Geçtiğimiz iki hafta kişisel sebeplerden ötürü Fransa’da bir psikiyatri hastanesinde yattım. Bu iki haftalık psikiyatrik deneyim mevzu akıl ve ruh sağlığı olduğunda daha kat edilecek fersah fersah yolumuz olduğuna beni ikna etti. Yazmasam olmazdı dedim, yazdım. Öncelikle birkaç tetikleyici uyarısı geçeyim: Bu yazı eser miktarda psikolojik ve psikiyatrik hastalık içermekte, bu minvalde intihar, tecrit, tecavüz, ensest, aile içi şiddet ve başka travmalar olmak üzere pek çok tetikleyici barındırmaktadır. Ayrıca başka ülkelerde, özellikle de Türkiye’de psikiyatri hastanelerinin durumuna vakıf olmadığımı, mütevazi deneyimimin Fransa ile sınırlı olduğunu not edeyim. Şimdi başlayabiliriz.
Ne, neden
Hikâyemiz Fransa’nın Paris banliyölerinden birinde yer alan büyük bir akıl hastanesinde geçiyor. Adına “akıl hastanesi” dememiz ne kadar garip. Fransızlar Psikiyatri Hastanesi diyor, Türkçede de Ruh ve Sinir Hastalıkları denmeye başlandı aslında ama gene de dilimize yapışmış bir akıl hastanesi işte. Yoksa olayın akılla falan alakası yok, bu kurumlarda yatan hastalar da akıllarını kaybetmiş, akılsız, aklı beş karış havada, akıl dağıtılırken ortalıklarda bulunmayan insanlar değiller. Senin benim gibi insanlar, sadece belli duyguları daha farklı, daha yoğun yaşayabiliyor, belli davranışları daha büyük, daha kontrolsüz yapabiliyor, kısacası toplumsal hayatın birarada sürdürülmesine ya da bir siyasetin diğerleri üzerinde hakimiyet kurabilmesine yarayan normların dışında düşünüyor, hissediyor, davranıyor ve yaşıyorlar. Normlara geri dönüş için tedavi edilmesi gereken insanlar bunlar. Yoksa hem kendilerine, hem de başkalarına zarar verebilirler.
Bu zararın illa da fiziksel olmadığının altını da çizelim. Bende böyle oldu en azından. Açıkça bir kısır döngü içine girmiş duygudurumumdan kaynaklı özyıkıcı davranışlar neticesinde sadece kendime değil, sevdiklerime de zarar vermeye başladığımı fark ettim. Hastaneye de bu durumdan kurtulmak üzere çare aramak amacıyla gittim. Ayağıma diken batmış da onu çıkartmalarını istiyormuşum gibi bir şey aslında, sadece dikenin battığı yerdeki iltihabı ihmal etmiş, görmezden gelmiş olduğumdan dolayı ayağım davul gibi şiştiğinden neredeyse yürüyemeyecek durumdaydım ve tekerlekli sandalye ile taşınmam gerekti. Teşbihte hata olmaz, gerçekten de sedye ile taşınacak durumdaydım hastanenin kapısından girdiğimde. Verdikleri ağır sakinleştirici bünyede narkoz etkisi yaratmış, ne konuşabilecek ne de yürüyebilecek hale getirmişti beni. İyileşme umuduyla girdiğim bir kurumdan iki haftanın sonunda daha da hasta çıkacağımın ilk sinyali de böylece verilmiş oldu. Öyle ki, hastaneden nihayet ayrıldığımda bizzat yaşadığım ve kısmen de tanık olduğum psikiyatrik şiddet “bir daha asla” dedirtecek türdendi.
Ne var, ne yok
Fransa’da psikiyatrik hastanelere yatış iki şekilde olabiliyor: Zorunlu ya da gönüllü. Gönüllü olanlar benim gibi, kendini profesyonel yardıma muhtaç hissettiğinde bu hastanelere başvurabiliyor ve yatış süresinden tedaviye pek çok konu üzerinde söz sahibi olabiliyorlar. Misal, iki haftanın sonunda hastanede işlerin çığırından çıkmakta olduğunu fark ederek tedaviyi dışarıda sürdürmek üzere çıkışımı isteyebildim. İkinci grup, yani zorunlu olarak hastaneye yatırılanlar bu tür bir seçimden yoksunlar. Çoğunlukla bizzat aileleri tarafından hastanelere “kapatılan” insanların bütün gündelik seçimleri hemşirelerin onayına bağlı, kaç sigara içebileceklerine bile hemşireler karar veriyor. Bu grup hastanede baskın çoğunluğu teşkil ediyor, zira kendi arzusuyla hastaneye yatan bir ben vardım 25 kişi kapasiteli hastanede.
Bir diğer önemli nokta, hastanenin ve gündelik hayatın düzenlenme biçimi. Bir kere hiçbir yerde ayna yok, tuvaletlerin klozet kapakları da sökülmüş durumda, çakmak yasak, kesici ya da yanıcı herhangi bir şey sokmak yasak. Yemekler sadece yemekhanede yenebiliyor ve yemekhaneden çıkarken sadece çatal bıçak değil, herhangi bir ekmek kırıntısını bile dışarı çıkarmadığınız ciddi şekilde kontrol ediliyor. Kulaklıkla dolaşmak yasak, zira hemşirelerin söylemine göre “acil bir durum oluşursa” diye herkesin her an tetikte olması bekleniyor. Yemekler günde üç ana öğün şeklinde çıkıyor ve her birinde ayrıca tüm hastalara “ilaçları” dağıtılıyor.
İlaçlar mevzusu tamamen bir muamma oldu benim için, zira herkesin her öğün bir avuç ilaç yuttuğuna tanık oldum. Bana da zibilyon tane ilaç veriliyordu ve pek çoğunun vitamin olduğu söylenmişti. Daha sonradan öğrendiğim üzere içtiğimiz sulara sakinleştirici karıştırılıyor, aldığımız haplar arasına da antipsikotikler katılıyordu. Temel sebep, kolayca anlayabileceğimiz gibi, bambaşka patolojilere sahip bambaşka sosyo-ekonomik gruplardan insanların birarada bulunduğu garip hastane ortamında sarsak da olsa bir düzen ve dinginlik sağlamaktı. Fakat bunun bedelini, herhangi bir analize tabi tutulmamış bedenlere sanki herkes birmişcesine verilen ilaçların yan etkilerine katlanamayıp gerçekten psikoz geçiren insanlar ödüyordu.
İnsanlar demişken, hastanede basitçe ve sadece birer bedene indirgenmenin ne anlama geldiğini de keşfetmiş oldum. Çıplak yaşam olgusu böyle bir şey; tansiyonum ölçülebildiği, her yemek saatinde ilacımı alabildiğim, etrafımdaki diğer bedenlerle uyumlu bir ilişki kurabildiğim ölçüde vardım. Yoksa sonum tecritti. İlaçlara yanıt vermeyen ya da psikoz geçirenler doğrudan tecrit odasına alınıyor; bu oda hemşirelerin bulunduğu odalara o kadar uzak ki tecrit edilen “beden” bir ihtiyacı olduğunda sesini duyurabilmek için bütün binayı sarsan çığlıklar atmak, duvarları yumruklamak zorunda.
Kısacası hastane patolojileri daha da vahim hale getiren bir mekânsal-pratik düzenleme ihtiva ediyor. Foucault boşuna Fransa’dan çıkmamış, kapatılmanın disipliner boyutu bugün hâlâ yürürlükte.
Kim var, kim yok
İçerideki “bedenler” bin bir çeşitlilikte; herkesin kendi özgün hikâyesi, onu çıplak beden olmaktan çıkaran bir tarihi ve benliği var ama bunlar kapının eşiğinden içeri adım attığınız anda yok oluveriyor. “İçeride” bedenleri tanımlayan yegâne etken patolojileri; fakat bu bilgi sadece hastane personeline açılıyor, hastalar birbirlerinin neden hastanede olduğunu – kişi kendi anlatmak istemediği sürece – bilmiyorlar. Bu da ister istemez tehlikeli karşılaşmalara gebe bir gerilim atmosferi yaratıyor.
Bedenlerin cinsiyeti yok, daha doğrusu önemsiz. Bedenler sadece çıplak yaşama olgusuna indirgenebildiği ölçüde, hele ki reprodüktif bir beklenti de yoksa, cinsiyetin bir önemi kalmıyormuş vesselam. Her şey cinsiyetsizlendirilmiş gibi görünüyor, tuvaletler, duşlar, odalar… Verilen ilaçlar cinsel isteği azaltıyor, ereksiyonu önlüyor, adet kanamalarını durduruyor. Ama bu demek değil ki “dışarının” ikili cinsiyet normları kapının eşiğinden içeri alınmıyor; aksine, kadınlara açıkça histerik muamelesi yapılırken erkeklere en fazla bir sigara az veriliyor. Ayrıca akışkan cinsiyetli, trans ya da kuir herhangi birinin “içeride” barınamayacağı kadar güçlü bir normatif düzen var; bir gün gelir de hastaneye yolları düşerse bu bedenlere “hasta” muamelesi yapılırsa hiç şaşırmam. Nitekim kuir olduğunu tahmin ettiğim bir kadın geldiğinin ikinci günü tecrit odasına kapatıldı. Sebep? Birinin kafasına patates atmış. Hak etmiştir diyesim geliyor ama hastanede bunun karşılığı süresiz tecrit.
Cinsiyetin oynadığı rolün bir diğer ayağı da biz hastalarla paylaşılmayan ama laf arasında ortaya saçılıp dedikoduya dönüşen patolojilerimiz. Misal, daha sonradan öğrendiğim üzere, bir kadın babasının çocuğuna hamile olduğu için yasal hamisi olan annesi tarafından hastaneye kapatılmış. Kadın çocuğu doğurmak istediği kadar annesiyle barışmak da istiyor; fakat ona verilen ilaçlar o kadar ağır ki iki kelimeyi bir araya getiremiyor, sürekli titriyor, dili sürçüyor, kimsenin onu dinlemediğini fark ettiğinde kendi kendine konuşuyor, insanlara dokunmak istiyor ama herkes onun temasından kaçtığı için televizyon ekranındaki insanları parmaklıyor sonra da o parmağı yalıyor. Hastaneye yatma sebebi nereden çıktığını bilmediğim bir şekilde ortaya döküldüğünde bütün kadınlar (gerçekten ama hepsi) bu kadına tavır aldı. Bir tanesi bana açıkça “babasıyla yatan biriyle işim olmaz” bile dedi.
Bir diğer hikâye ise annesi tarafından yedi kere hastaneye kapatılan bir kadına ait. Yasal iradi yetkinliği olmadığı gerekçesiyle her türlü kapatılma yetkisini annesine kaptırmış bir kere; annesi ondan sıkıldıkça hastanede alıyormuş soluğu. Halbuki, yine kendisinin anlattığı üzere, iradi yetkinliği son derece yerinde, zira başka bir ülkede yaşarken kendini iyi hissetmediğinde kendi gitmiş hastaneye, bir ay yatmış ve yine kendi çıkmış. Hasılı hem annesine hem de bütün bir klinik psikiyatri camiasına karşı geliştirdiği güvensizlikle nam salmıştı. Ona göre hastanede hemşirelerin ve doktorların tek derdi para kazanmaktı; bu sebeple tüm hastalara olur olmaz ilaçlar veriyor, onları müşkül duruma getirerek hastanede kalış sürelerini uzatmaya çalışıyorlardı. Güvensizliğinden kaynaklandığını düşündüğüm bu fikri benimle paylaştığında başlangıçta mesafeli yaklaşmıştım; fakat birazdan anlatacaklarım başıma geldiğinde ve buna binaen hastaneden çıkışımı istediğimde esasen çok daha önceden çıkabileceğimi öğrendiğimde ve bana verdikleri ilacı hastaneden ayrıldıktan sonra kullanmaya devam ederken ağır bir nöroleptik sendrom (SMN ya da Syndrome malin des neuroleptiques) geçirdiğimde fark ettim ki söylediklerinde haklılık payı varmış. Meğer ihtiyacım olandan uzun süre hastanede tutulmuşum ve o esnada reçeteye ya da herhangi bir analize ihtiyaç duymaksızın bana verdikleri antipsikotik ilaç nedeniyle neredeyse komaya girebilirmişim.
Olur, olmaz derken oluverdi
Son bir anekdot olarak kendi başıma gelen bir hikâyeyi anlatayım. Hastanede en büyük kara borsa sigara üzerinden dönüyor; zira hemşireler (kendi açıklamalarına göre) “hastaların duygudurumunu kontrol altında tutmak ve ilaçlarla ters etki yaratmasının önüne geçmek” amacıyla sayılı sigara veriyorlar herkese her gün. Ağır ilaç kullananların günlük sigara izni beşe kadar düşüyor. Ayrıca ailesi tarafından veyahut mücbir sebeplerle (intihar vs.) hastaneye kapatılanlar (buna hastaneye yatmak diyemeyeceğim kusura bakmayın) bu sınırlamaya ek olarak bir de ailelerinin onlara gönderdiğiyle yetinmek durumundaydılar ki pek çoğunun ailesinin en son aklına gelen yardım sigaraydı. Hal böyle olunca sigara içtiğini gören insanlardan sigara dilenen, vermiyorsa da sigaranın son nefesini isteyen, o da yoksa izmaritini içmek için sen sigara içerken gözlerini dikmiş bekleyen insanlar ezici çoğunluğu teşkil ediyordu.
Ben bipolar teşhisiyle lityum tedavisi gördüğümden ve hastaneye kendi rızamla yattığımdan sigara kısıtlaması olmayan nadir hastalardan biriydim ve tahmin edebileceğiniz üzere herkes benden sigara istiyordu. Ben de bir gün artık yeter dedim ve kimseye sigara vermemeye başladım. Çünkü paylaşmak güzel ama yani yirmi kişiyle içtiğim sigarayı paylaşırsam ne bana ne onlara yeter bir yerden sonra. Bu tavrımın bir bedeli vardı: Bok. Evet evet, gerçekten bok, yatağımın üzerine itinayla yerleştirilmiş katı kıvamda bir adet kaka. Biri tuvalette işini gördükten sonra hazinesini saklamış, bana bir “uyarı” olarak getirip yatağıma bırakmıştı. Bu titiz çalışma normal zamanda olsa benden hak ettiği takdiri alırdı; fakat ne zaman ne de mekân normaldi ve ben kendimi tehdit edilmiş hissediyordum. Hemşirelere (ki on kişilik kadronun biri dışında hepsi kadındı) durumu anlattığımda iğrendiler ama benim neden tehdit edilmiş hissettiğimi anlamadılar. Kakacı kişiyi bulmak için girdikleri soruşturmada da dikkatlerini hep kadınlara yönlendirdiler; malum, “histerik” olan kadınlardı, halbuki onlara ısrarla benden sigara isteyen ve geri çevirdiğim insanların hep erkekler olduğunu anlatmıştım. Nitekim soruşturma başarısızlıkla sonuçlandı, kakacı kişi bulunamadı ve ben de haddimden fazla vakit geçirdiğim bu hastaneden ayrıldım.
Bitti gitti (mi?)
Bundan sonra psikiyati maceralarım Türkiye’de devam edecek. Kendimi Türk hekimlerine emanet etmeye karar verdim; en azından bir pislik yapacaklarsa anadilimde ağız dolusu küfredebileyim diye. Belli mi olur, belki bir kaka da ben bırakırım ortama…
Kapak görseli: Raymond Depardon’un 12 Jours (12 Gün, 2017) filminden bir kare.