Sanırım birçoğumuz son yıllarda İlahiyat Fakültesi mezunu olmanın sağladığı prestijin farkındayız. Hele bir de İmam Hatip Lisesi üzerine İlahiyat Fakültesi diploması oldu mu, iş bulamamak imkânsız. Bir dönem bir devlet üniversitesinde işe alınacağıma söz verilmesi nedeniyle kadro ilanlarını takip etmek durumunda kaldım. Bir sene gibi bir süre. Bu süre içinde, başta beni şaşkınlıklara gark eden, sonradan alışmak durumunda kaldığım bir gerçekle yüzleştim: Diğer tüm fakültelerin toplamı kadar İlahiyat Fakültesine kadro açılıyordu.
Bunun buzdağının görünen yüzü olduğunu düşünmek herhalde yanlış bir varsayım olmaz. Bir başka gözlemim de, yeni açılan üniversitelerde farklı bölümlerdeki hocaların bir kısmının lisans eğitimlerini İlahiyat Fakültelerinde tamamlamış olduklarıydı. Bu gözlemlerim sonucunda diyebilirim ki, sosyal bilimler ve beşeri bilimler, mevcut iktidarın gözünde, ilahiyat üzerinden anlamlanıyor. Dünyaya bakılan, veya bakılması istenen pencere bu. Bu pencereyi anlamak da işte din bilimi ile ilahiyat arasındaki farkı anlamaktan geçiyor.
Dünyaya ilahiyatın gözünden bakmak demek, Tanrı merkezli bakmak demek. Daha ötesi, İslam merkezli bakmak demek. Fakat burada çok önemli bir ayrım yapmak zorundayız: İslam ve İslamcılık ayrımı. Veya dindarlık ve dincilik ayrımı. Bunlardan biri inanç, biri ideoloji. Bunu hepimiz biliyoruz. Oysa mevcut iktidar, bu ikisini tek bir olgu olarak sunmakta ısrarcı. Ve hatta bunda o kadar başarılı ki bu ayrımı en iyi bilenleri bile bazı bazı kandırabiliyor. İşin kötüsü, Işid gibi fenomenler de Batı dünyasının gözünde Müslümanlık ve İslamcılık arasındaki ayrımı bulandırıyor.
Eğer Türkiye’de seküler anlamda din bilimi olsaydı şu olurdu: İslam’dan, objektif ve tarafsız bir şekilde bahsedilebilirdi. İslamcılıktan da aynı şekilde. Farklı dinler hakkında bilimsel bilgi üretilebilirdi. İslam’ın farklı dinlerle hem tarihsel hem de güncel ilişkileri hakkında bilgi üretilebilirdi. İslamcılık ve İslam arasındaki ayrım net çizilebilir, iktidarın toplumsal projesi çok daha bilimsel bir şekilde tanımlanabilir, dile getirilebilirdi. Tabii bu bilginin akademi dışına çıkabilmesi için her halükarda özgür bir medya gerekirdi ki işin o kısmına girmiyorum.
İlkokullarda din eğitimi Türkiye’de çok tartışılan bir konu. Örneğin Alevilik’in din derslerine girmesi, daha doğrusu giriş biçimi, çok tartışma konusu oldu. Türk eğitim sisteminde din eğitimine yönelik tartışmalar taraf tutma biçiminde gerçekleşiyor: Ya din eğitimi arttırılsın istiyorsunuz ya da buna tamamen karşısınız. Fakat kimse din eğitiminin niteliğini tartışmıyor. Bence asıl soru bu. “Kaç saat din eğitimi?” değil. Elbette bu da önemli, ve din derslerinin saatlerinin arttırılıp diğer derslerin saatlerin kısılmış olması ciddi bir sorun. Fakat daha temel olan soru şu: “Nasıl bir din eğitimi?”
Türkiye’de hâlihazırdaki din eğitimi ideolojik. Yani kendini Türkiye’de anlaşıldığı şekliyle Sünni İslam’ın perspektifinden konumluyor. O yüzden yine, örneğin Alevilik’in din derslerine girmesi bir kırılma addedilebilse de, aslında nasıl girdiği daha önemli bir konu arz ediyor. Alevilik din dersinde anlatıldığında yine Sünni İslam’ın perspektifinden, Sünni İslam’ın diliyle mi anlatılıyor? Din öğretmenlerinin formasyonuyla ilgili bir mesele bu. İlahiyat din bilimi ayrımını geçen yazıda uzun uzun tartıştım. Din bilimi formasyonu olmayan bir öğretmen nasıl buna yönelik bir eğitim verebilir? Kendini dominant Sünni İslam perspektifinin dışından konumlaması hiç talep edilmemiş, buna yönelik hiçbir eğitim almamış biri bunu nasıl yapabilir? Alevilik anlatabilmesi için bu bilgi aslında Alevilik’e dair genel bilgisinden daha önemli!
Eğer Türkiye’de seküler anlamda din eğitimi olsaydı şu olurdu: Çocuklar okullarda dinlerin çoğulluğunu öğrenirlerdi. Kendi dinlerinden başka dinlerin olduğunu, bu dinler hakkında bilgi edinmenin genel kültürün bir parçası olduğunu öğrenirlerdi. Aslında en genel anlamda bir çoğulluk tecrübesi yaşarlardı. Türk eğitim sisteminin tek tipçi, çoğulluk karşıtı politikasını yıkan bir durum olurdu. Farklı dinler hakkında bilgi sahip olmak çocuklar için dünyanın farklı bölgelerini, farklı kültürlerini tanımak anlamına gelirdi. Hayal güçleri gelişirdi.
Fakat biz bugün bunların hepsinin tehlike addedildiği bir sistemin içinde yaşıyoruz. Hatta bunun cumhuriyet tarihi boyunca böyle olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra, günümüzde içinde yaşamak durumunda bırakıldığımız İslamcılık politikaları çok sayıda fetişi içinde barındırıyor. Daha doğrusu, iktidarın fetişleriyle iç içe giriyor; ayırt edilemez hale geliyor. Çamlıca Camii gibi. Osmanlı’ya geri dönmek bir fetişizm. Neden fetiş diyorum? Çünkü Osmanlı hakkında gerçekten bilgi sahibi olunmadan, tarihi düzgün anlamadan tekrar tekrar üretilen bir saplantı bu. Zaten Osmanlı fetişinin sonuçları Osmanlı’ya hiç mi hiç benzemiyor. Şimdiki kopyalar asıllarını yaşatamayacak kadar bile kötü.
Bir de Arapça ve Osmanlıca fetişizmi var. İkisinin ortak noktası Arap alfabesi. Arap alfabesiyle yazılan her şeyin kutsal sayılması. Oysa Osmanlı döneminde pornografik eserler de Arap alfabesiyle yazılıyorlardı. Üniversitede Osmanlıca dersleri veren bir insan olarak şunu söyleyebilirim: İlkokuldan lise sona kadar İngilizce eğitimi veren bir sistem ne kadar İngilizce öğretebiliyorsa, o kadar Osmanlıca öğretebilecektir. Üstelik durum daha da vahim: Çünkü Osmanlıcayı doğru düzgün bilen ve dolayısıyla öğretebilecek insan da bulunamayacaktır.
Komik bir anımı anlatmak istiyorum. Odakule’de çay bahçesinde oturmuş, el yazması bir Osmanlıca eserin fotokopilerini okuyorum. Bir anda rüzgâr esti ve fotokopiler her tarafa dağıldı. İnsanlar Kuran sayfaları sanarak panik oldular. Etraftaki herkes çılgınca sayfaları toplamaya başladı. Bazı sayfalar çay bahçesinden aşağı caddeye, ulaşamayacağımız kadar uzağa düştü. İnsanlara okuduğum şeyin Kuran olmadığını, kutsal olmadığını, sadece bir başka alfabeyle yazılmış olan Türkçe olduğunu anlatmam çok zor oldu.İşte çok basit bir örnek. Son dönemdeki iktidarın fetişlerinden bağımsız bir örnek. İnsanların bu temel bilgiden mahrum bırakılması, bilgi üretmekle görevli kurumların sorumluluğu. Bu kurumlar dinle ilgili, ideolojik olmayan bilgi üretmekle yükümlüler. Din ve ideoloji arasındaki ayrımı bilimsel olarak açıklamakla yükümlüler. Dinle ilgili bu bilgi dağarcığının en temel noktalarını daha çocuk yaşta Türkiye vatandaşlarına sunmakla yükümlüler. Bugün cumhuriyet tarihinin bize bunu yapacak kurumları sunmamış olmasının ne kadar korkunç bir hata olduğunu hiç olmadığı kadar ağır yaşıyoruz.
Bir sonraki yazımda maneviyatın ne anlama geldiğini veya gelebileceğini tartışacağım. Neden maneviyat? Çünkü maneviyattan bahsetmeden hem dinden, hem dindarlıktan, hem de dindarlıktan uzak bir yaşamdan aynı düzlemde bahsetmek mümkün değil. Dinle ilgili kutuplaştırmayan bir dil üretmenin yolu maneviyat kavramından geçiyor.
Görsel: Fateh al-Moudarres