Yaşamla ölüm arasında: buz.

KÜLTÜR

Dondurulmuş Yaşam ve Biyobankacılık: Kordon Kanı, Yumurta, Sperm, Embriyo…

Geçen yıl ziyaret etme imkanı bulduğum Kevser Güler’in küratörlüğünde hazırlanan “Etten, Kemikten” sergisi “sağlık-hastalık, yaşam-ölüm bağlamında bedenle ilgilenen çalışmaları” bir araya getiriyordu. Bu çalışmalar arasında özellikle Deniz Gül’ün “İrtifa”sı çok ilgimi çekti [görsel]. Küratör Güler kendisiyle sergi üzerine yapılan bir röportajda Gül’ün İrtifa’sını şu sözlerle anlatıyor:

 

Deniz Gül, İrtifa heykeliyle buzu buz olarak tutmaya, onu korumaya, ihtimam göstermeye dair bir olasılığın izini sürüyor. Kendisinin üretiminde sıklıkla karşılaşılan organik olmayanın yaşamsallığı, dönüşüm imkanları ve zamansallığına dair ilgisi, bu çalışmasında buza odaklanıyor. Sanat tarihinde buz da dahil maddenin hal değişimleriyle ilgilenen üretimlere deniz korumaya, kollamaya, muhafaza etmeye dair biricik bir jestle eklemleniyor. Aynı zamanda bu sergi bağlamında, bugün tıp ve medikal teknoloji için vazgeçilmez olan soğutma sistemlerine de bir gönderme yapıyor. Soğuk tutmak için kullanılan buzun kendisine ihtimam gösteriyor. Küresel ısınmaya dair de yorumlanabilecek yapıt, bakır malzemesi seçimiyle, kendi bedeninde buzun erimesinin, sistemin yaşamının kaydını görünür kılıyor. Yapıt, insan dahil canlıların dondurularak gelecekte yeniden yaşama döndürülmesine dair, ya da buzun erimesiyle ortaya çıkan mikroorganizmalar, kemikler ve başka canlılar üzerine çağrışımlarla birlikte, yaşam ve ölüm ile de ilişkileniyor.

 

Bu yazıda, Deniz Gül’ün İrtifa’sından da aldığım ilhamla, biyoteknolojik dondurma pratikleri üzerinden buzun yaşam ve ölümle ilişkilenmesini, yaşam ve ölümün muğlaklaşan sınırlarında yaşam politikasının aldığı yeni formları irdelemeye çalışacağım.

 

 

Nineleri, dedeleri, anneleri, babaları Soğuk Savaş diye isimlendirilen bir zamanda doğmuş ve büyümüşken, Milenyum çocukları küresel ısınma gerçeğiyle “buzun kültürde değilse de, doğada kronik olarak azaldığı bir dünyada yaşıyor” (Thompson 2017, s:339). Bu nedenle, ne Karlar Ülkesi, Buz Devri gibi animasyon filmler tesadüf, ne de Türkiye dahil olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan Greta Thunberg gibi çevre aktivisti çocuk ve gençlerin mücadelesi.

 

Buz doğada azalırken, gündelik hayatımız giderek daha çok (özellikle marketlerin dondurucu reyonlarında satılan paketlenmiş buz küplerinde ikonikleşen) “yapay” buz formlarına dayanıyor. Yapay soğutma sistemleri, sanayi tipi kullanımlarının ötesinde, hemen hemen tüm evlerin temel ihtiyacı sayılan buzdolapları ve giderek yaygınlaşan derin dondurucular beslenme rutinimizin dayandığı düşük sıcaklık ağını oluşturuyor. Ancak, ilginçtir ki, her gün soğukluk üretmek için harcadığımız enerjinin çevresel etkilerini (küresel ısınma gibi) düşündüğümüzde, ironik ama yıkıcı bir döngü içinde yaşadığımız açık.

 

Deniz Gül’ün İrtifa’sının da çağrıştırdığı gibi, buzun yaşam ve ölümle ilişkilenmesi küresel ısınmayla gezegen ölçeğinde, biyoteknolojilerle bedensel, hatta hücresel düzeyde gerçekleşir. Örneğin, sıvı azota (nitrojen) dayanan dondurma teknikleriyle biyobankacılık, günümüzde düşük sıcaklığın uygulandığı biyoteknolojik alanlar arasında dikkat çekicidir. Biyolojik materyallerin toplanması, depolanması, dolaşımı ve ekonomik, eğitsel, tedavi, adli ve araştırma gibi amaçlarla kullanılması yüzyıllık bir geçmişe dayanır. Biyobankacılık yeni olmamakla birlikte, bugün özellikle genetik alanındaki (insan genom projeleri gibi) gelişmelerle yeniden ilgi çekmeye başladı. İnsan ve insan-dışı biyolojik materyallerden bilgi elde etmeyi amaçlayan biyoenformasyon bankaları, klinik veya araştırma amaçlı kullanılmak üzere kan, hücre, doku gibi biyolojik materyalleri muhafaza etmeye odaklanan saklama merkezleridir. Dünyada farklı açılardan sınıflandırılabilecek, çeşitli boyut, amaç ve kurumsal yapıda biyobankalar mevcut. (Türkiye’deki ulusal tohum gen bankası gibi biyoçeşitliliği korumak için ortaya çıkan tohum gen bankaları için buraya bakabilirsiniz.

 

Yeni biyoteknolojiler artık yaşamın yönetimi ve manipülasyonunu hücresel yeni bir (hücrelerden DNA ve moleküllere kadar) düzeyde mümkün kıldığından, Michel Foucault’un yaşamın politikasını tanımladığı iki iktidar kutbuna (birey/beden ve nüfus) adeta üçüncüsünü ekler. Foucault’un biyoiktidarı bize iktidarın hangi biçimlerde yaşatmak ve ölmeye izin vermek üzerine kurulu olduğunu gösterir. Achille Mbembe de biyopolitikayla yakından bağlantılı olan nekropolitikaya, yani iktidarın yaşatmak kadar ölüm, ölüm tehdidi, öldürülebilirlik üzerinden siyasetle kurduğu ilişkiye dikkat çeker. Bu tartışmaya “kriyopolitika” kavramını da dahil edebiliriz. J. Radin ve E. Kowal’un editörlüğünü yaptıkları Kriyopolitika: Eriyen Dünyada Donmuş Yaşam (2017) adlı derlemede, kriyopolitika (kriyo, Yunanca soğuk, dondurucu ön ekidir) ile ölüm ve yaşamın sınırlarının düşük sıcaklıkta aldığı yeni anlam ve formlar, varlıkların yaşatıldığı ve (dondurularak) ölmesine izin verilmediği iktidar biçimleri ele alınır. Bu kavram ilk olarak 2006 yılında M. Bravo ve G. Rees tarafından 21. yüzyılda Kuzey Kutbu’nun artan jeopolitik değerine dikkat çekmek için ortaya atılmış (s:5). Radin ve Kowal ise kavramın kapsamını genişleterek insan ve insan-dışı biyolojik materyallerin korunmasını mümkün kılan düşük sıcaklık ve düşük sıcaklık ağlarının oluşumunu ifade etmek için kullanıyorlar. Kriyopolitika yaşamın düzenlenmesinin teknobilimsel yöntemlerle sürekli olarak genişlediği ve böylece ölümün sürekli olarak ertelendiği bir iktidar alanı olarak ortaya çıkıyor (s:7). Kriyopolitik alanda, yaşam ve ölüm sürekli yeniden “yapılmak” üzere var olur. Ne ölü ne diri, yani eşikte olmanın (liminal) politikasıdır (s:8).

 

Şimdi, kriyopolitik açıdan bazı biyoteknolojilere yakından bakalım.

 

Üreme ve Biyobankacılık

 

Kuzey Amerika’da biyobankacılığın tarihsel seyrini analiz eden Kara Swanson, kâr yapma çağrışımları olan “banka” metaforunun bedensel materyaller üzerinden (değiştokuş edilen ürünler mi diğerkam hediyeler mi ikilemi gibi) süregiden tartışmaları nasıl şekillendirdiğine bakan bir akademisyen ve hukukçu. Bu tartışmaların, böbrekten sperm ve anne sütüne kadar tüm biyolojik materyaller için umulmadık sonuçlarıyla birlikte, piyasa-odaklı bir arz ve değiştokuş anlayışını pekiştirdiğini iddia ediyor. “Yatırım”gibi bankacılık metaforlarının biyoteknolojilere sızmaya devam etmesi de bu iddiayı destekliyor.

 

Örneğin, biyobankacılığın yeni alanlarından biri plasenta ve kordon kanıdır. Eskiden biyolojik atık olarak görülen bu materyaller artık zengin kök hücre kaynağı olarak yeniden tanımlanıp tıbbi ve ekonomik değer kazanmaya başladı. Türkiye’de de talep gören kordon kanı bankaları, ebeveynleri gelecekte çocuklarının başına gelebilecek sağlık krizlerine karşı “hayat sigortası” olarak proaktif “yatırımlar” yapmaya teşvik ediyor. Böylece, kordon kanı tıbbileşirken, kordon kanı bankacılığı ortasınıf iyi ebeveynlik ideolojisinin biyoteknolojik alanda kendini ortaya koyacağı bir uygulama alanına dönüşüyor. Çocuklarını hastalık nedeniyle kaybetmiş ebeveynler için ise, doğacak çocuklarını koruma kaygısıyla bu yola başvurmak duygusal yükü daha da ağırlaştırıyor.

 

Üreme döngüsünde biraz daha geriye gidersek; özellikle bir kadının yaşıyla bağlantılı olarak öngörülen kısırlığa karşı proaktif adımlar atmasını gerektiren yumurta dondurma pratikleri, daha anne olmadan bedensel, ekonomik ve duygusal yükleri üzerine alan kadını sistem içinde annelik yolunda bireysel çareler aramaya itiyor. Kadınların hayatına dair yapısal boyutlar ve sorunlar gözardı edilerek, gelecekteki annelik için bireysel “yatırım” olarak yumurtalarını olabildiği kadar genç yaşlarda dondurmaları teşvik ediliyor. Böylece, kemoterapi gibi doğurganlığı etkileyen ciddi tıbbi durumların ötesine giderek üreme hücrelerini dondurma işleminin kapsamı genişletilmiş oluyor.

 

Sperm Bankaları

 

Kadınların aksine erkeklerin üreme kapasiteleri yaş üzerinden pek düşünülmez. Bu nedenle, erkek bedeni biyolojik olarak ömür boyu sperm üretimiyle sonsuz bir doğurganlık ve üretkenlik kaynağı olarak algılanır. Ancak sperm bankaları, yumurta bankalarına göre daha eski bir teknolojidir. Günümüz sperm bankalarının geçmişi, 20.yüzyılın ilk yarısında gizlice erkek kısırlığına çare olarak uygulanan donör spermle aşılama (tüp bebeğin aksine döllenmenin kadın bedeni içinde gerçekleştiği) yöntemine dayanır. Tarihsel olarak heteroseksüel evli çiftlerdeki erkek kısırlığı için uygulanan donör sperm uygulamasına dayanan sperm bankaları (bu işlevlerini hala devam ettirmekle birlikte) günümüzde lezbiyen ve bekar heteroseksüel kadınlar tarafından da yoğun talep görür oldu. Bu yolla çocuk sahibi olmak giderek daha çok bekar annelikle ilişkilenmeye başladı. Özetle, sperm ve yumurta, genç doğurgan bedenlerin kendileri için kullanmadığı fazlalık, hatta boşa gidecek atıktan farklı potansiyelleri olan bir kaynağa dönüşür: donörler için gelir kaynağı, çocuk sahibi olmak isteyenler için üreme kaynağı, biyobankalar için arz kaynağı ve modern üreme bilimi için klinik tedavi ve araştırma kaynağı.

 

Embriyo Dondurma

 

Günümüzde giderek rutinleşen diğer bir biyobankacılık örneği de tüp bebek tedavilerinde üretilen fazla embriyoların dondurulmasıdır. Türkiye’de tüp bebek tedavisinde evli çiftlerin kendi üreme hücrelerinin veya embriyolarının başkalarında kullanılması yasak. Çiftlerin dondurulmuş embriyoları, saklama süresi uzatılmadığında, çiftlerin ölüm veya boşanma hallerinde imha ediliyor. Türkiye’de, özellikle son dönem kürtaj tartışmalarına Amerikan prolife (“yaşam taraftarı” kürtaj karşıtı) söylemler sızmış olsa da, tüp bebekte dondurulmuş embriyoların akıbeti konusunda böyle bir söylem ve yaklaşım henüz ortaya çıkmadı. Hatta, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL kapsamında KHK’yla “milli güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle” kapatılan kurumlardan biri de bir tüp bebek merkezi oldu. Kliniğin kapatılmasıyla demirbaş gibi el konulan ve akıbetleri bir süre belirsiz kalan dondurulmuş embriyoların OHAL serüveni, ilginç bir kriyopolitik örnek oluşturur. ABD’de ise konuyla ilgili dikkat çeken bir olay, 2005 yılında ülke tarihinin en yıkıcı ve ölümcül felaketlerinden biri olarak anılan ve özellikle New Orleans eyaletini etkileyen Katrina Kasırgası’yla yaşandı. Felaket nedeniyle sular altında kalan bir merkezdeki dondurulmuş embriyolar başarılı bir operasyonla “kurtarıldı.” Hatta, bu embriyolardan doğanlar, kasırgadan “kurtulan” en genç kahramanlar olarak gündeme geldi. Bunlardan birisi de adını suyla ilgili bir felakete referansla Nuh peygamber’den alan Noah’dır. New Orleans’ta felaketten ölenlerin yarısından fazlasının siyahiler olduğu düşünülürse, bu kriyopolitik kurtarma operasyonu ve medyaya yansıyan beyaz çiftlerin mutluluk hikayeleri, kimlerin hayatı kurtarılmaya değer, kimlerin hayatı gözden çıkarılabilir gibi sorular üzerinden embriyoların yaşam hakkını savunan Amerikan kürtaj karşıtı prolife söylemin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor.

 

“Yaşam Uzatma” Merkezleri: Ölüme Karşı Yaşamı Askıya Almak

 

Daha deneysel dondurma pratikleri arasında ise ölümsüz olma arzusuyla bedeni dondurmak var. Amaç; ileride bilimsel ve teknolojik gelişmelerle hayata döndürülmenin bir yolu bulunana kadar “bedenin kriyonik beklemeye alınmasıdır” (O’Connell 2018, s:22). Bunun için, kendini biyolojiden tamamen azat olmayı savunan bir özgürleşme hareketi olarak gören (ve çoğunluğu erkek olan) transhumanistlerin başını çektikleri, yeniden diriltilmeyi bekleyen dondurulmuş cesetlere ev sahipliği yapan kriyonik muhafaza tesisleri kuruldu. Örneğin, ABD’nin Arizona eyaletinde yer alan Alcor Yaşam Uzatma Vakfı adındaki tesis bunlardan biri. Bu tesiste, sayıları yüzlerce olan ve artık hayatta olmayan “müşteri”lerine ölü değil, askıya alınmış sayıldıklarından “hasta” denir (s:24). Müşterilerine iki ödeme seçeneği sunan Alcor, 200 bin dolara bedenin tamamını, 80 bin dolara ise bedenden ayrılan kafayı (beyin veya zihnin bir çeşit yapay bedene yükleneceği görüş ve beklentisiyle) dondurur ve saklar (s:25). Tesis, ödemelerin sürekliliğini sağlamak konusunda müşterilerinin varisleriyle sıkıntılar yaşamaya başlayınca kimsesiz cesetlerle kalakalmamak için ödemelerini müşterilerin hayat sigortalarından almaya başladı (s:25). 1967’de dünyanın ilk dondurulan insanı olan James Bedford da yarım yüzyılı aşan bekleyişiyle Alcor tesisi sakinleri arasında.

 

 

Buza Özen Göstermek

 

Deniz Gül İrtifa eseriyle dikkatimizi buza çeker; bizi buzu ihmal etmemeye, buza özen/ihtimam göstermeye davet eder. Bu yazı, Gül’ün bu davetine icabet etme çabasıydı. Bu amaçla, hem gerçek hem de metaforik anlamlarıyla buzun yaşam ve ölümle ilişkilenme biçimlerini biyoteknolojiler üzerinden ele almaya çalıştım. Buzun teknolojik formlarının yarattığı potansiyelleri ve huzursuzlukları, feminist bilim ve teknoloji çalışmalarından teknolojiye özen göstermek çağrısı çerçevesinde de düşünebiliriz: “Bir teknoloji çalışmazsa veya canavara dönüşürse bunun nedeni onun etik-dışı olması değil, bizlerin ona bakmayı/özen göstermeyi bırakmış olmamız, onu Dr. Frankenstein’ın yaratımını terk etmesi gibi terk edişimizdir […] Bir şeyin oluşuyla layığıyla iştigal etmek için ona dair bütün dertleri, onunla ilgilenen/ona özen gösteren/bakan herkesin dertlerini hesaba katmamız gerekir” (Pruig de la Bellacasa, aktaran Karakaş 2019,s:184-185). Sonuç olarak, buza özen göstermek (hem doğadaki hem de burada bahsi geçen biyoteknolojik formlarında) kriyopolitik bir sorumluluktur.

 

 

Referanslar:

 

Karakaş, Öznur. 2019. “Teknolojiye ‘Özen Göstermek’: Tekno-Ütopist, Tekno-Pesimist

Senaryolara A-Modern Alternatifler”, Doğu Batı 86 (“Dijital Çağ” özel sayısı), ss:173-186.

O’Connell, Mark. 2018. Makine Olmak: Mütevazi Sorunumuz Ölümlülük. Çev. Öznur Karakaş.

Domingo.

Radin, Joanna ve Emma Kowals (eds). 2017. Cryopolitics: Frozen Life in a Melting Worlds.

The MIT Press.

Swanson, K. W. 2014. Banking on the Body: The Market in Blood, Milk, and Sperm in Modern

            America: Harvard University Press.

Thompson, Charis. 2017. “The Cyropolitics of Survival from the Cold War to the Present: A

Fugus”,  Cryopolitics: Frozen Life in a Melting Worlds icinde, Joanna Radin ve Emma

Kowals (eds). The MIT Press, ss: 335-342.

 

 

Ana görsel: Deniz Gül, İrtifa.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YÇeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!
Çeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!

Arkadaşımın erkek kardeşi evlenirken annesi ona yaklaşmış ve sesini alçaltarak 30’lu yaşlarındaki müstakbel gelinleri acaba yumurta dondurmayı düşünür mü diye sormuş.

KÜLTÜR

YYeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi
Yeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi

“Evlat edinmeden"  “merhametli transfere" uzanan farklı sosyo-ahlaki-teknolojik pratikler...

KÜLTÜR

YTekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli
Tekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli

Kadınların hayatı riske atılarak, ulusal teknolojik gelişmeler, kârlı yatırımlar ve kutsal ailenin biyolojik yeniden üretimi için kadınların rahimleri tekno-milli gururun biyo-politik ve de biyo-ekonomik uygulama olanı olarak araçsallaştırılıyor. 

MEYDAN

YKürtajdan Tüp Bebeğe Ceninler, Embriyolar ve Bazı Öteki Hak Özneleri
Kürtajdan Tüp Bebeğe Ceninler, Embriyolar ve Bazı Öteki Hak Özneleri

Dünyadaki gelişmelere bakınca AKP’nin kürtaj karşıtı çıkışının Türkiye’ye özgü olmadığı açık.

Bir de bunlar var

Stalin’in En Sevdiği Şarkı
Hayriye Melek’in “Zeynep”i
Bilginin Meyvesi ya da Vulvanın Hikayesini Anlatmak

Pin It on Pinterest