Minicik çocuklarla haftanın en az 5 günü, saatlerce birlikte olmak, sınıfa girip dersini anlatıp çıkmak olmuyor her zaman, hatta hiçbir an. Eğitimde “maruz bırakma yöntemi” çocukların hiç farkında olmadan üstünüzde uyguladıkları bir yol oluyor çoğunlukla. Her gün (tabi bence eğer kendinizi hayata karşı kapatan bir insan değilseniz) yeniliklere, hayat pencerenizin santim santim genişlemesine, hiç görülmemiş renklere, hiç duyulmamış melodilere, yani güzelliklere maruz bırakılıyorsunuz. Tüm bu mükemmelliklerin yanında, yüzünüze her gün tokat gibi çarpan ve her birinin tadı bambaşka olan hayat gerçeklerine, toplumun değişmezlerine-değişmesi gerekenlerine de iliklerinize kadar maruz kalıyorsunuz. Diyebilirim ki masallar dünyasına adım atışım da sınıfın tam ortasında oldu bu sebeple.
Öğrencilerim yaklaşık 10 yaşındalar. Fazla ders saatimiz olması sebebiyle birkaç ay evvel belirli saatlerde ufak hikâye kitaplarının çevirisini yapmaya başladık. Her birinin kitapları, sözlükleri önlerinde bin hevesle kuruyorlar cümlelerini. Görebilmenizi çok isterim: her cümlede koşarak yanıma gelişler, masal ortaya çıktıkça heyecanla sıra arkadaşına anlatışlar…
Başlangıç seviyesi kitaplarımız bir dostumdan hediye gelmişti, ağırlıklı olarak Disney’in uyarladığı Grimm masallarından oluşan bir set. İçinde Kırmızı Başlıklı Kız, Uyuyan Güzel, Çizmeli Kedi, Kurbağa Prens gibi hepimizin genel hatlarıyla bildiği ancak içindeki absürt durumlar üzerinde hiç düşünmediğimiz masallar… Bahsettiğim durumlar yalnızca bir öpücükle ölüm uykusundan uyanan güzeller, bir ağaç kovuğundan çıkıveren peri kızları veya acımasız dev anaları değil. Elbette masallar, içinde genel geçer kanunların değil, mucizelerin hüküm sürdüğü, hayal ve rüya yüklü bir dünya. Ancak kitapların çocuklara uygun olup olmadığını incelerken bambaşka bir nokta beni masallar dünyasına çekiverdi: kalıplaşmış cinsiyet rolleri.
Önümde duran kitaplar toplumsal rolleri en keskin biçimde gözler önüne seren, uslu ve itaatkâr kadınları ödüllendiren, hayatın ona verdiklerinden daha fazlasını isteyeni ise cezalandıran, yakışıklı ve kahraman erkekleri en güzel kadınla mükâfatlandıran masallardı. Bir canavarı ya da kurbağayı koşulsuz, şartsız, sabırla ve itaatle seven kadının en görkemli düğünle, başına gelen tüm talihsizliklere sessizce boyun eğen ve kurtarıcısını bekleyen kadının yakılışlı bir prensle veya şehzade ile ödüllendirildiği masallar…
Bir kahramanlık yapmak, yollara düşmek için kendini erkek kılığına girmek zorunda hisseden kadınların başrolde olduğu masallar bunlar. Aynı kadınların, tehlike geçtiğinde veya güvenli bir otorite altına girdiklerinde yelkenleri suya indiriverdiklerini ve uslu birer kediye dönüştüklerini gördüğümüz masallar… Övülecek en önemli özellikleri önce güzellikleri olan kadınlarla dolu masallar. Yani boyları, saçları, tenleri, gözleri, fakirlerse sadakatleri ve ağırbaşlılıkları ve değillerse soylu aileleri… Erkekleriyse kasları, keskin yüz hatları, cesaretleri, zekâları (ki saatlerce dans edip âşık olduğu kadının yüzünü hatırlayamayan ve ayakkabı deneterek bulmaya çalışanı da var ama konumuz bu değil şimdi) ve yine soyluluklarıyla tanımlayan masallar. Bunlar, güzel olmayan, yaşlı ve çirkin kadınların cadı olup kötülük peşinde koştuğu, güzel ve masum olan prensesleri kandırmaya, öldürmeye çalıştıkları hatta masum çocukları yemeye yeltendikleri dünyaları anlatan kitaplar. Bir eşle yetinmeyip ikinci kez evlenen dul üvey annelerin muhakkak kötü olduğu masallar aynı zamanda.
Tüm bu keskin karakter tasvirleri, masalın ne derece otoriteyi ve sistemi kuvvetlendiren, devamlılığını sağlamaya çalışan bir tür olduğunu gözler önüne seriyor kuşkusuz. Sistemi, otoriteyi ve patriyarkayı eleştirmek şöyle dursun, masallar çocuklarımıza, “uslu olmayan kadınlar cezalandırılır”, “güzelliğiniz ve masumiyetiniz(!) tek hazineniz”, “cesur erkekler sonunda mutlaka ödüllendirilir”, “kahraman olmak istemeyenlerse her zaman kaybeder” öğretilerini tozpembe dünyaların içine gizleyerek aşılayan araçlar.
Elimdeki masalları incelerken, daha önceden de farkında olduğum, masalların bu sıkıntılı anlatımları hakkında araştırma yapmaya karar verdim ve yerli yabancı birçok kaynak döküldü önüme. İçlerinde beni en çok doyuranlardan ilki Melek Özlem Sezer’in Masallar ve Toplumsal Cinsiyet adlı kitabı. Melek Hanım bu kitabıyla 2010 yılında Oğuz Tansel Halk Bilimi Ödülü’ne layık görülmüş. Benim için diğer etkileyici kaynak ise Duygu Demirer Şahin’in yüksek lisans tezi olan Seçilmiş Grimm Masallarında Kadın Figürü adlı makalesi. Bu kaynakları ve diğerlerini incelerken öğrencilerimle elimizdeki masallara alternatif sonlar yazmanın güzel olabileceğini düşünüştüm. Ancak içlerinden biri benden hızlı davrandı geçen gün.
Emir’in kitabı Küçük Deniz Kızı’ydı. Çirkin ve yaşlı kadın yine cadıydı ve küçük masum prensesimiz sadece bir kez gördüğü yakışıklı prense kör kütük âşıktı. O kadar ki, ona daha yakın olmak uğruna hiç tereddüt etmeden sesinden vazgeçmişti. Emir’in elindeki masalın orijinali şöyle sonlanıyor: Prens, ailesinin istediği bir prensesle evlenmeye karar verir. Kötü cadımız, küçük prensese bir hançer uzatır ve sesini geri almak istiyorsa prensi bu hançerle öldürmesi gerektiğini söyler. Sesini kaybedip insanların arasına girmeye hak kazanabilen prensesimiz, kendi dünyasına dönebilmek için bu kez de cinayet işlemek zorunda bırakılır. Ancak prenses bunu yapamayacağına karar verince kendi canına kıymak için güverteden kendini serin sulara bırakır ve köpüklerin arasında kaybolur. Emir bu sonu beğenmemiş olacak ki çevirisini oldukça farklı yapmış. Kelimeleri yanlış yorumlayıp, hatalı cümleler kurmuş da olabilir ancak ben bu ihtimali eleyip dilbilgisi açısından olması gereken çeviriyi gösterdikten sonra, masalın yeni sonunu daha çok beğendiğimi söyledim kendisine. Ve çevirisini olduğu gibi bırakmaya karar verdik.
Sonuç olarak bizim masalımız şöyle bitiyor: Küçük denizkızı birini öldürmek istemediğine karar verir. Bundan sonra kendine yepyeni bir hayat kurmak, hatta bir denizci ya da bir kaptan olmak istediğini fark eder. Gemisini bilinmedik diyarlara pupa yelken götürecek bir kaptan… Bunları düşünerek güverteden denize, yüzeyde oynaşan köpüklere bakar, bu bakış belki dakikalarca sürer. Eskiden köpüklerle oynadığı oyunlar aklına gelir. Emir’in cümlesiyle bitirelim: “Denizkızı sulara atlar ve ağzından köpükler çıkararak aynı çocukluğundaki gibi oyunlar oynamaya başlar ve gülümseyerek gün batımını izler.”
10 yaşındaki öğrencim masalını ölümle değil, oyunla bitirmeyi seçti. Neşeyle, köpükle, mavilikle ve umutla… Kendini öldürecek kadar saplantılı bir aşka bağlı kalan değil hayatın içinde olmayı seçen, denizci olmaya karar veren, özgürleşen bir kadınla bitirmeyi seçti masalını. Bir vardı bir yoktu, dünyanın günü çoktu. Gökten üç elma düştü. Biri bana, biri Emir’e, biri de bugün yeryüzünde dilden dile dolaşan ve çoktan unutulan tüm masalların özgür kadınlarının başına.