Bedenin direniş kapasitesini yeniden keşfetmemiz, tekil ve kolektif güçlerini genişletmemiz gerek.

MEYDAN

Direncimiz düşmesin!

Dünyaca Covid-19 salgınının dayattığı yeni normale gireli yıl oldu neredeyse. Başlarda kaçıyorduk, hemen biter sandık, dalgaya aldık. Tam iyice sıkıştığımızı sandığımızda içimizi ısıtan isyanlar çıktı sağda solda. Yalnızlaşsak da, fakirleşsek de hayatımızı sürdürmenin bir yolunu bulduk muhtemelen. Şanslıysak kaçabildiğimiz uzak ya da yakın mesafede bazı konfor alanları kurduk; değilsek hayatta kalma savaşında oradan oraya savrulduk. Her halükârda, yersiz ya da yurtsuz olanları; şiddetin, güvencesizliğin ortasında yok olup giden hayatları düşünüp vicdanımızla baş başa oturduk. 

 

Bir şeyler öğrendik ama değil mi? Bir şeyler denedik, en nihayetinde geleceğin biraz daha farklı olması için irili ufaklı hayaller kurduk. 

 

Tabi ki insan soyu, nesiller boyu felaketler atlatıp hayatta kalmanın yolunu buldu. İyi de, bizim istediğimiz en güçlünün hayatta kalması, (sömürerek, hükmederek, yok ederek) gücüne güç katması değil ki. Öyleyse sadece coşku, mücadele, bir aradalık alanlarından değil; zorluk, halsizlik, belirsizlik zamanlarından da devşirdiğimiz direnç geliştirme yöntemleri üzerine bir düşünelim, mücadeleye devam edelim, aşağı bakmayalım, direncimiz düşmesin hiç. 

 

Direnç, Direniş, Savunma ve Şifa

Her işin başı sağlık dediklerini istesek de istemesek de pandemiyle anladık. Peki bu güne kadar sağlıktan ne anladık? Sağ olmak? Sağlam olmak? İşlevsel, üretken ve piyasada değerli olmak? Sağlık sisteminin insafından medet ummak zorunda olmamak? Birtakım rahatsızlıklarımız olsa da buna da şükür diyerek tümüyle baş ediyor olmak? Bir başkasının bakımına ihtiyaç duymamak? (Gerçi bir başkasının ilgisi, bakımı hoşnut olunmayacak bir şey değil ya, neyse.)

 

Koronavirüs biraz daha altüst etti sağlığa dair bildiklerimizi. Bir hastalığın sadece semptom demek olmadığını öğrendik. Önleyici, halk sağlığını koruyucu tedbirlerin tedavilerden daha işe yarar olabileceğini; ilaçların, aşıların ve en çok da sosyal etkileşimin sağlığımıza nasıl etki ettiğini yaşayarak anladık. Bir yanda ırkçı, sağlamcı, yaşçı nefret ve ev içi şiddet etrafımızda patlak verip salgından hızlı yayılırken bir yandan göçmenler gibi seyahat özgürlüğünden yoksun ve belirsizlik içinde yaşamanın, engelliler gibi kamusal alanda kısıtlı, hatta evden dışarı adım atamaz olmanın, o “ev”in yükünü kimin sırtlandığının, ya da toplumdan dışlanan, yalnızlaşan grupların destek ve ilgi ihtiyacının ne demek olduğu biraz daha görünür oldu. Durumun ciddiyeti bazı bedenlerin diğerlerinden daha kolay gözden çıkarılabilir olduğunu yüzümüze çarpan örneklere kadar gitti. Bazılarımız bunun zaten farkındaydık tabi ki. 

 

Geçtiğimiz yıl tüm dünya pandemiden hayatta kalmaya çalışırken, Siyah Yaşamları Değerlidir (Black Lives Matter) eylemleri yaşam hakkının her bedene aynı şekilde tanınmadığını yeniden hatırlattı bize örneğin. Siyah Yaşamları Değerlidir eylemlerinin birkaç yıl önce ortaya çıktığı dönemde, Johanna Hedva’nın kendi “hasta”lık deneyimi üzerinden farklı bedenlerin varoluşsal ve politik anlamlarını incelediği etkileyici sunumu bu günle çok güzel örtüşüyor. Bu sunumda Hedva, bizi “var olmayana” bakmaya davet ederek diyor ki, tam da hunharca ihmal edilen, bakılmayan bedenlerin de değerli olduğu ısrarından ortaya çıkan eylemlerde aslında pek çok kişi yer alamadı. Çünkü kaçınılmaz polis şiddetini, tutuklanmayı veya işlerinden olmayı göze alamazlardı; ya da belki ruhsal, fiziksel rahatsızlıkları, engellilikleri veya başkalarına bakım yükümlülükleri evde tuttu onları. Türkiye’ye bakarsak, aynı durumun beyaz-türk-sünni-erkek ayrıcalıkları olmayan kişiler, ilk müdahalede tutuklanacaklar, kağıtsızlar, işini ilk kaybedecekler için olduğu kadar savaşın travmasını atamamış, kayıplarının yasını henüz tutamamış olanlar, sokağı göğüsleyebilecek ruhsal dayanıklılığı kendinde bulamayanlar, ya da görünür-görünmez hastalık ve kısıtlılıklardan muzdarip olanlar için de söz konusu olduğundan bahsedebilir miyiz? 

 

İşte böyle bir yerden, “eğer yataktan çıkamayacak durumdaysan, nasıl bir bankanın camına taşı  indirebilirsin?” diye sorarak hasta kadın teorisini anlatıyor Johanna Hedva. Bu teori, bedenin ve zihnin, baskı rejimlerine (bilhassa günümüzün neoliberal, beyaz-üstünlükçü, sömürgeci-kapitalist, cis-hetero-patriyarkal rejimine) karşı hassas ve tepkisel olduğunu ve onların yarattığı tarihsel travmaları taşıdığını savunuyor. Böylelikle dünyanın kendisinin bizi hasta ettiğinin ve hasta tuttuğunun altını çiziyor. Hasta Kadın tabiriyle kapitalizmin kendini idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu tüm bedenlerden bahsediyor Hedva, çünkü kapitalizm bizim bakım ihtiyacımızın sorumluluğunu almaz, onun sömürü mantığı bazılarımızın ölmesini gerektirir: “Bugün bahsettiğimiz biçimde ‘hastalık’ kapitalist bir kurgu; onun karşıtıymış gibi algılanan ‘iyilik’ de… ‘İyi’ insan, işe gidecek kadar iyi olan insan. ‘Hasta’ insan ise olmayan. İyiliği, varsayılan ve varoluşun standart hali olarak kabul etmenin yıkıcı olan kısmı ise, bunun hastalığı geçiciymiş gibi kurgulaması. Hasta olmak norm için bir tiksinti haline geldiğinde, bakımı ve desteği de aynı biçimde düşünmemiz muhtemel olur.” 

 

Kapitalizmin kurduğu iyilik anlayışı, Sanayi Devrimi dönemiyle başlayan, günümüzde çılgın düzeylere ulaşmış hızlılık ve üretkenlik beklentisinin sekteye uğramaması için insanları en kolay şekilde işler düzeye getirmeye dayanıyor. Bugünkü tedavi anlayışımızın geçmişinde yer alan bütüncül, önleyici, koruyucu sağlık felsefeleri ise yerini, bütünsel değil parça bazında çalışan, nedenselliği bir kenara bırakıp şikayetleri gidermeye ya da semptomları bastırmaya odaklanan ve ilaç endüstrisinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiş bir modern tıp anlayışına bırakmış durumda. Ruh sağlığı alanındaki araştırma ve tedavilerin de çok daha kârlı olduğu için 70’lerden beri, bilhassa ilaç kullanımına dayalı olarak geliştiğinden yakınıyor son dönemde travma alanındaki bütüncül yaklaşımıyla yankı uyandıran psikiyatrist Bessel van der Kolk. Yine de van der Kolk’a göre bu modelin gözden kaçırdığı şey, birbirimizi bozabildiğimiz kadar birbirimizi iyileştirme kapasitemizin de olduğu ve iyileşmenin temelinde ilişkileri ve toplumu iyileştirmenin yer aldığı. [1]

 

Öte yandan kapitalist iyilik anlayışına göre şekillenen iyilik halimiz, sisteme ayak uyduruş/karşı koyuş kapasitemizi etkilediği için doğrudan siyasi erklerin hesaplarını da ilgilendiriyor. David Graeber’in sorusu da buna işaret ediyor: “Ya kapitalizmden başka ilkeler üzerine kurulmuş bir dünya görmek isteyecek kişilerin çoğu zaman depresif hissetmesinin sebebi, kapitalistlerin ve politikacıların sahiden de bizi bu şekilde hissettirmeye kafayı takmış olmasıysa?” [2]. Silvia Federici ise bu açıdan, bütün tıp tarihinin kısırlaştırma programlarından, lobotomi, elektroşok ve psikoaktif ilaçlara kadar çeşitli disiplin mekanizmalarıyla toplumsal denetimi sağlamak ve bizi daha uysal, üretken kılmak için itaatsiz bedenlerimizi yeniden programlamaya yönelik bir irade ortaya koyduğunu anlatıyor. [3]

 

Hal böyleyken, sistemin kolayca gözden çıkardığı, yok olmasını, etkisiz olmasını istediği bedenleri gözetmenin nasıl da radikal bir eylem olduğunu en güzel siyah, feminist, lezbiyen, şair, aktivist Audre Lorde hatırlattı. Kanserle sürdürdüğü mücadeleyi siyah kadınların hayatta kalma ve kendi kaderini belirleme mücadelesinin bir başka yüzü olarak anlattığı günlükteki o cümle, (öz)bakımın politik mücadeleye nasıl ulandığını incelemek isteyen pek çok kişiyi de ardına kattı: “Kendime bakmak, kendine düşkünlük değil kendini korumak demektir, ve bu bir politik savaş eylemidir.” [4]

 

Sara Ahmed bu cümle üzerine şöyle der:Bazı bedenlere sahip olmak, bazı grupların üyesi olmak, bazıları olmak, bir ölüm hükmü olabilir. Ne zaman ki olduğun gibi, olduğun yerde, birlikte olduğun kişilerle yaşamaman gerekiyorsa, o zaman hayatta kalmak radikal bir eylemdir (…) Kimileri için yaşam hükmü verirken kimilerinin ölümünü ya da ortadan kalkmasını gerektiren bir sistemde nasıl hayatta kalacağımızı çözmemiz gerekir. Bazen, bir sistem içinde kurtulmak, bir sistem kotarmaktır. Yaratıcı olabiliriz, yaratıcı olmak durumundayız, Audre Lorde’un dediği gibi, hayatta kalmak için.” [5]

 

Sahi, yaratıcılığımızı kullanmaktan neden çekiniyoruz? Doğayla, duyularımızla, bedenimizle, birbirimizle daha çok ilişki kurarak yaratıcılığımızı beslemek; böylelikle kendimizi ve birbirimizi beslemek için sistemin dışında, imkânsızlıkların karşısında yöntemler bulmak öyle havai bir mutluluk, çiçek böcek bir tahayyül değil de baya devrimci, radikal, güçlendirici, iyileştirici ve bir o kadar da mümkün olamaz mı? 

 

Şimdiye kadar çeşitli yer ve zamanlarda risk altındaki ya da sağlık ve bakım sistemlerinden yararlanamayan toplulukların, hayatta kalmak ve iyileşmek için geliştirdiği sistemleri hatırlarsak, bu sistemlerin nasıl desteklenebileceğini, sürdürülebileceğini ya da kendi sistemlerimize uyarlanabileceğini de düşünebiliriz belki. 60’lı 70’li yıllarda artan toplumsal hareketler ve yerel örgütlenmelerle gelişen mahalle klinikleri, örneğin ABD’de Siyah Panterlerin kurduğu ücretsiz klinik ve ambulans servisi; HIV+ bireylerin ilaç ve tedaviye erişmek için oluşturduğu özörgütlenmeler; kürtajın yasak olduğu yerlerde kadınların güvenli kürtaja erişimini sağlamak için oluşturulan (kimi zaman ulusötesi) dayanışma ağları; LGBTİ+ dayanışma grupları ve bu gruplarca oluşturulan dayanışmacı psikolog ve fobik olmayan doktor listeleri; kağıtsız göçmenlerin sağlık ihtiyacına destek olmak için ortaya çıkan gönüllü doktor ağları; hatta Gezi sırası ve Ankara katliamı sonrasında oluşturulan sağlık ve psikososyal destek ekipleri de iyileşmek ve hayatta kalmak için ortaya çıkmış topluluk temelli dayanışma ve kolektif bakım sistemlerinden sadece bazıları. [6]

 

Salgın ve hastalık bir yana, politik şiddet, sömürü, suçlulaştırma, ayrıştırma ve izolasyona karşı da direnebilmek için bireysel çözümler ya da günü geçirecek takviyelerin yeterli olmadığı ortada. Bugün pandeminin katmerlendirdiği çetin koşullarda, pek çok kişinin hayatta kalabilmek için ailesine ya da memleketine dönmek zorunda kaldığını, depresyon, kaygı ve çeşitli ruh sağlığı sorunlarıyla kendi başına baş etmeye çalıştığını, temel ihtiyaçlarını gözardı ettiğini, hatta intihar ettiğini, ya da en azından kabuğuna çekildiğini etrafımızdan da sosyal medyadan da biliyoruz. Peki bazı yerellerde işleyen dayanışma modellerini başkalarına nasıl taşıyabiliriz? Benzer ruh sağlığı sıkıntılarıyla mücadele eden kişilerle destek grupları oluşturabilir miyiz? Acil durumlarda yardım isteyebileceğimiz iletişim ağları ya da destek gruplarını nasıl kurabiliriz? Halihazırda sağlık çalışanlarının kendilerinin de muzdarip olduğu sağlık sisteminden medet bulamadığımız yerde daha erişilebilir ve zararsız şifa kaynaklarını bulup paylaşabilir miyiz? 

 

Sanırım öncelikle ihtiyaçlarımızı belirlemek, sorularımızı ortaya koymak ve dahil olduğumuz topluluklarda, güven duyduğumuz ilişki ağlarında ve dayanışmacı örgütlerde bu soruları konuşmaya başlamak, en temelde yaratıcı, dönüştürücü, kurucu olmaktan çekinmeden bir sistem kotarmaya girişmek için elzem.

 

Bu açıdan bakınca bakımdan kastettiğimin geleneksel bakım verenlerin emeğini sömürmek ya da pahalı, güzelleştirici ve rahatlatıcı ürünleri tüketmenin ötesinde bir şey olduğu anlaşılmıştır sanırım. Kolektif bakım sistemleri kurmaktan, beden, ruh ve zihnimizin iyiliği için sistemin dışında erişilebilir ve sürdürülebilir alternatifler üretmekten, umutsuzluğun karşısında umudun, neşenin ve direnişin politikasını örgütlemeye kadar pek çok stratejiyi içerebilecek bir gündemi öne sürüyorum. Bu yüzdendir, dünyanın farklı yerlerindeki kuir, feminist, siyah ve sosyal adalet mücadelelerinin içindeki aktivistler,dijital iletişim araçlarının üzerinden de olsa bir araya gelip nefes ve rahatlama teknikleri, beden ve devinim pratikleri ve öz-düzenleme, köklenme, (bedensel/bilinçli) farkındalık için ilk bakışta garip gelen bazı yöntemleri paylaşıyorlar şimdilerde. [7] Biz de diğer gündem ve zorunlulukların yanında iyilik halimizle ilgilemeye biraz zaman açabiliyorsak çevremizdeki aktivistlerin hazırladığı şu, şu ve şu kaynaklardaki bazı pratik önerileri deneyebiliriz. [8]

 

Şayet Bessel van der Kolk’un da söylediğine göre, yoga, meditasyon, qigong gibi pratikler; nefes, beden ve duyulara odaklanarak kişilerin duyguları ve bedenleri arasındaki bağı farketmeye başlamalarını, deneyimlerin geçici olduğunu fark ederek kendileriyle ilgili bakış açılarını değiştirmelerini ve böylelikle fiziksel ve duygusal sıkıntıyla başetme kapasitesini güçlendiriyor. [9]

 

Federici’ye göre ise, bedene içkin bir politika olarak, bedenin kendini ve diğerlerini dönüştürme ve dünyayı değiştirme kapasitesi var. Bu yüzden dans gibi eylemlerle bedenimizi yeniden sahiplenmemiz, bedenin direniş kapasitesini yeniden keşfetmemiz, tekil ve kolektif güçlerini genişletmemiz gerek: “Nasıl ki yeryüzünün sağlığı ve şifasına giden yol olarak doğal dünyamızın dilini ve ritimlerini dinlemeye ihtiyacımız varsa; bedenimizin sağlığı ve şifasına giden yol olarak da onun diline kulak vermeye ihtiyacımız var”. [10]

 

Öyleyse bu pandemiden çıkardığımız dersle gözardı ettiğimiz her şeyi biraz daha gözetsek… Besleyici, sağaltıcı, güçlendirici, farkındalığı destekleyici pratiklerle birbirimize ve bedenlerimize dönsek… Bedenlerimizin dönüştürücü kapasitesini, (denemekten çekinmeyen) yaratıcılığın besleyiciliğini, çevremize, doğaya, hatta evrene görerek ve duyumsayarak bakmanın göstereceği yeni potansiyelleri, iyi gelmeyen, dışlayan, yalnızlaştıran sistemlerin yerine örgütleyebileceğimiz alternatifleri fark etsek… Tabi ki tüm ızdıraba ve adaletsizliğe çare olamayız, ama birbirimize biraz daha iyi gelebiliriz belki, ne dersiniz? 

 

Bitirmek için sözü yine Hedva’ya bırakıyorum: “En antikapitalist eylem bir başkasına bakmak ve kendine bakmaktır. Tarihsel olarak dişileştirilmiş ve böylelikle görünmezleştirilmiş iyileştirme, besleme, bakma pratiğini üstlenmek. Birbirimizin kırılganlığını, zarar görebilirliğini ve güvencesizliğini ciddiye almak, desteklemek, onurlandırmak ve güçlendirmek. Birbirini korumak, topluluğu oluşturmak ve uygulamaya geçirmek. Radikal bir yakınlık, karşılıklı bağlılığı olan bir sosyallik, bir bakım politikası.” [11]

 

 

[1] Bessel A. Van der Kolk, Beden Kayıt Tutar, Nobel Yaşam: 2018.

[2] David Graeber, Tersine Devrimler. Everest Yayınları: 2014.

[3] Silvia Federici, Tenin Sınırlarının Ötesinde. Otonom Yayıncılık: 2020.

[4] “Caring for myself is not self-indulgence, it is self-preservation, and that is an act of political warfare.” Audre Lorde, A Burst of Light and Other Essays. Ixia Press: 2017.

[5] https://feministkilljoys.com/2014/08/25/selfcare-as-warfare/

[6] Türkiye’deki bu tür deneyimleri derleyen bir çalışmayla henüz karşılaşmamış olsam da Kuzey Amerika bağlamındaki tarihsel örnekler için Kevin van Meter’e ait şu makaleye göz atılabilir.

[7] Bazı örnekler için şu platformlar incelenebilir: Revolutionary Self-Care, Fireweed Collective, Rest for Resistance, Radical Mental Health, The Jane Addams Collective, Just Healing, Consorcio Oaxaca.

[8] Yaşadığımız yerde bireysel ya da kolektif sağaltıma dair yararlanabileceğimiz, sadece burada bahsi geçen değil pek çok kaynak vardır muhakkak. Ben bu çalışmalardan yakın zamanda farklı kaynakları derlemiş oldukları için bahsetme ihtiyacı hissettim, fakat bu alanda daha derinlemesine bir araştırma yapılabilir ve kaynaklar çeşitlendirilebilir. Maksat muhabbeti başlatmak.

[19] Bessel A. Van der Kolk, A.g.e.

[10] Silvia Federici, A.g.e.

[11] Hedva, A.g.m.

 

Kapak Görseli: “Füruğ,” Sena Başöz, 2018. (Sanatçının Depo’daki Hafiflemeye Dair sergisinden).

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YHasta Kadın Teorisi
Hasta Kadın Teorisi

Düzeltilmeniz gerekmiyor güzellerim, düzeltilmesi gereken dünya.

Bir de bunlar var

Dünya’dan Boğaziçi’ne: Dayanışmayla
Tüketimci ‘Feminizm’ Bizi Neden Yarı Yolda Bıraktı: Kapitalist Kültürü Anlamak
Bir Saat 16 Dakika Uzunluğunda Bir Hakaret: Kedicik Belgeseli

Pin It on Pinterest