DEMOS Araştırma Merkezi'nden Güley Bor, Güneş Daşlı ve Nisan Alıcı ile salgın ve savaş gibi kriz dönemlerinde toplumsal cinsiyet lensinin bize neler kazandırdığını konuştuk.

MEYDAN

DEMOS ile Pandemiye Toplumsal Cinsiyet Lensinden Baktık: Tedbirler, Hak İhlalleri ve Dayanışma

5’inci yılını kutlayan DEMOS Araştırma Merkezi, barış ve çatışma süreçlerini toplumsal cinsiyet bağlamında inceliyor, tabandan barış ve eleştirel barış yaklaşımlarını temel alıyor. Podcastleri DEMOS’tan Sesler’in Kadın, Barış ve Güvenlik ve Covid-19 odaklı kaydında belirttikleri gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 2000 yılında verilen 1325 nolu kararın 20’nci yılındayız. Bu kararlar, barış ve güvenlik alanlarında kadınların katılımı, çatışmadan kaynaklı yaşadıkları ya da çatışmanın etkilerinden korunmaları gibi konulara odaklanılması açısından çok önemli görülüyor. DEMOS da çalışma alanı gereği bu kararlar üzerine eleştirel bir seri yapma hazırlığındayken pandemi ile beraber başka bir kriz dönemine girmemiz üzerine Covid-19’un toplumsal cinsiyetlendirilmiş analizine yönelmiş.

 

Covid-19 üzerine yaptıkları podcasti dinledikten sonra kendilerine ulaştım. Kendi adıma çok öğretici olan bu sohbete katıldıkları için üç genç araştırmacı Güley Bor, Güneş Daşlı ve Nisan Alıcı’ya teşekkür ediyorum. Bu kapsamlı muhabbetin ilginizi çekeceğini umuyorum.

 

Denzi: İlk olarak podcastinizdeki temel noktalardan biriyle başlamak istiyorum. Halk sağlığı başlığı altında alınan tedbirlerin kırılgan grupları göz ardı etmesiyle ilgili çok önemli vurgular yapıyorsunuz. Bunlardan biraz bahsetmek ister misiniz? Neden Covid-19 krizinde pek çok grubun özgül ihtiyaçları ve koşulları dikkate alınmıyor? Bu ihmalin ne gibi sonuçları oluyor?

 

Güneş: Pandemi başladığı zaman güvenlik meselesi gündemde ön plana çıktı. Nasıl güvende oluruz, evden çalışmalıyız, evde kalmalıyız… Zaten sonrasında çok kısa süre içinde herkesin evde kalma gibi bir lüksü olmadığı ya da evde kalmanın herkes için güvenli olmadığı itirazları da arttı. Ev içi şiddetin bu dönemde arttığını düşünürsek kadınlar, göç yollarında ya da kamplarda kalan mülteciler ve diğer kırılgan grupların kendi sağlıklarını koruyabilmeleri, uygun koşulları sağlayabilmeleri kolay değil aslında. Biz de duruma toplumsal cinsiyet ve kadın-barış-güvenlik çerçevesinden baktığımızda hangi gruplara birazcık daha ışık tutup, onların bu krizle ilgili koşullarında nasıl farklılıklar var onu görmek istedik. Podcast yayınına da bu düşünceyle başladık. “Evde kal” çağrısı, dünyadaki savaşları düşündüğümüzde o bölgeler için ne kadar anlamsız bir önlem haline geliyor. Benim için çok anlamlıyken şu an çatışma bölgesi için çok anlamsız. Bu yüzden, pandemiye kadın-barış-güvenlik çerçevesinden bakmak “oralarda ne yapılması gerekiyor” ve “güvenliği nasıl daha farklı düşünmek lazım” gibi soruları beraberinde getiriyor.

 

Güley: Bu grupların halk sağlığı tedbirleri kapsamında göz ardı edilmiş olması aslında bizi şaşırtmıyor, nihayetinde, pandemiden önce de göz ardı edilen gruplardan bahsediyoruz. LGBTİ+’ların 6284’ten yararlanması her zaman zor. Ya da bir seks işçisinin zaten sosyal yardıma erişimi yok. Bu durum tabii ki böyle kriz dönemlerinde daha da artıyor, ağırlaşarak kendini gösteriyor. Normalde işleyen sistemlerin, normalde işleyen korumaların bile aslında işlemediğini; bunların birçoğunun toplumsal cinsiyet lensinden yoksun olduğu için de işlevini yitirdiğini görüyoruz. En basitinden mesela şu an sığınma evlerine girebilmek için Covid-negatif raporu talep ediliyor kadınlardan. Bu ne demek? O çok kalabalık hastaneye gideceksin, enfekte olma riskini de göze alarak oradan bir rapor alacaksın… Sokağa çıkma yasakları, ekonomik zorluklar, bunların hepsini dikkate aldığın zaman zaten evden uzaklaşacak kadar ciddi tehlikede olan birinden bahsediyoruz. Ya da Alo 183’e, Alo 144 Sosyal Yardım Hattı’na erişilemiyor olması… Bu kadar LGBTİ+, bu kadar kadın, güvencesiz çalışan, günlük işlerde çalışan bu kadar insan buralara bel bağlıyor. Ama karar verme mekanizmalarında bu grupların temsiliyeti sağlanmadığından bu önlemler hiçbir şekilde alınmıyor. Kırılgan grupların yaşadıkları zorluklar her zaman o çatlakların arasından düşüyor sanki; onları, o konuları yakalayan olmuyor. O yüzden de bu önlemlerin yetersiz kalışı çok da şaşırtıcı değil. Öncesinde bu kadar kötüyken şimdi daha iyi olmasını beklemek herhalde gerçekçi de değildi. Kamu tarafından LGBTİ+ kapsayıcı hizmet veren kurumlar az çok bunu pandemi öncesinde de yapan yerel yönetimler, ama seks işçileri yine kapsam dışında. Bu süreçte, hep olduğu gibi, kadın örgütleri ve LGBTİ+ örgütleri devletin eksiklerini kapatmak için sahadalar ve sürekli çalışıyorlar. Bu eksiklerin kapatılması, bütün grupların kapsanması lazım. Sivil toplumla iki taraflı iletişimin sürdürülmesinin kilit olduğunu düşünüyorum.

 

Denzi: Feministlerin 2013’te yaptığı Aile Dışında Hayat Var kampanyası çok sık aklıma geliyor bu süreçte. Eve hapsolmaya, evliliğe mecbur kılınmaya, ev içindeki emeğin de şiddetin de görünmezleşmesine bir karşı çıkıştı bu kampanya; şu an ise “hayat eve sığar” sloganının toplumca benimsendiği bir sürece girdik. Feminist ve LGBTİ+ hareket bu itirazı sürdürse de yaratılan panik ortamında kadınların ve LGBTİ+’ların güvenlikleri bir anda tali konular pozisyonuna itiliyor; “şu an daha önemli, daha acil meseleler var” denilerek. Dahası, şiddetin ve devletin otoriter eylemlerinin meşrulaştırılması, “şimdi sırası değil” vurgusunun topluma yayılması, erkek şiddetinin daha da normalleşmesine yol açıyor. Bu konularda siz ne düşünüyorsunuz?

 

Nisan: Bu #evdekal çağrısının toplumsal çağrıya dönmesi çok ürkütücü bence. Sanırım pek çok feminist de yazdı: bizim #evdekal noktasına dönmemiz, feminist politikanın yıllardır bağırdığı şeyin tam tersine çağırmak durumunda kalmamız şu an çok ürpertici değil mi?. Hakikaten öyle. Ev alanına ve özel alana sıkışmak zorunda kalmak, onun bir de en güvenli yer olarak düşünülmesi… 

 

Feminist hareketin ve LGBTİ+ hareketin önemsiz konular gibi kenara atılmasına dair de şunu düşündüm: Pandemiden bağımsız olarak zaten sivil toplumun, bütün bu hareketlerin aktif olduğu alanın geriye çekilme, biraz reaktif bir pozisyona geçme hali zaten vardı, pandemiden önce de. Covid-19 ve onunla beraber alınan önlemler ve söylemler bunları iyice derinleştirdi sanki . Mesela son podcastimizde Özlem Kaya ile Anadolu Kültür’den çıkan raporu konuşmuştuk. Pınar Öğünç ile birlikte yazmışlar, sivil toplum alanının daralmasına dair. Bir kısmında toplumsal cinsiyet odaklı çalışan örgütlerle görüşmüşler ve onlar için şöyle bir şey deniyor: son dönemlerde kazandıklarımızı kaybetmemeye çalışma noktasına itildik . Yeni kazanımlar elde edebilmek noktasından elimizdekileri kaybetmeyelim noktasına geldik ve bunun mücadelesini veriyoruz epey bir zamandır, aşağı yukarı 2013’ten beri diyebiliriz.  Yani bu son dönemde pandemiyle beraber yaşadıklarımız, bu durumu iyice keskinleştirdi. Sanki bütün bu mücadeleler ve söylemler bu kadar genişleyip yayılmamış gibi inanılmaz küçük bir yere hapsedilme tehlikesi oluştu. Hapsedildi demiyorum ama öyle bir ittirme hali var, ki bu çok sıkıştırıcı bir şey tabii.

 

Güneş: Ben de biraz savaş-barış bağlamında yorumlamak isterim. Savaş gibi kriz anlarından, militarizmin doruğa çıktığı zamanlardan bildiğimiz bir şeydir, kadınlara hep şöyle bir rol biçilir: şu an kriz hali, hayat memat meselesi, sen şiddet görüyorsan falan bir dur, bunu bir dillendirme, şu an sırası değil. Bunu LGBTİ+’lar için de düşünebiliriz, kadınlar için de. Bu sadece savaş, çatışma meselesi değil; benzerini barış süreçlerinde de yaşıyoruz. Türkiye’deki barış sürecini düşünelim mesela. Bu, aslında biz feminist politika yapan kadınların çok iyi bildiği bir şey. 

 

Halbuki biz hem kendi durumumuzu koruyabiliriz, hem de yıllardır sahiplendiğimiz mücadele ettiğimiz şeyleri dillendirmeye devam edebiliriz. Birinden vazgeçmek zorunda değiliz. Bu tarz krizler tersini dayatıyor bize. Birkaç yerde de gördüm, “virüs meselesinde feministler de nereden çıktı“ gibi. Bence bu yaklaşımı o erke sahip kişiler de devlet de zaman zaman biraz stratejik olarak benimsiyor. Feminist hareket bu konuda zaten oldukça deneyimli ve donanımlı.

 

Güley: Güneş’in dediği gibi feminist politika da kuir politika da karşımızdaki izin verdiği zaman haklarımızı talep edelim diyecek gruplar değil. Bence bunun hiçbir zaman olmayacağının çok iyi farkındayız. O yüzden, şimdi sırası mı, tavrını ben aslında o ayrımcılığın devamı olarak görüyorum. Şunu da eklemek isterim: Biz Türkiye’de bunu yaşıyoruz ama bütün dünyada da kadınların, LGBTİ+’ların durumuna kimse bakmıyor demek haksızlık olur. Tabii global bir pandemi yaşamayalı yüz yıl olmuş ama bölgesel pandemiler oldu: ebola var, zika var… Bu zamanlardan çok önemli deneyimleri var sivil toplumun. Özellikle Afrika’dan öğrenilecek çok şey var. Oralarda daha önceki pandemilere verilen cevaplarda bu toplumsal cinsiyet lensinin eksikliği, özellikle de Avrupa merkezli olmayan, yerelden bir toplumsal cinsiyet perspektifinin eksikliği kendini belli etmişti. Bu dönemlerde ev içi şiddetin arttığını, cinsel istismarın arttığını oradaki istatistiklerden biliyoruz ve bence uluslararası camia biraz olsun ders aldı. Bu global pandemide mesela Guterres çıkıp ev içi şiddetle ilgili bir açıklama yaptı, sayısız yayın çıktı, özel olarak ev içi şiddete karşı bir sürü fon verildi… Bence globalde krizin ev içi şiddet boyutuna dair gayet iyi bir farkındalık var. Ama toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin Türkiye’deki en görünür biçimlerinden biri ev içi şiddet olmasına rağmen bu süreçte önceliklendirilmediğini görüyoruz. Bunun son yıllarda İstanbul Sözleşmesi’ne ve 6284’e verilen tepkilerle beraber değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 

Denzi: Türkiye’den devam edersek, aslında “şimdi sırası mı” diyeceğimiz biri varsa o da birkaç hafta önce salgının sebebinin LGBTİ+’lar ve HIV ile yaşayan insanlar olduğunu iddia eden Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş. Bu gösteriyor ki, yaşadığımız şey sadece kriz döneminde kırılgan gruplar olarak geri plana atılmamız değil. Tabir-i caizse kriz fırsata çevriliyor ve kazanılmış hakları tehdit eden bir durum oluşuyor . Bu açıklamanın ardından hem anaakımda ve sosyal medyada artan nefret söylemine hem de geniş çaplı bir dayanışmaya şahit olduk. Sizce bu gündemin kısa ve uzun vadede ne gibi etkileri olabilir?

 

Güley: Ben Ali Erbaş’ın kesinlikle fırsattan istifade ederek bunları söylediğini düşünüyorum. Ama bunun yoktan var edilen bir gündem olmadığını da düşünüyorum. Başka ülkelere bakınca da LGBTİ+’lara yönelik benzer söylemler görülüyor. Irak’ta mesela Şii lider Mukteda el-Sadr, “bu kadar ülke evlilik eşitliğini legalize etti o yüzden salgın var” diye bir tweet attı. Yine pandemi öncesi dönemde var olan nefret bu süreçte güvenlikleştirme politikalarıyla da beraber belli gruplara yöneliyor. Virüsü nasıl düşman olarak belleyeceksin? İnsanları düşman olarak belliyorsun. Hangi insanları? Tabii halihazırda en marjinalize edilenleri. LGBTİ+’ları, HIV ile yaşayanları… Bunların salgın başladığındaki gökkuşağı resmi meselesiyle de, #LGBTİ+çocuklarvardır hashtagi ile de çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bu görünürlük olduğu sürece bastırmak için benzer taktiklere başvuracak devlet. İlk kez yaşanmıyor, son da olmayacak, bunu artık biliyoruz. 

 

Bence bu süreçteki en önemli yenilik baroların tepkisiyle, bu dayanışma oldu. Daha önce görmediğimiz çapta bir dayanışmaydı gerçekten. Birçok insan hakları örgütü toplumsal cinsiyeti kapsıyor olabilir ama bu her zaman LGBTİ+’ları kapsadıkları anlamına gelmiyor. O lenste eksik kalan, ikili cinsiyet sisteminden ve çok cis-heteroseksist bir yerden bakan çok örgüt var ne yazık ki. Hatta bence o yüzden Kaos GL’de Sibel Yükler’in ‘Şimdi tam da sırası’ diye çok güzel başlıklandırılmış yazı dizisi çok önemliydi çünkü çoğu insan hakları örgütünün özeleştiri verdiğini gördük. Bu sürec vesilesiyle bu özeleştirilerin yoğunlaşacağını düşünüyorum. Biz LGBTİ+’ları yalnız bıraktık, neler yaşıyorlar, dayanışmayı güçlendirelim gibi bir tavır çıkacağını umuyorum. 

 

LGBTİ+’lar zaten birçok hak örgütüyle veya birçok grupla dirsek teması halinde ve dayanışıyor ama özellikle barolar, insan hakları örgütleri, emek örgütleri gibi kurumların LGBTİ+’lara sadece kriz anında, yine reaktif biçimde herhangi bir destek sunmasındansa bunu sürdürülebilir bir politika haline getirmeleri gerekiyor. Bu kapsayıcılık sadece Ali Erbaş açıklama yaptığında olmamalı. Normal şartlar altında da LGBTİ+’lar ne yaşıyor, buna dair ne kadar çalışmamız var, neler yapıyoruz, kaç LGBTİ+ ile beraber çalışıyoruz, bunların her biri kapsayıcı bir politika için muhakkak üstünden geçilmesi gereken konular. Bu dayanışmanın güzel bir başlangıç olduğunu düşünüyorum ama kesinlikle yeterli değil. Bizim sivil toplumumuzun kendisini daha fazla geliştirebileceğinden eminim.

 

Bu nefret söylemi dalgasının muhakkak ki devam eden etkileri olacak. Belki şu an çok görünür değil ama birçok LGBTİ+ açık olmadığı ailesiyle beraber evinde; bu açıklamaların üzerine evde baskı görüyor mu, şiddet görüyor mu, belki bu süreç bittikten sonra öğreneceğiz. Şu an sokaktaki varlığımız kısıtlı ama sokağa çıktığımızda bu açıklamaların ne gibi sonuçları olacağını göreceğiz. Nefret saldırılarında, nefret suçlarında muhakkak bir etkisi olacak ne yazık ki. Çünkü zaten amaç da bu. Buna karşı dayanışmayı büyütmekten başka hiçbir çaremiz yok. 

 

Nisan: Sokağa çıkmanın özellikle daha güçlendirici ve özgürleştirici olduğu gruplar var, “evde kal” demek belli gruplar için güvenli bir yerde sakin sakin inzivaya çekilme anlamına gelmiyor. İlla şiddetin var olması gerekmiyor ama sokakta birlikte ve görünür olmanın kimimiz için ayrı bir anlamı var. Şu an mecburen onu yapamıyoruz ve anlıyorum ki bir sürü insan için bunun eksikliği, tek başına kalmış olmak epey güçsüzleştirici bir his. Bunun da bir takım olumsuz etkileri maalesef olacak. Sokak hayatı ne zaman eskisi kadar hareketli bir hale dönecek, onu da bilemiyoruz.

 

Bir de, daha genele yayılan bir eşitsizlik hali var, özellikle Türkiye’de ama başka bir sürü yerde de genç-yetişkin insanlar mecburen aileleriyle yaşamaya ya da ev paylaşmaya devam ediyor çünkü tek başına bağımsız hayatlarını sürdürebilecek ekonomik koşullara sahip değiller. Bu gittikçe artan bir durum. Bireyselliğin öne çıktığı ülkelerde bile bunun arttığını biliyoruz. “Evde kal” çağrısı bunları da aklıma getiriyor. Evde kalarak kendini hala güçlü ve güvende hissetmen için bir sürü koşulun önceden zaten sağlanmış olması gerekiyor. En başta tabii ki o evde fiziksel olarak güvende olman gerekiyor; şiddete, istismara, duygusal şiddete uğramayacaksın. Seni mutlu ve iyi tutacak, psikolojik sağlığını korumanı sağlayacak koşulların olması lazım. Ama ne kadar insanın bunlara erişimi var ki zaten? Özellikle ekonomik krizin iyice derinleşmesiyle pandemiden önce de Türkiye’de hayat çok zordu. Bizim yaşlarımızdaki, hayatını kurmak üzere olan bir sürü insan için koşulların ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Sokağa çıkmak zaten bu anlamda da zorlaşmıştı. Her şey çok pahalı, insanların gelirleri çok az… O anlamda zaten var olan krizin daha da derinleşmesi ve muhtemelen sonuçlarının uzun süreye yayılması muhtemel görünüyor. 

 

Güneş: Biraz klişe bir laf olacak ama bu kriz anları tam turnusol kağıdı işlevi görüyor; kim ne diyor, nerelerde uzlaşıyor, nasıl tepkiler veriyor, bunları çok net ortaya çıkarıyor. Kadın-barış-güvenlik çerçevesinden bu krize Türkiye bağlamında baktığımız zaman şunun da etkisini fark ettik: Türkiye hala bir çatışma ülkesi, Kürt sorunu hala devam ediyor ve hala belediyelere kayyum atanıyor. Halk sağlığının korunması için şu an biraz bir şeyler yapılıyorsa yerel yönetim ve sivil toplum üzerinden yapılabiliyor. Ancak şu an Kürt illerinde yerel yönetim diye bir şey bırakmadılar. Devlet yine kriz anını bahane ederek kayyum atamaya devam etti, eş başkanlıklar yok edildi, kadın eş başkanlar ya tutuklandı ya gözaltına alındı, kadın politikası yapan kurumlar kapatıldı, Kürt belediyelerine bağlı iki kadın sığınağı kapatıldı… Düşünün, kadınlar için açılmış sığınaklar pandemi koşullarında daha da kritik hale gelirken bütün bu erişilebilir, oradaki insanların çabasıyla inşa edilmiş pratikler yok edilmiş durumda. Nurcan Baysal geçen bir yazısında da belirtti, şu an Diyarbakır’da sağlık koruması diye bir şey neredeyse yok, kayyum atanmış belediyelerin zaten umrunda değil, hizmet getirilmiyor, Kürtçe uyarı eksikliğinden kaynaklı birçok kadına uyarılar ulaşmıyor…

 

Buna ek olarak, şu an cezaevinde haksız yere tutuklu bulunan siyasi tutsaklar var. Bunların birçoğu aslında barış inşasına, kadın politikasına, feminist politikaya katkı sunmuş kadın aktivistler. Şu an Covid-19 krizinden kaynaklı ciddi bir sağlık tehlikesi yaşıyorlar. Yani orada çifte ayrımcılık yaşandığını görüyoruz. O yüzden feministlerin İnfaz Yasasında Eşitlik kampanyası bence çok anlamlıydı. Cezaevlerinin durumuna biraz da olsa ışık tuttu. Tamam, infaz yasası güzel bir politika, destekliyoruz, bütün cezaevlerinde bir sürü kişi risk altında, onların sağlığı düşünülmeli…. Ama infaz yasası geçti, tabii ki siyasi tutsaklar bu infaz yasasına dahil edilmedi. Şaşırmıyoruz ama şaşırmamak eksikleri ve yanlışları dillendirmemize de engel olmuyor. 

 

Güley: Türkiye’deki cezaevleri zaten kapasitenin çok üzerinde. Bu infaz yasasındaki adaletsizlik sadece siyasi tutsaklar üzerinden değil başka birçok tutsak üzerinden de yaşandı. Özsavunma hakkını kullanan kadınlar da hala cezaevinde. Erken tahliye edilen birçok kişiyse toplumsal cinsiyete dayalı şiddet uyguladığı için cezaevinde tutulan insanlar. Bu demek değil ki onlar çıkarılmasın, elbette onlar da çıkarılacaklar ama bununla beraber devletin pozitif yükümlülükleri uyarınca bir takım tedbirler alması lazım. İstanbul Sözleşmesi uyarınca şiddetten hayatta kalan kişileri arayıp bu kişilerin erken tahliye olduğuna dair haber vermesi gerekiyor mesela… Bu da yapılmadı. Evden uzaklaştırma tedbirinin uygulanması dahi çok problemli, biliyoruz, çünkü hakimler ve savcılar kurulu 6284’e dair yazı gönderdi, pandemi koşullarını dikkate alacaksınız diye. Bu ne demek? Evden de uzaklaştıramıyorsun artık. Sadece adaletsiz değil, aynı zamanda çok eksik. Covid-19 için getirilen bu acil tedbir bile toplumsal iyiliği dikkate alarak değil tabii ki politik çıkarları dikkate alarak hazırlanmış bir kanun; her yerinden de görüyoruz bunu.

 

Denzi: Ayrımcı söylemlere ve adaletsiz uygulamalara kriz döneminde daha çok alan açılmasına toplumsal sözleşme kavramı üzerinden de bakabiliriz belki. Virüse dair oluşan kaygıyı, korkuyu, olumsuz tüm duyguları belirli insanlara ve topluluklara yönlendirebildiğini görüyoruz devletin. Toplumsal sözleşmeyi tehdit eden ya da duygudaşlık kurmayı engelleyen her ne varsa virüsle saf tutmuş, Biz Bize Yeteriz kampanyasıyla da virüse ve bu gruplara karşı savaş açılmış gibi bir ortam yaratıldı.

 

Podcastinizde benim için en akılda kalan cümlelerden biri şuydu: Aslında o kadar da gerekli olmayan güvenlik önlemleri bu dönemde pandemi bahanesiyle uygulamaya konulabilir; hatta pandemiden sonra da sürdürülebilir ve toplum nezdinde meşruiyet kazanabilir. Türkiye özelinde bu konuda aklıma hemen iki örnek geliyor: Mesela özellikle pandeminin ilk döneminde toplum tarafından çok da kapsamlı düşünülmeden gelen sokağa çıkma yasağı talepleri benim için biraz ürkütücüydü. Ayrıca Sağlık Bakanlığı’nın Hayat Eve Sığar uygulaması Mayıs sonuna kadar neredeyse 10 milyon kullanıcı tarafından yüklenmiş. Mahremiyet ve sunduğu veriler açısından ne derece güvenilir olduğuna dair tartışmalar da bir yandan sürüyor.*

 

İnsanların anlaşılır biçimde kendilerinin ve sevdiklerinin sağlığını ve güvenliğini öncelediğini, bu sebeple de dijital mahremiyetten ödün verdiğini görüyoruz. Bu kırılganlık devletler, uluslararası ilaç firmaları ve ar-ge merkezleri tarafından suistimale açık bir durum yaratıyor. Küresel boyutta baktığımızda veri toplamanın rutin haline geldiği, bir insanın dünya üzerinde yaptığı küçük ya da büyük her hareketin gözlenebildiği ve analiz edildiği, güvenlik önlemleriyle beraber kontrol ve gözetimin de uç boyutlara ulaştığı bir senaryo artık hiç uzak değil. Zaten böyle bir dünyada yaşıyoruz, sağlık ve güvenlik gerekçeleriyle hareketi engellenen, tehlike ile özdeşleştirilen ve hedefe konan grupları görüyoruz. Sizin aklınıza gelen benzer örnekler var mı ya da bu tür güvenlik önlemlerinin meşruiyet kazanabileceği noktalar nereler olabilir?

 

Güley: Bu tedbirlerin en azından artçı bir etkisi olacağını düşünüyorum. Mesela bu yaşa göre ayrılmış sokağa çıkma yasaklarının hiçbir hukuki dayanağı yok ve son derece de problemli. Ben kendi adıma çok ders çıkardım bu süreçten. Yaşçılık üzerine hiç bu süreçte olduğu kadar düşünmemiştim. Evet, Türkiye’de her zaman yaşlı ayrımcılığı vardı ama bunun farklı türleri vardı; aman o zaten yapamazcılık gibi. Ama aktif bir şekilde yaşlıların sokakta sözlü ya da fiziksel saldırıya uğraması gibi şeyler bu pandemiyle beraber oldu. Çünkü bir grup üzerinden politika yürütüldü; virüsü bulaştıranlar yaşlılarmış, onlar yüzünden bu haldeymişiz gibi… Devamında ne yazık ki toplumsal olarak da etkilerinin olacağını düşünüyorum. 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı kalktığı zaman dahi, bir resmi politika olarak var olmasa bile, bunun sosyal etkisi devam edecek.

 

Güneş: İşten çıkarmalarla ilgili de sonrasına dair düşüneceğimiz çok şey olacak. Pek çok şirket, sermaye sahibi, aslında şu anda da haksızca olan işten çıkarmaları devam ettirmenin bir yolunu bulacak. Bence ilerleyen dönemlerde sendikalara, işçi haklarına, özellikle de çok güvencesiz bir şekilde çalışan kadın emekçilere dair ciddi politikalar düşünmek gerekecek. Hepimiz biliyoruz, bu dönemde ‘evde kal’ denirken, yasak konulurken sadece İstanbul’da çalışmaya devam eden 1.5 milyon insana dair hiçbir politika uygulanmıyor. Ya da işten çıkarılanlar umursanmıyor. Bir de bence bu evden ve esnek çalışma hikayesi de biraz daha gündem olmaya başlayacak. Şimdi Almanya’da bir tartışma var, belki Türkiye’de de benzer şeyler yavaş yavaş olabilir, evden çalışmanın pandemi geçtikten sonra da yasallaşması için. Ben bunu biraz riskli buluyorum; evden çalışmak bazı kişiler için çok avantajlı, özgürleştirici olabilir ama bu dönemde evden çalışan kadınlar aslında iki iş yükünü üstlendiler. Hem çocukların eğitimini üstleniyorlar, hem ev bakımı, tamam eş ya da partneri de evde belki ama bu iş bölümü nasıl yürüyor, bir de konuştuğumuz gibi kriz anı ya, ‘anne iki-üç ay üstlensin canım’, bunun yaşandığını görüyoruz. Görmüşsünüzdür, bu dönemde kadın akademisyenlerin makale yazma yayınlama oranı erkeklere göre çok düşük. Niye? Çünkü muhtemelen o kadınlar birçok başka şeye de emek harcıyor: çocuk bakımı, evi sağlıklı tutma, güvenilir tutma… Sadece fiziksel sağlıktan bahsetmiyorum, bütün ailenin akıl sağlığını da koruyabilmek, çocuğa eğlenceli oyun bulmak, eşle dengeyi korumak… O yüzden evden çalışma mevzuu sonrasında da dikkatli olunması gereken bir nokta.

 

Nisan: Güneş’in söylediği evden çalışma meselesine çok küçük bir şey ekleyeceğim. Bence bu sadece kadınlar için değil herkes için ciddi bir sorun ve tehlike. Mynet geçtiğimiz günlerde evden çalışmayı kalıcı hale getirdi. 

 

Güley: Twitter da yaptı aynısını.

 

Nisan: Eminim bunu daha birçok şirket yapacak çünkü işveren için çok masrafsız bir şey. Ama esnek çalışma bir sürü insan için işin hiç bitmemesi demek, ayrıca çok depresif bir şey. Çalışan insanın sosyalleşme, etkileşim içinde kalma, belli bir yerde ve belli mesai saatleri içinde çalışma gibi ihtiyaçları da var. Evden çalışmak demek, kendimizden de biliyoruz bunu, 7/24 çalışıyor olman demek. Daha çok sömürüleceğin bir düzen. Fatura ve yemek masrafının artması, ev işleriyle daha çok uğraşman demek. Çalışmak için kafeye gidersen o da çok masraflı bir şey; kira ödüyormuş gibi kafeye kahve parası ödüyorsun.

 

Denzi: Toplumsal cinsiyet temelli politikaların ikili cinsiyete sıkışmasından bahsediyorsunuz. BMGK kararlarının da kuirleştirilmeye çalışıldığını söylüyorsunuz. Bunları biraz detaylandırır mısınız? İkili cinsiyete ve/veya cisheteronormatif bir bakışa sıkışan bir toplumsal cinsiyet anlayışının ne gibi noktaları eksik bırakma riski var? Ve şu an bu konuda ne gibi çalışmalar yapılıyor? 

 

Güley: Bence biz DEMOS olarak toplumsal cinsiyeti BMGK ile aynı kapsamda ele almıyoruz. Biz toplumsal cinsiyeti cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini de kapsayabilecek bir şekilde, yani sana toplumsal olarak atanan o cinsiyetin ne kadar gerekleri var ve bu gerekleri ne kadar yerine getiriyorsun, bunlar üzerinden ne gibi ayrımcılıklara veya dezavantajlara maruz kalıyorsun gibi soruları da önemseyen bir yerden bakıyoruz ve o ikiliğin ötesindeyiz diye düşünüyorum. Kuir feminizmden de bu anlamda da çok besleniyoruz. Buna çok emek vermiş çok sayıda akademisyen de var, sahadan çok güzel örnekler de var buna dair. Biz toplumsal cinsiyet lensi terimini kullanmayalım gibi bir iddiada değiliz; tam tersine, toplumsal cinsiyet lensini tamamen benimsiyoruz. Ama bu kavramı ele alışımız farklı. Bunu DEMOS’un Kolombiya’da yaptığı projeden bile görebiliyoruz.

 

Nisan: Evet, muhtemelen toplumsal cinsiyet lensinden bakmayı herkes farklı bir şekilde kullanıyor ve farklı bir lensten bakıyor aslında. Kolombiya’da olan şöyle bir şeydi; yaklaşık 20 kadın örgütü ve LGBTİ+ örgütü ile görüşmüştük.** Neredeyse tamamı barış görüşmelerine dahil olan örgütlerdi. Onların o sürece nasıl katıldığını anlamaya çalışıyorduk. Bir yandan da kendi aralarındaki ilişkilere bakıyorduk. Aslında görüştüğümüz kurumların önemli bir kısmı epey liberal feminizm diyebileceğimiz bir yaklaşımdaydı; öyle bir izlenim edinmiştik, mülakatlardan da o çıkmıştı. Nitekim daha radikal feminizm tarafında duranlarla ya da LGBTİ+ örgütleriyle görüştüğümüzde şu eksiklikleri fark ettik; örneğin çok kapsayıcı görünen bazı örgütler ‘translar mı, şimdi onlarla bu konunun ne alakası var’ gibi şeyler diyebiliyormuş görüşmeler esnasında. Beş yüz örgüt bir araya gelip çalışıyor. Kolombiya zaten büyük ve çok farklı grupların bir arada olduğu bir ülke. Ve toplumsal cinsiyet odaklı ve barış odaklı çalışan çok fazla örgüt var. Bir sürü insan bir arada ve çok farklı arka planlardan geliyorlar. Kimisi baya geleneksel bir yerde; neredeyse sayıca kadın erkek eşitliğini sağlamak noktasından yaklaşanlar var. Ama çok daha radikal bir yerde olanlar ya da toplumsal cinsiyeti daha kuir bir perspektiften ele alanlar da var. Barış sürecinin tüm özneleri kapsayabilmesi için birlikte çalışmışlar, zor da olsa herkesin dahil olmasını sağlamışlar ve umut verici bir örnek ortaya çıkmış. Barış anlaşması referanduma sunulduğunda karşı çıkan gruplar, sağ partiler bunlar, kiliseyle de biraz birlikte hareket ederek şuradan karşı çıkıyorlar: Barış anlaşması toplumsal cinsiyet ideolojisi üzerine kurulmuş. Eğer bu anlaşma geçerse LGBTİ+’ların bir sürü hakkı olacak, evlilik eşitliği vesaire. Biz bunu istemiyoruz. Elbette orada başka politik sebepler de var ama ‘hayır’ kampanyasında kitleleri ‘gender ideology’ dedikleri şeyi öne sürerek ikna ediyorlar. Çok küçük bir farkla referandumu kazanıyorlar ancak bağlayıcı bir referandum olmadığı için hükümet ve FARC ekibi yine de küçük değişiklikler yaparak imzalayıp yürürlüğe koyuyorlar anlaşmayı. Görüştüğümüz LGBTİ+ örgütlerinden bir kadın ve başkaları da bize şöyle demişlerdi: ‘Orada ilk feda edilecek şey tabii ki LGBTİ+’ların kazanımlarıydı. Ama biz o sırada feminist hareketle birlikte hareket edebildik. Öyle olmasaydı muhtemelen bu metinden bize dair her şey çıkacaktı. Böyle ciddi bir geri adım atılmamasının tek sebebi, feminist hareketle LGBTİ+ hareketin bir arada durup buna birlikte karşı çıkması sayesindeydi.’

 

Güley ve Nisan: Küçük bir not ekleyelim, DEMOS olarak Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi ve barış çalışmaları üzerine bir araştırma hazırlığındayız. Bu ilişkiyi kuran bir şey olmadığının farkındayız ve önümüzdeki dönemde buna bakacağız.

 

 

*Mekansal Adalet Derneği’nden Barış İne, katıldığı bir söyleşide HES uygulamasıyla ilgili detaylı bilgiler veriyor: https://www.youtube.com/watch?v=NdnVelhfkqU&feature=youtu.be

**DEMOS, Kolombiya’daki barış sürecini toplumsal cinsiyet açısından inceleyen bir araştırma yapmıştı. Rapor şu linkten okunabilir: https://www.demos.org.tr/baris-ve-toplumsal-cinsiyet-kolombiya-baris-sureci-raporu/

 

Ana görsel: Ammar Abu Bakr

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YQueer Olympix 2021 Yaşandı!
Queer Olympix 2021 Yaşandı!

Türkiye’nin birçok farklı şehrinde spor aktivizmi yapan lubunyaları bir araya getiren Queer Olympix, geçtiğimiz hafta sonu tüm baskı ve yasaklamalara rağmen gerçekleşti.

MEYDAN

YBoğaziçi “Kayyuma Nakka” Diyor
Boğaziçi “Kayyuma Nakka” Diyor

Üniversiteler kayyumların değildir, onlar gidecek ve bizler kalacağız. LGBTİ+’lar da bu mücadelenin en görünür öznelerinden biri olarak var oldular ve var olacaklar.

MEYDAN

YLezbidüş ile Röportaj: “Düşlerden Tarih Yazmak”
Lezbidüş ile Röportaj: “Düşlerden Tarih Yazmak”

Hayal kurmak eylemini hayal edemeyeceğimiz bir şeyi hayal etmek diye mi anlıyoruz acaba? Peki sizce hayal kurmak nedir?

KÜLTÜR

YBursa’da Zaman
Bursa’da Zaman

Salgını sürdürülebilir bir izolasyon hâlinde geçirebilmek uğruna kırılgan ve güvencesiz yaşamlarımızı, kiralık evlerimizi bırakıp aile evlerine döndük.

Bir de bunlar var

Hayalet Babalar ve Reddedilemeyen Miraslar
Diren Gezi’den Gezi’yi Savunuyoruz’a Bir Toplumsal Hareketin Sosyolojik ve Mimari Dem’i
Çizerlerin Cumhuriyet Gazetesi Davası

Pin It on Pinterest