Geçen hafta bir izdivaç programı atağa kalktı, LGBT hakları alanında dev bir adım atacaktı ki hat kesildi. Tokat’ın yerli kanalı olan Ekin TV’de yayınlanan bir izdivaç programında zengin işadamı Bülent Bey stüdyodaki Haluk Bey’e talip olduğunu açıkladı. Daha önce Hollanda’da bir erkekle evli olduğunu orada bunun normal olduğunu anlatan katılımcı, stüdyodaki Hasret Hanım tarafından ‘evet Hollanda’da böyle şeyler varmış, beyefendi doğru söylüyor’ diye desteklendi. Sonrasında, şans bu ya, hattan düşen Bülent Bey’le beraber, hemcins aşkı da düşmüş oldu.
Hattan düşmeden evvel Haluk Bey Bülent Bey’e şunları söyledi: ‘Benim gibi bir adama yani bunu böyle yani ben hiç… Bunu duymamış olayım. Siz de aramamış olun beni. Lan beyefendi. Böyle bir şey olamaz. Hollanda beni ilgilendirmez. Ben Türk erkeğiyim, sapına kadar da erkeğim.’ Haluk Bey’in sözlerine bir cevap veremeden hattan düşünce sunucumuz ‘Hattımız düştü, yerinde ve isabetli bir karar olmuş’ diyerek şenliğe limon sıktı. Halbuki program sunucusu mal varlığını açıklarken Bülent Bey’i çok sevmişti. Aylık 150 bin dolar gelir, İstinye ve Levent’te rezidansta daireler, Ulus’ta iki daire, 8-10 tane araba (bu kadar çok olunca sayısı tam verilmiyor, yuvarlanıyor tabii)…
Bu umut vaadeden dakikaları takip eden günlerde patlak veren yazılarda izdivaç programlarının aile ve toplum değerlerine nasıl zarar verdiği yazılıyor, bu rezalet yuvalarının, TV kerhanelerinin yayından kaldırılması için RTÜK’e çağrıda bulunuluyordu.
‘Toplumsal değerlerimiz’ diye başlayan her cümle ben de istatistik kurumunun kapısına dayanma isteği uyandırıyor. Misal, toplumumuzda aile içi tecavüz sayıları o denli yükseklerde seyrediyorki acaba hangi aile değerlerinden bahsediyoruz diye sormadan edemiyor insan. Televizyonlarda 5-10 dakika birbirini tanıma fikrinin saçmalığından dem vuranlar, bunca zamandır adet olan görücü usulü evliliklerin (ki adı üstünde evlenecek olanın yerine başkası görüp uygun/suz buluyor) yüce Türk aile değerlerinin üzerindeki etkileriyle ilgili çok farklı düşünüyorlar ama…
Şu ensest meselesini biraz açalım. Sosyoekonomik ve sosyokültürel düzeye bağlı olmadan her tip ailede gerçekleşiyor. Gerçek rakamlar bilinemiyor çünkü bu konuda çok az çalışma var ve örtbas edilme oranı örtbaslar arasında birinciliği kapmış gözüküyor. Birleşmiş Milletler’in dünya çapında ensest üzerine yaptığı araştırmanın Türkiye ayağı Haziran 2009’da yayınlanan raporla ensest üzerine ciddi çalışmalar yapılmasının önünü açtı (rapora buradan ulaşabilirsiniz) Raporun dayandığı araştırmaya göre ensest vakalarında belirli bir etnik kimlik, ırk, yaş, din, coğrafya, vs. ayrımı yapamıyoruz. Halk deyip de ne anlıyorsak o. Biraz daha bilebildiğimiz rakamlardan gidersek Türkiye’de kadınların % 36.6 sı bazen, % 16.3’ü sık sık aile içi tecavüze maruz kalıyor. Türkiye’de ayrıca her 4 saatte bir tecavüz ya da tecavüze teşebbüs gerçekleşiyor. Ayrıca cinsel saldırganların %75’i tanıdık oluyor. Saldırıya uğrayan kadınların %50’si 18 yaşın altında. Tabii sadece kadınlara yönelik değil şiddet. Tecavüze uğrayan ve enseste maruz kalan erkek çocuk sayısı da oldukça yüksek ama başta da belirttiğim gibi sayıları bilmek ensest söz konusu olduğunda çok zor. Erkek erkeğe münasebetlerde ise iş iyice içinden çıkılmaz bir durum alıyor. Şimdi bu hesaba göre, ‘toplumsal değerlerimiz’, ‘aile yapımız’ diye girdiğimiz bir cümlenin her harfiyle bataklığın içine çekiliyoruz.
Hayaller dünyasında, pembe toplumsal değerler diyarında teletabilik demişken, başbakanımız İstanbul Kongre Merkezi’nde “Türkiye İnovasyon Haftası”nın açılış programında yaptığı konuşmada Muhteşem Yüzyıl dizisine gönderme yaparak, ‘Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i karşılarken başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz demişlerdir’ dedi. Bilirsiniz herşeyin en iyisini o bilir. Öyle ki yatakta geçirdiğim fetih fantezili anları da mı biliyor bu adam, vayyyyy dedim. Başbakanımız sağolsun fantezilerimin tarihsel kaynağını bulmuş oldum.
Başbakan danışmanı Ömer Çelik’in Gramsci, Hegel ve Marx analizleriyle Türkiye siyaset tarihi okumasından sonra Başbakanımız’ın da Bergson ve Karl Popper’ın açık toplum kavramlarını sentezleyerek düşlerimizin de ötesine götürmesi ne kadar esin verici değil mi? Yani ben şeffaflık, çoğulculuk taraftarıyım iyi güzel de, başbakanın cinsel fantezilerine ne kadar açığım? Herkesin tosladığı bir yer var elbette değil mi? Hele de bu fanteziler sarığın kardinal külahını dövdüğü şanlı tarihimizle pişmiş sevgi ve ilim götüren fedailerle, o zamana kadar gerçek erkeği sadece hayallerinde görmüş, uzak diyarlarda başka şanslı kadınlara yar olmuş ecdadımızı hasretle anan zavallı Bizanslı hanımların sonunda sapına kadar erkeklerin fethine uğramasını içeriyorsa burada bir duralım dedim. Sonra düşündüm Bizans niye kahpeydi diye. E tatminsiz, gerçek erkek görmemiş kadınların hali ne olsundu? Kadını kahpe olan vatanın toprağı da hastalıklı ve bereketsiz olurdu elbet. Sonunda ecdadımız tarih sahnesinde baş rolü kaptı da, allaaaah gelsin kara muratlar, versin kara muratlar, ver, adalet ver, sevgi ver, şan ver, para ver, ver allah ver…
Fetih öncesi bir türlü tatmin olamayan kadın:
Fetihin hemen ardından yeni bir toplumun doğumunu mucizeleyen şaşkın Bizanslı hanımlar:
Kara Murat Bizanslı hanımların tehdidi altında
Türk kadınını teselli ederken:
Sen Anadolu’nun cesur yürekli kadınısın! Anasın!
Topraksın! Vatansın! Onlara yazık değil mi?
Hadi, sil o gözyaşlarını hemen! Hiç sana yakışıyor mu?
Bu kadar laubalilik yeter, dağıttığım gibi toplayayım madem. Antropolog Lila Abu-Lughod’un “Writing Against Culture” (“Kültüre Karşı Yazmak”) diye şahane bir yazısı var, orada hususi etnografyaların (‘ethnographies of the particular’) öneminden bahseder. Mesele, önce toplumsal eğilimleri tanıma ve konuşma cesaretini gösterirken, altını, genellenen olguların aslında çeşitli ve birçok boyutu barındıran karmaşık yapılardan oluştuklarını görmek üzere yapılan hususi etnografyalar ve tarihsel çalışmalarla doldurmak ve hayal ürünü değerler kümesini boşaltmakta. Yoksa onu bunu beğenmeyip, hayalimizdeki ecdada, topluma, tarihe yakıştıramayıp, şunu sansürlemek, bunu hapse atmak çok kolay. Yayından kaldırmayla, şiddetle ‘rezil düşkünlüklerimiz’ ortadan kalkıyor olsaydı, ohooo…