1957 yılında, San Francisco’da, California Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders veren Dorothea Lange, öğrencilerine ilginç bir ödev verir. Her hafta, “Nerede yaşıyorum?” sorusuna cevap veren bir fotoğraf getirmelerini ve bu sorunun karşılığını yaşadıkları bölgenin, evlerinin ya da Amerika’nın fotoğraflarıyla değil, çok daha derin bir bakış açısıyla vermelerini bekler. Fotoğrafçının konusuyla kurduğu özel bir ilişkiyi görmek istediğini söyler öğrencilere. İnsani olanı anlatmak için cansız nesneleri, bütünü göstermek için parçaları kullanabileceklerini anlatır. Bir grup öğrenci, bir cesaretle aynı ödevi Dorothea Lange’in de yapmasını rica ettiklerinde, hayır demez. Bir hafta sonra sınıfa yaşamı boyunca gerçekleştirdiği nadir otoportrelerden birkaçı olmakla kalmayıp çarpıcılığıyla bakanı soluksuz bırakan bir dizi fotoğraf getirir. 7 yaşında geçirdiği çocuk felcinin ardından sakat kalan ayağının fotoğraflarıdır bunlar. Lange hep orada yaşamış, hayatını kusurlu bedeninde tutsak geçirmiştir. “Tüm bu fotoğraflara baktıktan sonra, başkalarının yaşadığı yerlere ve kalplerine baktıktan sonra, bizim yaşadığımız yer ve kalbimiz aynı kalmamalı,” diye açıklar beklentisini sonra sınıfta.
Lange’in bugün “demokratik makine” diye anılan gözünün, tüm fotoğraf macerasının, daha dar bir kapsamda da sembolleşmiş portrelerinin çekirdeğine ışık tutan çok önemli bir anekdotttur bu. Çünkü Lange çok küçük yaşlardan itibaren fiziksel ve ruhsal açıdan zorlu olduğu kadar renkli geçen bir hayatın yörüngesinde geliştirmiştir kişiliğini ve fotoğrafçılığını. Kendi hayatı da bir mücadelenin öyküsüdür. Fotoğrafları yalnızca dünyanın adaletsizliğine, eşitsizliğe, ırkçılığa, her türlü ayrımcılığa değil, kendi bedenine ve yaşamsal koşullarına da estetik bir meydan okuma gibi biçimlenir. Belki bu nedenle sıradan bir fotojurnalist ya da kısır bir belge fotoğrafçısının ufkunun çok ötesinde işler çıkarmıştır ortaya.
7 yaşında yakalandığı çocuk felcinin sanatına nasıl bir kaynak oluşturduğunu sıkça dile getirir. “Çocuk felci başıma gelen en önemli şeydi sanırım, beni şekillendirdi, eğitti, bana yol gösterdi, yardım etti ve incitti.” Bunu babasının evi terk etmesinin ardından yaşadığı büyük sıkıntılar, 1907 yılında çocuğuyla yalnız kalan dirayetli annesiyle birlikte San Francisco’dan Manhattan’a göç etmeleri, okul değiştirmesi ve akabinde yaşadığı zorluklar izler. Ancak Lange’in kendine bakışı kadar çevre algısı da daha çocuk yaşta son derece gelişmiştir. New York’taki okulunun (ve kentin kendisinin) zenginle yoksulu, Amerikalılarla göçmenleri, beyazlarla farklı renkte insanları, çeşitli radikal siyasetlerle muhafazakarlığı bir araya getiren kozmopolit yapısı, gözlem yeteneği çok güçlü genç Lange’e harika bir seyirlik sunar. Okul çıkışlarında ve boş zamanlarında da yürüyüşler yaparak çevresinde olup bitenleri gözlemler. Üstelik kişisel olarak yaşadığı olumsuz değişiklikleri evrensel bir gerçeğin ifadesine, başkalarına bakışını kafasında incelikle estetize ettiği bir öyküye dönüştürme gibi bir meziyeti vardır. Fotoğrafın bakmakla, bakarak anlamlandırmakla temel bağını o dönemde kurmuştur bile. Bu yolla gözünü eğitir, bir anlamda fotoğrafa hazırlar.
Columbia Üniversitesi’nde fotoğraf okumaya karar veren Lange, 20’li yaşlarının başında bir stüdyo fotoğrafçısının yanında çalışmaya başlar ve merkezine insanı aldığı gözlemlerini öncelikle portre sanatında ifade etmeye koyulur. Stüdyodaki bu portre çalışmalarının Göçmen Anne’ye kadar uzanan sürece büyük etkisi olacaktır. Çünkü Lange, belgesel fotoğrafçılığa geçtiğinde, Büyük Depresyon’u fotoğraflarla aktarması istendiğinde bile, bu işi daha çok portreler yoluyla kotaracak, bu portrelerde kaba gerçeği olduğu gibi aktarmakla kalmayıp, kendisinin de bir biçimde mustarip olduğu yaralı bir yoksunluğun öyküsünü, neredeyse edebiyata yakın bir anlatımını verecektir.
Lange mezun olduktan sonra San Francisco’ya yerleşip küçük bir stüdyo açar ve yine portre çalışır. Bu arada ressam Maynard Dixon’la evlenir, iki kez anne olur; kendi oğulları ve üvey çocuklarıyla Berkeley koyunda kalabalık bir aile kurar. Ancak annelik ve aile düzeni, Büyük Depresyon’un başlamasıyla birlikte stüdyoyu bırakıp sokağa çıkmasına engel olmayacaktır.
Bu noktada, Lange’in stüdyo portrelerinden belge fotoğrafçılığına geçişine etki eden üç faktörden söz edilebilir. Öncelikle çocukluğundan beri sürekli geliştirdiği gözlem gücünün ve adaletsizliğe, eşitsizliğe, yoksulluğa duyarlılığının payı büyüktür elbette. Ait olduğu Doğu yakası aydınlar çevresinin de bu siyasi ve belgesel yönelimde etkisi olabilir. Öte yandan, 1930’lar Amerika’da belgeselciliğin genel anlamda da yükselişe geçtiği bir zaman dilimidir. 30’ların belge fotoğrafçılığını inceleyen William Stott, “Dönemin kültürüne belgesel bir motif egemendi,” diyecektir. “Sanat projelerinde, resimde, dansta, edebiyatta ve tiyatroda, radyo gibi, resimli dergiler gibi yeni medyalarda; popüler düşünme biçiminde, eğitimde ve reklamcılıkta belgesel yükselişe geçmişti.” Bu üç bileşen Lange’in stüdyo sonrası fotoğraf serüvenini farklı biçimlerde ve derecelerde etkilemiştir kuşkusuz.
Öte yandan, Dorothea Lange’in 1930’ların başında elinde makinesiyle işsizleri, evsizleri, itilmişleri, dışlananları, yaşam mücadelesi veren insanları fotoğraflaması; evli, çocuklu, üst orta sınıftan, eğitimli ve kentli bir kadının dönüp bakmaya dahi cesaret edemeyeceği görüntülerin dünyasına adım atması dönemine göre çok yenilikçi bir tavırdır. Hayatı boyunca hiçbir kadın hareketine katılmamış olsa da, politik açıdan özgürlükçü ve eşitlikçi tavrını aslında en çok kendi yaşamıyla ortaya koymuştur.
Yolda
Lange’in hümanist belgesel anlayışı çok geçmeden Group f.64 gibi yerel fotoğrafçıların dikkatini çekecek, böylece Farm Security Administration (FSA) bünyesinde çalışan fotoğrafçılar arasına seçilerek Roy Stryker’in yönetiminde çalışmaya başlayacaktır. Aynı dönemde ilk eşinden boşanıp ünlü ekonomi profesörü Paul Schuster Taylor’la evlenir. Taylor, Lange’in Büyük Buhran’la bilenmiş gözünü ekonomik ve siyasi konularda daha da derinlikli bilgilerle eğitir, bunu Lange de hiçbir zaman yadsımayacaktır. FSA çalışmalarına paralel olarak, birlikte 5 yıllık bir projeye imza atarlar. Amerikan kırsalında gerçekleştirdikleri büyük yolculukta, Taylor buhranın vurduğu çiftçiler ve toprak işçileriyle söyleşip ekonomik data toplarken, Lange belgeselin fotoğraflarını çeker. Bu işbirliğinin sonucunda ortaya Amerikan toplumbilimi ve fotoğrafçılığının başyapıtlarından biri, An American Exodus: A Record of Human Erosion başlıklı kitap çıkacaktır.
Göçmen Anne
Başta Göçmen Anne olmak üzere, Lange’in ikonlaşmış fotoğrafları işte bu zaman aralığının, 1935-1940 yıllarının ürünleridir. FSA’ya gelince, başkaları için daha insanca bir yaşamı talep eden bir ajandası vardır. Dolayısıyla hedefi Lange’in çocukluğundan beri biçimlendirdiği eşitlikçi toplum anlayışıyla birebir örtüşür. Büyük Buhran sırasında Amerikan kırsalında süregiden derin yoksullukla mücadele için kurulmuş örgüt, tarımda kollektivizmi, kırsal alanda rehabilitasyon yöntemlerini tartışıp savunur. Modern tarım tekniklerinin kullanılacağı hükümete ait çiftliklerde, toprak sahipleriyle toprak işçilerinin, eksperler gözetiminde birlikte ve ortak çalışmalarını önerir. Ama FSA, adının ve hümanist savının duyulmasını hiç kuşku yok ki son derece etkili fotoğraf programına borçludur. Aralarında Jack Delano, Walker Evans, Russell Lee gibi önemli isimlerin de bulunduğu on altı fotoğrafçı beş yıl içerisinde yoksulluğun 160.000 negatifini üretir. Bu fotoğraflar hem Amerikan hükümetinin, hem basının, hem de kitlelerin dikkatini çekerek iyileştirme sağlar.
Öte yandan, aynı yıllarda pek az beyaz Amerikalı’nın kalkışabildiği bir işe de soyunur Lange, yalnızca ekonomik zorluklarla boğuşan “gerçek” Amerikan vatandaşının değil, Siyahların fotoğraflarını da çeker. 1930’lar Amerika’sı için son derece cüretkar bir atılımdır bu. O güne dek Siyahlar fotoğraflarda çoğunlukla asıl konunun içerisinde ikincil bir nesne ya da durağan bir eşya gibi gösterilmiştir. Oysa Lange bir konudan da öte bir özneye bakarcasına objektifini doğrudan onlara yöneltir. Estetik bir bakışla insanı merkez almış fotoğraf anlayışında siyah ırka kadrajın merkezinde bir mevcudiyet kazandırır, bir beden dili, bir ifade özgürlüğü verir, gülümseme ya da somurtma, yaşamsal zorlukları içerisinde sahne alma, bir güzelliğin anlatımı olabilme hakkı tanır.
FSA bünyesinde çekilmiş fotoğraflardan söz edilirken en çok toplumsal gerçekçiliğe vurgu yapılır. Peki Lange söz konusu olduğunda ham bir toplumsal gerçekçilikten söz edilebilir mi? Miles Orwell, dönemin Amerikan fotoğrafçılığını anarken, Stryker’ın yönetiminde FSA için çalışmış her fotoğrafçının toplumsal yaşama hümanist bir bakış açısıyla, geleneksel bir gerçekçiliğin ışığında baktıklarını ancak her birinin kendi kişisel meseleleri ve tarzları olduğunu belirtir.
Lange’in kendine özgü yaklaşımına gelince, öncelikle yoksulluğu genelde peyzajlar ya da topluluk fotoğraflarıyla değil, portrelerle betimlemiştir. Bu portrelerdeki kadın ya da erkeklerin çoğu, dekordan koparıldıklarında bir stüdyoda fotoğraflanmış gibi görünebilirler. Kaldı ki çoğu portrede dekora da az yer ve işlev verilmiş, fotoğrafçı insanların çaresizliğini bir stüdyo fotoğrafçısının kadrajının sınırlarında, önce gözlerine, sonra yüz ifadelerine, birçok yerde giysileriyle çelişen alımlı duruşlarına odaklanarak anlatmayı seçmiştir. Demokrasinin bu fotoğraflarında güzelliğin yadsınmaz bir önceliği vardır. Göçmen Anne çaresizliği çağrıştıran gözleriyle de güzeldir. Yoksulluğun pençesindeki diğer kadınların pek çoğu derme çatma çadırların içinde ya da önünde bacak bacak üstüne atmış oturmaktadır, endamlıdır. Kadın, yoksulluğun resminde gerçekten de çok güçlü bir estetik imgedir Lange için. Kimi zaman yalnızca bir bacağın güzelliği, üstündeki dikişlerle dolu, sökük çorapla karşıtlık oluşturarak buhranın simgesi olabilir. Erkekler ağır işler yaparken de gösterilir ama birçok fotoğrafta onlar da vakur, sefaletin karşısında güçlüdür. Lange’in yoksulluk fotoğraflarında bedenler gerçekten de yüzler kadar anlamlıdır. Uzuvların ahengi de öyle. Göçmen Anne’de kadının ağır bir yük gibi taşıdığı hüznüne zarif bir kol destek çıkar gibidir. Fotoğrafçı güzelliği hiç umulmadık yerlerde aramayı bilmiştir.
Bu süreçte ve sonrasında pek çok ayak fotoğrafı da çekmiştir Lange. Kimi zaman ağır işçiliğin göstergesi, vücudun ve ruhun yükünü taşıyan gamlı yüzler gibi görünen ayaklar, kimi zaman kendi evinde çektiği, yakınlarının sağlıklı ayakları. Hepsi de Lange söz konusu olduğunda bir tür yoksunluğun simgesidirler.
Öte yandan, Lange’in lirik portreleri tüm FSA belgeleri arasında sözcüklere en yakın duran görüntüleri oluştururlar. Her portre bir öykü gibi kurgulanmıştır sanki. Her yüzün, bir roman ya da öykü kahramanı gibi, fotoğrafa baktıkça anlatacak kişisel bir hikayesi oluşur. Graham Clarke, Göçmen Anne’de anne ve çocukları kadrajda kullanma biçimiyle Lange’in duygu yüklü bir metin yazdığını söyler. Hatta kimi araştırmacılara göre bu fotoğraf öyle güçlüdür ki bir belgeselin sınırlarını aşıp “kendine özgü bir yaşama kavuşmuştur.”
Steinbeck’in aynı dönemi, Büyük Buhran yıllarını anlatmak için kaleme aldığı Gazap Üzümleri’nin görsel karşılığıdır Lange’in fotoğrafları. Ekonomik buhranı belgelemek üzere çekilmiş 160.000 fotoğraf arasından tek bir tanesinin, Göçmen Anne’nin öne çıkarak bir ikona dönüşmesinin temel nedenlerinden biri de Lange’in ham bir toplumsal gerçekçiliği aşarak edebiyata özgü bir anlatım gücüne erişmesidir.
“Portre bir insanın diğerine nasıl yaklaşması gerektiğine dair bir derstir”
Ölümüne aylar kala, 1965 yılında yaptığı bu kısacık açıklama, belgesel fotoğrafçılığın üstatlarından biri sayılan Lange’in, Oklahoma’dan Asya’ya ezilenlerin, yok sayılanların, acı çeken insanların fotoğraflarını çekerken, portreyi hep çaba gerektiren bir süreç olarak değerlendirdiğini gösterir. Dolayısıyla siyasi ve kişisel demokrasi anlayışını fotoğraf çekme edimine de yansıtmış, bunu tek taraflı değil, konuyla (özneleriyle) karşılıklı bir ilişki biçiminde tanımlamıştır. Hatta bu ilişkiyi mesleğin tanımına dönüştürür: “Fotoğraf çekerken kendi kendinize konuşmazsınız, başkalarıyla konuşursunuz. Profesyonel olmakla amatör olmanın farkı buradadır işte.”
FSA yıllarında çektiği fotoğraflarla tanındıktan sonra, Pakistan’dan Kore’ye, Filipinler’den Mısır’a dünyanın farklı bölgelerinde ezilenlerin, yok sayılanların, acı çeken insanların, savaş kurbanlarının fotoğraflarını çeker Lange. Fotoğraf sanatının biraz daha içe dönüp soyutlaştığı aşamada unutulmuş olsa da, ilerleyen yıllarda, özellikle 1960 ve ‘70’lerde sivil hak arayışları, demokrasi mücadelesi ve Vietnam karşıtı aktivist hareketler kapsamında yeniden gündeme gelerek fotoğraf tarihindeki sarsılmaz konumuna yerleşir. Bugün Lange’in yapıtları Amerika’nın ve dünya fotoğraf tarihinin kültürel hazinelerinden sayılır. Toplumcu gerçekçi fotoğraftan söz edildiğinde klasikler arasında anılır. Sanat okullarında olduğu kadar ekonomi, tarih ve sosyoloji gibi bölümlerde yapıtları ders olarak işlenir. Kartpostal ya da poster boyutlarında her yıl on binlerce röprodüksiyonu satılan Göçmen Anne, Amerikan Sosyalist Parti’sinin propaganda metinlerinden akademik konferans duyurularına, kadın hareketlerinden yoksullara yardım kampanyalarına dek birçok yerde kullanılır. Samsonite valizlerinin, kırışık önleyici kozmetik ürünlerin, Yehova Şahitleri’nin, Salvation Army’nin ve Gap firmasının reklamlarında da kullanılmıştır. Lange, “O artık benim fotoğrafım değil,” derken yanılmamıştır.
Lange’in kişisel bir mücadeleyle başlayan yaşamı benzeri bir biçimde sona erdiğinde 70 yaşındadır. Yıllarca kanserle savaştıktan sonra 1965 yılında yaşama veda eder. Magnum fotoğrafçılarından Wayne Miller Lange’i şöyle anacaktır: “Fiziksel olarak ufak tefek ve narin biri olmakla birlikte, çelikten yapılmış bir devdi o.”