besleniyor ve bu, her zaman şiddeti tetikliyor. Kuduzda da aynı şeyi görüyoruz. Bugün ana akım medyayı, bazen muhalif medyayı bile takip ettiğinizde bu dilin sirayet ettiğini görüyorsunuz. Sanki hayvanlar ağızlarından köpük saçarak, kudurarak ortada gezen ve öldürücü bir “dışarıdan gelen”… Bu ülkenin endemik varlıkları, bileşenleri, bu kentlerin kadim sakinleri değillermiş gibi hayvanlara bu muamelenin yapıldığını görüyoruz. Bunun özellikle insanların psikolojik olarak, politik olarak kaldıramadığı noktalarda daha da arttığını görüyorum. Bunu doktora tezimin saha araştırması sırasında hem farklı hem de benzer bir şekilde yaşamıştım. İstanbul’da otoyol inşaatlarına ve tahribat alanlarına atılan köpeklerle birlikte çalışıyordum ve İstanbul’da Pendik’in hayvanların yoğun olarak atıldığı 5 kırsal mahallesinde -yani bir gecede yüzlerce köpeğin atıldığı- mahallelerde 4 yıla yakın saha araştırması yaptım.
Hainler Mezarlığı bu mahallelerden birinde 2016’da 15 Temmuz’dan sonra oradaki barınak inşaatının içinde kurulmuştu. Kadir Topbaş’ın İBB başkanlığının Türkiye’ye en acı, en dehşet verici miraslarından biridir. Hainler Mezarlığı adı verilen utanç abidesi, darbe girişimine katıldığı iddiasıyla öldürülen askerlerin mevzuata tamamen aykırı bir şekilde cenaze namazsız, prosedürsüz, inancın gerektirdiği dini prosedür karşılanmadan kepçelerle kazılan toprağa atıldığı bir parça toprak. Barınak inşaatının içinde kalan bir arazi olduğu için o köyde bugün hâlâ o hayvanların o insanları yediği konuşuluyor. Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Ben de bunu duyduğumda aynı korkuyla oraya gittim çünkü İstanbul’da inşaat alanlarına belediyelerin hayvan terk ettiğini biliyordum, yıllardır bunun üzerine çalışıyordum, ve şantiyelere terk edilen köpeklerin ne kadar aç ve çaresiz olduğunu biliyordum. Daha sonra gömü işlerini yapan işçilerle konuştum. İnsanları gömmek için açılan toprak, kürekle değil kepçeyle kazıldığı için derin mezarlar kazıldığını öğrendim. Dolayısıyla böyle bir ihtimalin olmadığını gördüm ama bunun gerçekliği olmasa da yarattığı korku ve mobilize ettiği duygular o kadar kuvvetli ki şu sorunu gizliyor. Asıl suçluları saklamaya yarıyor: Bunca insanın ve hayvanın ölmesinden, bu acıdan kim sorumlu? Hatay’da yanındaki bina hâlâ sağlamken niçin bu bina yıkıldı?
6 Şubat depremlerinde ölen insanların çoğu, yardım beklerken, yardım geç geldiği ya da hiç gelmediği için hayatını kaybetti. Afet bölgesi dışında olanlarımız için bu gerçekliği bile unutturan fantezi, kocaman bir korku ve duygu mobilizasyonu sağlayan “köpekler depremzedeleri yiyecek” düşüncesi. Bu korku, nefret ve düşmanlık, nesnesini arıyor; sığınmacılarda, mültecilerde, yabancılarda, Türkiye’de her zaman kadınlarda, LGBTİ+’larda ve hayvanlarda buluyor. Bir ilişki modelini yerleştiriyor: Devletin bazı insanları öldürülebilir kılması, toplumsal olarak da bazılarının cezadan muaf bir şekilde öldürülebilir, öldürülüp bir konteynere atılabilir, öldürülüp kafası kesilip bir bidonda yakılabilir, öldürülüp bir camdan atılabilir olmasını beraberinde getiriyor. Şiddet, devlet tarafından örgütlenen ve bütün topluma sirayet eden bir ilişkilenme şekline dönüşüyor. İktidara ve otoriteye yönelmeyen öfke, yanındaki diğer mazluma yöneliyor. Öfke, hınca dönüşerek bastırılıyor. Yavaş yavaş yaralar sarılacak, enkaz kaldırılacak, hepimizin kolektif sorumluluğuyla o dayanışma devam edecek, bütün bu dönüşümler yaşanacak ki şiddet dilini üreten fanteziler etkisini kaybetsin. Bütün bu katliamları mümkün kılan korkunç bir tabiri son yirmi yılda daha sık duyar olduk: Sahipsiz ya da başıboş hayvanlar. Bu yanlış çünkü Türkiye’de hayvanlar sahipsiz değil, kamusal alanda yaşıyorlar, sahiplik ilişkisiyle değil, komşuluk ve dayanışma ağlarıyla yaşıyorlar. Başıboş ya da vahşi de değiller, mekansal ve alansal aidiyetleri var, gelişkin kentsel yaşama uyum sağlamış durumdalar, davranışları, hareketleri, insanlarla ilişkileri tüm bunları yansıtıyor.
“Kurtar, İyileştir ve Yeniden Yuvalandır” şeklinde üç temel aşamada yürüttüğünüz çalışmaları, tamamı gönüllülerden oluşan ekiplerle gerçekleştiriyorsunuz. 6 Şubat ve sonrasında ortaya çıkan vahim tablonun sebeplerinden biri de kamu kurumlarının ve otoritesinin böyle bir kriz mahalinde her açıdan yokluğuydu. Deprem sonrası afet koordinasyonunun yürütülebilmesi için merkezi planlamanın ve yönlendirmenin ne denli hayati olduğunu bildiğimiz böylesi bir ortamda, sivil inisiyatiflerin de ciddi zorluklar yaşadığını ve kendi kapasitelerini aşan çalışmaları tüm zorluklara rağmen başarıyla yürüttüklerini gördük. Dört Ayaklı Şehir de ilk birkaç gün içerisinde sahada çalışma yürütmeye başlayan sivil inisiyatiflerden biri. Bu bağlamda sizlerin saha deneyiminizi ve yaşadığınız zorlukları öğrenmek isteriz? Depremde sahada hayvanlar için çalışan diğer sivil inisiyatiflerle, stk’larla, veterinerlerle, yerel yönetim ve kamu kurumlarıyla nasıl bir ortak çalışma yürütüldü? Koordineli mi yoksa ihtiyaçlar dahilinde anlık şekillenen dayanışma ve çalışma süreçleri mi yürüdü?
Afet bölgesindeki yerel yönetimlerle ancak yardımın alıcısı olarak ilişki kurabilirsiniz. Şu an hala ihtiyaçlar ve yereldeki problemler çok fazla. Hayvan meselesinde de böyle bir algının, isteğin, yaklaşımın, böyle bir niyetin maalesef olmadığı, henüz yerleşmediği yerel yönetimlerle karşı karşıyayız. Zaten deprem öncesinde deprem bölgesindeki illerde belediye barınakları ve hayvanların durumları korkunçtu. Uzun yıllardır hak ihlallerinin raporlarını tutmaya ve bunlar belirli bir birikime ulaştığında hayvan hakları savunucuları olarak davalara müdahil olmaya çalışıyoruz. Konya barınağında kürekle köpeğin öldürülmesi meselesini biliyorsunuz, o sadece bildiklerimiz ve gördüklerimiz. Bir de görülmeyenler var. Barınakların son derece korkunç koşullarda bir tecrit merkezi olduğunu ve hayvanları yaşatmaya yönelik değil, tecride ve bir noktada öldürmeye yönelik yapılar olduğunu biliyoruz. Bu belediyelerin işi ele alma tarzındaki problemler, afet sonrasında da artarak devam etti. Bunu yaptığımız çalışmaları övmek için ya da yüceltmek için söylemiyorum, aksine bir eksiklik olarak ifade ediyorum: Her ülkede afet ve kurtarma çalışması mutlaka kamu desteğiyle olmalı. Belirli bir kamu otoritesinin desteği vardır; kaynaklar, imkânlar, araçlar, eğitimler, bütün bir toplumsal dayanıklılığı arttıracak çalışmalar yapılır ve sivil toplum bununla entegre olur, bunu yönlendirir. Nasıl yapılacağına dair uzman bilgisini taşıyabilirsiniz, eleştirel bilginizle kendi çalışma alanınızda konuşursunuz ama bu olmadığında ve bir boşlukta hareket ettiğinizde çok fazla problem yaşanıyor.
Bu alanda sadece yapabildiklerimizden bahsedemeyiz, yasa dışı yollarla ya da usulsüzlükle para aklayan ve zimmetine para geçiren hayvan kurtarma örgütleri vardı. Bunlardan en çok bilinenin başkanı cezaevinde şu anda ve yargılama süreçleri var. Kamu otoritesi ortada olmadığında istismara açık bir hale geliyor, afet anında sivil toplum içerisinde iyi niyetli bir şekilde yardım götürmeye, kurtarma çalışmasına devam ettiğinizde inanılmaz bir maddi zorlukla karşı karşıya kalıyorsunuz. Hiçbir sivil toplumun gücü tek başına kendi çalışma alanındaki yükü kaldırmaya yetecek düzeyde değil. Mutlaka ama mutlaka kamu desteği gerekiyor ve bu olmadığında yalnızca geliştirdiğiniz projelerle, hibelerle, fonlarla bir yere kadar yardım edebiliyorsunuz. Aslında çok ciddi bir yardım potansiyelini kısa süreli kurtarmaları organize etmekle harcamak zorunda kalıyorsunuz. Oysa neler yapabilirdik. Her gün biz bu soruyla kalkıyoruz, neler yapabilirdik? Hatay’da neler yapabilirdik? Sivil toplum desteği vardı ama maddi güçlük ve imkân eksikliği, kadro, araç, tesis eksikliğimiz, barınakların ve veteriner hizmetlerinin yardım etmemesi… Sizin o bölgede bulunmanızı istemeyen barınaklar, belediye yönetimleri var. Varlığınızı bir problem olarak gören bir yapı var. Bir ihtiyaç var ve o ihtiyaca cevap veriyorsunuz ama neler yapabilirdik sorusu çok üzücü. Çünkü çok fazla şey yapabilirdik.
Biz muazzam bir gönüllü ağı örgütledik, bunu ayakta tutmak zordu. Bu sürecin dışında kalanlar, yorulanlar oldu çünkü psikolojik olarak yorucu ve kadın emeği ağırlıklı emek yoğun bir süreç. Kadın dayanışmalarıyla birlikte ilerleyen bir süreç. Türkiye’deki bütün sorunlar da devam ederken, bunları yürütmek zor. Evet ilk deprem anında tamam, ama bakın 8 ayı bitirdik, Hatay’da hâlâ su problem, hâlâ yeni doğan çocukların bez problemleri, ped problemleri, genç kızların sağlık sorunları devam ediyor ve toplumsal desteğin de azaldığı bir dönemdeyiz. Bugün Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da kiminle konuşursanız konuşun size şunu söyleyecektir: 7 Şubat’ta, 6 Şubat’tan bir gün sonra en azından destek vardı ama bugün o da yok. Tamamen kaderine terk edilmiş, bırakılmış yerlerden bahsediyoruz. Bu kadar yoğun bir duygusal yükün altında, kurtarma alanında yavaş yavaş parçalanıyorsunuz. Çünkü duygusal olarak bunu kaldırmak çok zor, üstelik destekle gitmeniz gereken bir alanda yalnızlaşarak çalışıyorsunuz. Bir grup insanın emek yoğun süreciyle devam ediyorsunuz ve oradaki toplumsal farkındalık azalıyor.
Türkiye’de zaten seçimle birlikte depremzedeyi suçlayan, siyasetin gidişatından depremzedenin sorumlu tutulduğu aylardan geçtik. Depreme dair duyarsızlık bir de tuhaf, yadırgayıcı, dışlayıcı, hakaret yanlısı bir tavırla beslendi. Yaz aylarını böyle geçirdik. Bunların kümülatif toplamının sonucu, desteğin azalması oldu. Burada kendimizi çalışmaya devam etmek için tuttuğumuz nokta, desteğin devam etmesi için orada mevcut olmak. Sevgili arkadaşım Tuğçe Tezer’in bir yazısında söylediği aklımda yankılanıyor: Mesele hakikaten Hatay’da bulunmak, orayı kaderine terk etmemek, orada mevcut olmak ya da insanların mevcut olması, konuşması, oradaki o ölüm ağırlığına ve sessizliğine derman olmak. Bugün Hatay’a gittiğinizde insanlar yardım istemeden önce size bir tabak kısır verip sohbet etmek istiyorlar. Terk edilmişlik duygusuyla baş etmenin yolu, bir arada durmak. Felaket olduktan sonra yapabileceğimiz yegane şey, sorumluluk almak ve acıyı, kaybı, süreci birlikte üstlenebilmek. Gözümüzün bebeği olmuş, felçli köpeğimiz Dogo aklıma ilk gelen can. Bir ailenin deprem olduğunda iki aylık yavru köpeği Dogo, ailesinden sağ kalan tek can. Depremzede komşuları Samandağ’da enkazdan çıkarmış, omurgası üzerine düşen kirişle kırılmış, belden aşağısı felçli, yürüyemiyor. Dogo’yu enkazdan biz çıkarmadık, ama afet sonrası iyileşme sürecinde tedavi ve bakımını üstlendik.
Yardıma muhtaç bir hayvanla karşılaştığınızda almanız gereken çok zor ve hayati kararlar var. Yokluk durumundayken, imkânlar ve kaynaklar inanılmaz kısıtlı olduğu için, veteriner hekim hayvana baktığında bu hayvan yaşamayabilir onu alacağımıza şuradaki başka bir hayvanı alalım, demek zorunda kalabiliyor. Dogo’yu afet bölgesinden uzaklaştırmanın, o karşılaşma anının öncesindeki planlama çalışmasının pek çok boyutunu geçersiz kılacağını biliyorduk, anlamıştık. Bunu nasıl söyleyebilirim bizden yardım isteyen ve bunca zorluğa rağmen ölmüş komşularının sağ kalan köpeğini yaşatmaya çalışan komşularına? Yardım edemeyeceğimizi söylemenin utancı vc dehşeti içinde durumu açıklamaya başladım: Bu köpek yaşamayabilir, yaşasa bile veteriner hekimler acı çekeceğinden neredeyse emin, en yakın veteriner kliniğine yolu bile kaldıramayabilir… Dilim döndüğünce bunu anlatmaya çalışırken, onu enkazdan çıkaran komşusu müthiş bir sükunetle “biliyorum” dedi, “ne desen biliyorum, farkındayım ama o da burada ölmesin!”. O da burada ölmesin. Devlet, binlerce insanı acı ve çaresizlik içinde ölüme terk ederken, bir tane canı daha kaybedemezdik. Her bir yaşam kutsal, değerli, iyi yaşama ve iyi ölme hakkı var. O da ölmesin diyen komşusuna sarılarak, iyi dualarını isteyerek kucakladık Dogo’yu. Ve Dogo yaşadı, felç kaldı, her gün fizik tedavi almasını sağladık, yürüteç yaptırdık onun için. Bacaklarına masajlarla, terapiyle, güneşli günlerde park gezintileriyle mutlu olmasını sağladık. Ekim ayına kadar her gün el ele tutuştuk, ta ki ona çok iyi bakılacağı bir eve yuvalandırana dek! Hiçbir canlının hayatından vazgeçemeyiz ve her canlının iyi ölüm hakkını korumamız gerekiyor.
Ben bir sosyal bilimciyim, araştırmacıyım. Teorik alanda, sivil toplumda çalışabilirsiniz ama üzerinde çalıştığınız her ne ise; geliştirmeye yönelik emek sarf ettiğiniz alanın bir sahası var, toplumda gerçekliği var, dokunduğu kadın/erkek/çocuk/hayvan var, canlılar var. O canlı yaşamına hemhâl olmak gerekiyor. Bu bütün bir akademik bir problem olduğu kadar aynı zamanda politik bir problemdir de. Sosyal bilimler ya da toplumsal mücadeleler alanında, sahadan uzak mücadelelerin o kopukluğunu da görüyoruz insanların yalnızlığında. Hatay üzerine yazılan doktora tezleri var, hayvanlar üzerine yazılan tezler var, çocuklar üzerine yapılan çalışmalar var ama keşke o çalışmalarda nesneleştirme tuzağına düşmemek için daha fazla emek ve mesai sarf etseydik ve orada olsaydık. Bunlar bizim başardığımız, başkalarının yapmadığı bir şey demek istemiyorum ama sürekli aklımızda tutmamız gereken, uyanık olmamız gereken sorular ki bütün bu insanlar boşuna ölmemiş olsun. Gerçekten bu kadar fazla ölümde belki de tek teselli o şehri yaşatmak, o tarihi hafızayı tutabilmek; yoksa boşuna yaşamış, boşuna ölmüş, boşuna yok olmuş geniş aileler. Tarihi yazılmayacak, hiçbir hikayesi anlatılmayacak hayatlar. Bu kadar acı ve gözden çıkarılmışlığın içinde birbirimizi bu şekilde kurtarmak da çok önemli. Bir aileyi kaybediyorsunuz ama hayvanını yaşatabiliyorsunuz ya da onun çocuğuna sahip çıkabiliyorsunuz ya da o aileden kalan kadınla dayanışma gösterebiliyorsunuz, belki bir bebek yaşıyorsa o bebeği takip edebiliyorsunuz.
Sahada olmanın bir yandan da bütün bu zorluğuna, desteksizliğine, maddi manevi yüküne rağmen inanılmaz kuvvetlendirici, güçlendirici bir tarafı var. Ben bir araştırmacı olarak araştırma nesnesi olarak ilişkilenmemeliyim. Onların her biri bir hayat ve benim arkadaşım, komşum yani onlar benim yoldaşım, sadece bir paydaşım değil. Biz bu felaketin içinde bir aradayız. Türkiye’de yaşayan insan, hayvan herkes artık bu felaketin içinde. Yalnızca coğrafyanın üçte birinin yok olduğunu söylemiyorum, yalnızca ölen insanların sayısının fazlalığı değil; artık her yerde biz bu felaketlerin içindeyiz. Başlı başına bir iklim krizi gerçeği içindeyiz, şehirlerin karşı karşıya olduğu felaketler var, yangınlar var, deprem var. Dolayısıyla bu noktaları göz ardı etmeden, bu kırılganlıklarla birlikte ve bu kırılganlıkları kuvvetlendirerek bir aradayız. Galeria gibi bir örnek dünyanın hiçbir yerinde yaşanmazdı ve o hayvanlar çoktan geride bırakılırdı diye düşünüyorum. Bu kadar da özgün, dirayetli, hem maddi, fiziksel emek hem de düşünsel, duygusal emek yoğun bir süreç hayvan kurtarmak.
Hayvanların sağlıklı ve güvenli bir yaşam alanına kavuşmaları için genel yaklaşımların ya yuvalandırılmaları gerektiğini öneren ya da barınaklara gönderilmelerini salık veren bir ikiliğe sıkışmış olduğunu görüyoruz. Halbuki yalnız kriz ve afet anlarında değil, kentlerin ve yaşam alanlarımızın insan merkezli olmayan bir biçimde yeniden dönüşmeleri gerekli. Böylelikle bu ikiliğe sıkışmadan, hayvanların kendi yaşam alanlarında var olabilmelerini olanaklı kılabiliriz. Siz bu alanda faaliyet gösteren ve aynı zamanda araştırma süreçleri de yürüten bir sivil inisiyatif olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Hayvanların, özellikle kentte yaşayan hayvanların bir yeri var ve ancak altyapısıyla üstyapısıyla, kültürüyle, hafızasıyla, tarihiyle iyileştiğinde orada yaşayan insan ve hayvan da iyileşiyor. Bu nedenle hayvanların yerinde yaşamı ve sağlıklı tutulması için Haziran ayından beridir yerinde tedavi ve iyileştirmelere ağırlık veriyoruz. Meselemiz Hatay’ın hayvansızlaştırılması değil. Aksine hayvanların da insanların da başka illere yerleştirilmesini değil, kendi yaşam alanlarında, kendi şehirlerinde uygun koşullarda yaşamlarını sürdürmelerini savunuyoruz. Bugün kimi problemli plancılık anlayışları var. Mesela masa başında bazı çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalarda Hatay’a Roma su kanalları yapıldığı da oluyor, son derece sterilleştirilmiş, hayvansızlaştırılmış kentler planlandığı da oluyor. Siz bir çadır altında aylar geçirmiş, yaşamınızı kurmak için mücadele verirken; birtakım inşaat firmaları, mimarlık firmaları tepeden inme planlarla karşınıza çıkıyor. Samandağ’da, Serinyol’da yani Antakya merkezde değil çeperde büyükbaş hayvanların kentten tahliye edilmesi kararı çıktı ve insanlar hayvanlarını vermek istemediler. Hayvanlar hem yaşam arkadaşı hem de insanların geçiminin bir parçası.
8 aydır hayatta kalmaya çalışan insan ve hayvanlar altyapı sorunlarıyla boğuşuyor yani halâ temel bir yaşam koşulu olan barınma karşılanamamış. Deprem bölgesi dışından depremzedeyi pasifleştiren bir yardım götürme yaklaşımını değil, uzun soluklu ilişkiler kurmayı önemsiyoruz. Hayvanı da insanı da kurtarabilecek bir çalışma kurmaktan bahsediyorum; ve insanlar olarak bizlerin hayvanlara karşı koruma ve ihtimam sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Sorumluluk, birbirimize karşı, yaşamın kendisini nasıl, ne yolla yeniden kuracağımızla ilgili. Biz birbirimize karşı sorumluyuz. Cumhurbaşkanının yoksulların üzerine çay fırlatması gibi değil. İhtimamla, nezaketle, yavaşça, güven vererek, sorulduğunda hesap vererek ve ilişki kurarak, incelikli bir dayanışma modeli bu. Evet yardım götürüyoruz, ancak artık yardım kadar hayati olan şey, insanların ve şehrin nasıl yeniden ayağa kalkacağı. Gezi Direnişi döneminde oluşturduğumuz forumlar gibi insanların konuşmalarıyla, kendi talepleri etrafında şekillenmesi gerekiyor. Orada hayatta kalan insanların anlattıkları ve istedikleri bir Hatay var. Yerelin taleplerinden yola çıkan iyileştirme çalışmalarının olması gerekiyor. Desteklememiz gereken bu çünkü zaten en iyisini orada yaşayanlar biliyor, talep ediyor, kuruyor. Beraberce yaşamı korumaya yönelik pratikleri ortaya çıkarmak gerekiyor. Hakikaten yer yarıldı, hepimiz bunun içine düştük aslında. Şimdi birbirimizi tutarak çıkardığımız bir felaket bu. Bazı ezberlerimizin bozulması gerekiyor. Biz de böyle yolda, sahada deneyimleyerek öğreniyoruz. Özellikle Hatay’da yıkımın ağır olduğu yerlerde devam eden çalışma yürüten kadın arkadaşlardan, hekimlerden, psikologlardan, dayanışma ağlarının kuvvetli olduğu yerlerde birbirimizden öğreniyoruz. Muazzam bir bilgi ve tecrübe birikimi var. Bize bütün bildiklerimizi unutturan bir felaketin de öğreteceği şeyler var. Bu yaklaşımla o bakımı yapmak çok önemli diye düşünüyoruz ve bu tip bir pratiği kurmaya çalışıyoruz. Belki de o sayede, bakım emeğinin yıkıcı ve tüketen tarafına kendimizi kaptırmadan, birbirimizi güçlendirerek çıkış yolları arıyoruz. Onun da bir sihirli formülü ya da politik bir denklemi yok. Dayanışma içinde, o insanın insana, kadının kadına, kadının çocuğa, bizim birbirimize derman olmamız sayesinde oluyor. Birbirimize yuva oluyoruz. Böyle ve o sayede ayağa kalkacak insanlar da, şehirler de, yaşam da devam edecek ve bu yaşamın içinde hayvana da yer olacak. En kötü anında da vardı, en iyi anında da olacak, daha iyi anların olacağını da umut ediyoruz.
Başta bahsettiğimiz ağ modeli çalışmanızda, 6 Şubat ve sonrasında sahanın verisiyle birlikte ne gibi değişiklikler oldu? Planlama, yürütme ve koordinasyon süreçlerinde bundan sonrası için ne gibi öncelikleriniz olacak? Röportajı gerçekleştirdiğimizde yine Hatay’a gitmiştiniz. Depremin ilk anından bugüne dek neler değişti ya da değişmedi?
Her şehri kendi risk haritasıyla birlikte düşünmek ve bir afet yaşanmadan bu konuda hazırlıkları artırmak ana gündemimiz. Deprem bölgesindeki çalışmalara paralel olarak yürümesi gereken temel şeylerden biri, henüz afet yaşamamış yerlerde dayanışma ağları oluşturmak ya da var olanları güçlendirmek. Bazı illerde henüz gönüllümüz yok. Nicelik ve nitelik bakımından ağların artması gerekiyor. 6 Şubat depreminden önce Hatay’da da bir çalışmamız yoktu. İzmir’de, İstanbul’da, Eskişehir’de, Adana’da çalışmalarımız vardı. Bir kısmını da o felaket anında kurmaya çalıştık. Oysa öncesinde o yereldeki özgünlükleri bilmeniz gerekiyor. Bunun için de orada temas ettiğiniz bir temel ilişki ağının olması gerekiyor. Bir afet riski olan yer üzerine düşünürken oradaki belediyenin, itfaiyenin, hastanelerin durumunu bilmelisiniz. Aynı zamanda oradaki kadın hareketinin, çocukların durumunu, o bölgede varsa mezhep ayrımlarını ya da tarikat yapılarını bilmelisiniz. Türkiye’de öyle fay hatları var ki çalışmanızı engelleyecek. O bölgeye dışarıdan gidiyorsunuz, o yerelde kurduğunuz ilişkiler konusunda dikkat etmeniz gereken şeyler var. Oysa yerelde kendi kendine çalışan yapılar kurmak, bu yönüyle iletişim, koordinasyon bakımından daha doğru ve sağlıklı geliyor bize. Bir grup, bir örgüt, bir sivil kuruluş, bir araştırmacı her alanı bilemez. Bir şeyi bilebilirsiniz, bir yaklaşımı geliştirebilirsiniz ama o yerelin özgünlüklerini tanıyarak bir çalışma modeli üretmeniz gerekiyor. Deprem bölgesinde ihtiyaçlar geçen aylara, mevsimlere göre değişiyor ve bu ihtiyaçları karşılamak gerekiyor.
Bölgedeki sağlık problemleri çeşitleniyor. Altyapı sorunları çözülmediği için halk sel ve benzeri afetlerle karşı karşıya kalıyor. Sağlıklı gıdaya erişim hala sınırlı. Hasarlı binaların yıkımı vahşice sürüyor .Asbest birçok sağlık sorununun sebebi ve insanlar, hayvanlar o asbestin içinde yaşamaya çalışıyor. Binalar yıkılırken yeni enkazlar oluşuyor. Bir kez daha hayvanlar o enkazların altında kalıyor. İş makinelerinin neden olduğu kazalar var. Bu kazalarda yaralanan insanlar, ölen hayvanlar var. Sahada çalışan yapıların azlığı ve angajman problemi de üzerinde durmamız gereken bir sorun. Sahadaki çalışmaların uzun süreli olmaması, deprem bölgesinde yaşayanlarda terk edilmişlik duygusunu artırıyor ki bir tür terk edilmişlik de söz konusu. Tabii sivil toplumun bir aşamada biraz geri çekilip kamu kaynaklarının bölgeyi iyileştirmesi gerekiyor ama yetkililer buna başlamadı bile. Bölgede yaşayanların yaşamlarını yeniden kurmaları için temel ihtiyaçları karşılanmış değil. Yeniden yaşamı kurmak için temel eksikleri var. Biz de deprem bölgesinde iyileşmenin mümkün olabilmesi için yerinde çözümler üretmeye çalıştık. Örneğin ameliyata ihtiyacı olan ya da uzun süreli klinik tedavi gerektiren, zor vaka dediğimiz hayvanları bölgeden çıkarmakla birlikte bölgede de kuduz aşısı gibi temel aşılama çalışmaları ve kısırlaştırma yaptık.
Nüfus kontrolü bir gereklilik çünkü doğurganlığı artan hayvan ve doğan yavrular hastalanıyor. Nüfusu sağlıklı tutmak, hayvanları ve insanları korumak için yapmamız gereken temel aşılar var. Örneğin kuduz en ölümcül zoonoz hastalıklardan, zoonoz hastalıkları yani hayvanlardan insana bulaşan hastalık döngüsünü kırmak için aşılama dışında bir aracınız yok. Bunları yapmaya çalışıyoruz ama çok büyük bir eksik var. Biz sadece yapabileceğimiz, ihtiyacını tespit ettiğimiz yerlerde çalışabiliyoruz. Bütün bunların yaygınlaşması gerekiyor. Artık bütün hayvanların kuduz dahil temel aşılarının olması gerekiyor. Hepsinden önce de su ve barınma sorununun artık çözülmesi gerekiyor, bunu 8 ayın sonunda utanarak söylüyorum. Sahada çalışan veteriner hekimin elini yıkayacak temiz suya erişimi dahi olmadığını görüyoruz. Bu yokluğun içinde insanlar yemek yiyor, çocuklar büyüyor, yaşlılar bakılıyor, kadınlar kendi bakımlarını yapıyor. Altyapısı çökmüş bir şehirde su nasıl gelecek? Burada mutlaka devlet kurumlarının el atması gereken bir problem var. Yazın hayvanlarda uyuz, insanlarda mantar gibi başka sorunlar vardı. Şimdi kışın enfeksiyon hastalıkları, bağışıklık hastalıkları, solunum yolu hastalıkları… İnsan ile hayvan hastalıkları çok paralel gidiyor çünkü aynı koşulları yaşıyorlar. Ciddi ilaç eksikliği var. İhtiyaç listeleri halâ güncel ne yazık ki. Ama şunu söylemeden edemem: Bütün maddi acil ihtiyaçlar dışında, dayanışma sanıyorum en acil ihtiyaç. Unutulmamak ve o talebi canlı tutmak çok önemli. “Depremi unutma, unutturma” çok güzel çok önemli, sürekli kullandığımız bir slogan; burada hafızayla ilgili bir politik talep, bir mücadele var ama daha önemlisi tek tek o alanlarda örneğin asbest ölçümleri yaptıran Hatay Barosu’nun yıkıma dair çalışmaları var, enkaz kaldırmaya dair çalışmaları var. Yani her çalışma alanında o alandaki sorunu takip eden insanlar var ve bu çalışmaların desteklenmesi son derece önemli. Bizim de ana gündemimiz bunları desteklemek ve devam ettirmek.
Ana görsel: Dogo.