Amerika siyasetinin birtakım kutuplaşmaları bir süredir “kültür savaşları” çerçevesinde tartışılıyor. Minneapolis’te polis şiddetinin öldürdüğü George Floyd sonrasında yaşanan protestolar çerçevesinde yeniden gündeme gelen Amerika’nın kölelik tarihine ait heykellerin yıkılması da, ilk bakışta bu “kültür savaşlarının” bir parçası. Zira, Amerika Konfedere Devletleri’nin sembolü olan bu heykellerinin savunucuları heykellerin güney eyaletlerinin kültürel mirası olduğunu vurguluyor. Kültürel miras üzerine çalışan akademisyenler ise uzun zamandır bu mirasın basit bir geçmiş anmasından öte, toplum kurgusuna içkin semboller olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla, bu heykeller bir yandan siyah nüfusun eşit parçası olmadığı bir toplum tahayyülünü şimdi ve gelecek için yeniden üretirken, yıkılmaları da bu tahayyülü reddeden gruplar tarafından talep ediliyor. Bu durumda, Amerika ve Avrupa’nın ırkçı ve sömürgeci tarihini yücelten heykellerin yıkılması taleplerini, özcü bir “kültür savaşları” çerçevesi değil, tam da bu toplum tahayyülleri ve süregelen eşitsizlikleri önceleyen bir yaklaşımla anlamak gerekiyor.
Genel olarak heykeller, özellikle de iktidar eliyle ya da izniyle planlanan ve kamusal alanlara kondurulan heykeller, toplumun resmi kurgusunda önemli rol oynayan tarihi olayları ve kahramanlarını yüceltmek amacını güdüyor: kazanılan savaşlar, kaybedilse de cesaret ve kahramanlık hikayesi olan savaşlar, fethedilen topraklar… Fakat büyük olaylar üzerinden homojen toplum tahayyülleri yaratmak hedefleyen bu heykeller, kendilerini andıkları tarihin karmaşası, içerdiği şiddet ve mağdurların hafızalarıyla karsı karşıya bulabiliyor. Amerika’da kölelik ve ırkçılık tarihini sembolize eden heykellerin yıkılması talebi de tam böyle bir yerden kuruluyor. Yıkılması istenen heykeller Amerika Konfedere Devletleri’nin sembolleri. Konfedere Devletler de 1861-1865 yılları arasında gerçeklesen iç savaşta, Amerika Birleşik Devletleri ordusuna karşı savaşan ve bu savaşı kaybettikten sonra bugünkü sınırlarıyla bildiğimiz ABD’nin bir parçası olan güney eyaletleri. İç savaşın kritik aksını belirleyen köleliğin devam edip edemeyeceği olmuştu. Dolayısıyla, konfederasyonun asker ve generallerine ithaf edilen heykeller, beyazların hükmettiği ve siyahlara köleliğin layık görüldüğü bir düzen için verilen savaşı yüceltiyor.
Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, bu heykellerin ne zaman dikildiği. Sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin araştırmaları, konfederasyon heykellerinin ezici çoğunluğunun iki dönemde ortaya çıktığını gösteriyor. Bunlardan birincisi 1910-1930 arası, ikincisi ise 1950’ler, ki bu tarihler tesadüfi değil. Amerika iç savaşı sonrasında, maalesef çok hızla sona eren bir yeniden inşa dönemi (reconstruction) yaşanıyor. 1863-1877 arasındaki bu kısa dönem, Amerika’da ırkların eşitliği üzerine kurulu önemli bir demokrasi deneyi. Sonrasında ise, özellikle Amerika’nın güney eyaletlerinde, siyah ve beyazların eşit ve bir arada yaşamasını engelleyen Jim Crow yasaları devreye giriyor. Bu yasalar, örneğin siyahlara beyaz mahallelerde oturmayı, beyazlarla aynı okullara gitmeyi, toplu taşımada ön koltuklarda oturmayı, yine beyazlarla aynı çeşmeden su içmeyi yasaklıyor. Konfederasyon heykellerinin ilk ortaya çıktığı 1920’ler Jim Crow yasalarının sertleştiği, siyahlara yönelik linçin giderek arttığı ve buna karşı duran ayaklanmaların başladığı dönem. 1930’lara gelindiğindeyse Büyük Buhran sırasında yoksul siyah ve beyazların, zengin beyazlara karşı bir araya gelmeye başladığını görüyoruz. Bazı tarihçiler, bu dönemde inşa edilen ve sınıflar-arası beyaz dayanışmasını güçlendirmeyi hedefleyen bu heykelleri “beyazlık geliri” diye tanımlıyor. Heykellerin ikinci ortaya çıkışı ise Martin Luther King Jr. ile özdeşleşmiş sivil haklar hareketinin güçlendiği ve hız kazandığı yıllara denk geliyor.
Bir başka önemli nokta da bu heykellerin nerede bulunduğu. Kaldırılması istenen heykeller ya şehir merkezlerinde, kamusal alana üstten bakan yapılar ya da valilik, mahkeme gibi kurumsal binaların ön çeperinde yer alıyor.
Bu noktaları birleştirdiğimizde ortaya çıkan manzara şu: Konfederasyon heykelleri beyazların üstünlüğü üzerine kurulu bir geçmişi yüceltiyor. Ancak söz konusu yüceltme sadece geçmişe ait değil. Bu heykeller, tarih boyunca verilen ırk eşitliği mücadelelerine karşı aidiyet ve üstünlük hatırlatması olarak inşa ediliyor. Bu inşayı daha da sorunlu kılan ise heykellerin resmi kurumlarla iç içe geçmesi ve şehirlerin önemli kamusal alanlarında yer etmesi. Bu şekilde vatandaşların sistem nezdinde ve kamusal alanda eşit olmadığını hatırlatıyorlar. Nitekim, Amerika’da polisin ırkçılıkla birleşen bir şiddete başvurduğundaki iddiası genel olarak hep “şüpheli kamusal alan kullanımı” üzerinden şekilleniyor. Bu heykellerin varlığı, söz konusu düzenin devamına, yani dün ve bugünün ötesinde, eşitsiz bir geleceğe işaret ediyor.
Yüceltme Değil Yüzleşme
Heykellerin yıkılmasına dair talepler de bu tarihsel devamlılığa işaret ediyor. Örneğin, Virginia eyaletinin Charlottesville kentindeki Komutan Lee heykelinin yıkılması 2015 yılında Dylann Roof’un Güney Carolina eyaletinde siyahların gittiği bir kiliseyi basıp 9 kişiyi öldürmesinden sonra gündeme geliyor. Yani heykellerin yıkılması tam da bitmemiş, eşitsizliklerin devam ettiği ırkçı bir tarih üzerinden talep ediliyor.
Kültürel miras üzerine çalışma yapan akademisyenler, uzun süredir kültürel mirasın esas olarak geçmişle ilgili olmadığını yazıyor. Aksine, kültürel miras bugünün koşullarıyla değerlendiriliyor. Daha da açıkça söyleyecek olursak, güncel birtakım sosyokültürel ve siyasi tahayyüller üzerinden, seçici bir tarih okuması ile çoğunlukla siyasi otoritelerin de dahil olmasıyla bazı objeler ve gelenekler bir toplumun kültürel mirası addediliyor.
Dolayısıyla, toplumların değişen sosyokültürel ve siyasi yapıları, mevcut kültürel mirasın da yeniden değerlendirilmesine yol açıyor. Akademisyenler buna dissonant, yani uyumsuz ya da negatif, olumsuz kültürel miras diyor. Buna örnek olarak bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki sömürge tarihine ait heykelleri ya da Sovyet dönemi sonrasında eski Sovyet cumhuriyetlerindeki Lenin ve Stalin heykellerini verebiliriz. Yani durum sadece Amerika’ya özgü değil. Avrupa’da da çeşitli ülkelerin kölelik ve sömürge tarihini imgeleyen heykellerin indirilmesine dair talepler var. Örneğin, Oxford Üniversitesi’ndeki #RhodesMustFall (Rhodes düşmeli) hareketi buna bir örnek, ki bu da aslında 2015’te Güney Afrika’da başlayan hareketin uluslararası alandaki bir yansıması.[1]
Amerikan Tarih Kurumu, 2017’de yaptığı bir açıklamada, konfederasyon heykellerinin yıkılmasının tarihin silinmesi değil, tarihin belli bir şekilde yorumlanmasına, yani beyazların üstünlüğü üzerinden Konfederasyon için verilen mücadeleyi meşrulaştıran, yücelten ve romantize eden bir tarihe, karşı çıkış anlamına geldiğini belirtti. Heykellerin indirilmesine karşı olanların bir kısmı ise heykeller kalsın, tarihle öyle yüzleşelim diyor. Bu noktada soru, bu heykeller üzerinden bir yüzleşme yaşanıp yaşanamayacağı.
Bu heykellerin kaldırılması tabii ki bu sömürgeci ve ırkçı tarihin unutulması anlamına gelmiyor. Hem Oxford’ta hem de Cape Town’da heykellerin kaldırılması talebini yürüten öğrenci grupları her iki okulda da bu tarihlere ilişkin daha fazla ders verilmesi, mesela İngiliz sömürge tarihinin eleştirel olarak ele alınması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla, talep daha az değil, daha fazla hatırlamak, bunu da yücelterek değil, eleştirel olarak yapmak.
Kültürel miras üzerine çalışan akademisyenlere yeniden dönecek olursak bu isimlerin uyumsuz ya da olumsuz kültürel miras konusuna ilişkin mevcut birkaç yaklaşımı tespit ettiğini görüyoruz. Bunlar, göz ardı etmek, yıkım, ya da yeniden yorumlama. Göz ardı etmek bu heykellere dair bir şey yapmamak anlamına geliyor, ki toplumun talebi karşısında bu zor bir seçenek. Yıkım heykellerin kaldırılması demek, yeniden yorumlama ise bu heykelleri başka bir tarih yazımı çerçevesi içinde yeniden ele almak.
Bu iki seçeneği değerlendirmek için tekrar heykellere dönelim. Heykellerin dikildiği zamanı, dikildiği yeri ve adına dikildiği siyasi tahayyülleri düşünecek olursak söz konusu heykeller çevresinde tarihle yüzleşmenin zorluğu oldukça açık. Bunlara bir de heykellerin estetiğini ekleyelim. Bu heykeller, genellikle yükseltiler üzerinde duran, görkemli, resmettikleri asker ve generalleri yücelten yapılar. Bakanda yaratmaları beklenen (ve hedeflenen) his hayranlık, kudret ve, bazıları için de korku. Bu heykellerin etrafına konan ve tarihin diğer yüzlerine değinen minik plakalar, mevcut eşitsiz düzen içerisinde anlamlı bir yüzleşme imkânı sunmuyor. Keza, bir kez daha hatırlayacak olursak, yüzleşilmesi gereken sadece eşitsiz bir geçmiş değil, aynı zamanda eşitsiz bir şimdiki zaman.
Öğrenci gruplarının da dile getirdiği gibi eşitsiz tarihlerin okullarda öğretilmesi sömürge ve köle toplumlarının yasadığı şiddet ve baskıyı görünür kılmanın yollarından biri olabilir. Bir yeniden yorumlama yöntemi olarak bu heykellerin Amerika ve Avrupa tarihleriyle yüzleşmek adına müzelerde sergilenebilmesi de yine heykeller etrafındaki tartışmada gündeme gelen önerilerden. Büyük bir anıtın altına konacak minik bir plakanın aksine, böyle bir sergi mesela, Amerika’nın kölelikten bugüne gelen ırk ilişkileri tarihini kapsamlı ve eleştirel bir şekilde ele alabilir. Tepeden bakan ve eşitsizliği yücelten heykellerin şimdi’de yerlerinden edilmesinin başka bir tarihyazımını mümkün kılması belki de hiç olmadığı kadar mümkün.
***
[1] Güney Afrika’nın İngiliz sömürgesinde kalması için savaşmış, daha sonra da Rhodesya (bağımsızlıktan sonra Zimbabve) sömürgesini kurmuş bir İngiliz olan Cecil Rhodes’un Cape Town Üniversitesi’ndeki heykelinin indirilmesine yönelik başlatılan hareket.
Ana görsel: Cape Town Universitesi’ndeki protestoların merkezinde yer alan Cecil Rhodes heykeli 2015 yılında kaidesinden kaldırıldı. (Kaynak: The Independent)