Güneşli bir 8 Mart gününde, sloganlarımızı kolye yapıp boynumuza taktık ve yönetmen Azra Deniz Okyay ile online olarak bir araya geldik. Gündelik hayat deneyimlerimizi nasıl sanata aktardığımızı, dostluk dayanışmamızın bize nasıl güç verdiğini, son filmi Hayaletlerin öncesini ve sonrası konuştuk.
Eda: Biz seninle 2011 yılında Tütün Deposunda gerçekleştirilen İnsan Hakları Vakfı’nın 20. yılı sergisi Ateşin Düştüğü Yer aracılığıyla tanıştık. Şimdi 2021’deyiz, vakıf 30. yılına girmiş, seninle 10 yıldır muhabbetteyiz. Daha sonra bu serginin ardından, kendi içimizde yaşadığımız sorunlardan yola çıkarak kadın sanatçılar ve sanat emekçileri olarak Kırmızı Kart adı altında bir araya geldik. Düzenli olarak buluştuk, metinler okuyup tartıştık, feminist yazarlar ile bir araya geldik, 8 mart organizasyonunda çalıştık, kadın cinayeti davalarına müdahil olduk, kendi eylemlerimizi düzenledik..
Azra: 8 Mart’ta seninle İstiklal’de yürüdüğümüzü hatırlıyorum, hala instagramımda elinde megafonla bağırdığın fotoğrafın duruyor. Sanıyorum her 8 Mart biz seninle yapışık yürüdük sen Ankara’ya taşınana kadar. 25 Kasım’lara da katılmıştık. Evet hep bi saha fotoğrafın var bende haykıran.
Evet hep haykırdık ve haykırmaya devam edeceğiz. Kırmızı Kart ile Nevin Yıldırım için Galatasaray Meydanı’nda düzenlediğimiz eylemi sen daha sonra Hayaletler filminde bir mizansen olarak yer verdin. Hatta yine aynı şekilde filmde de ben basın bültenini okudum tıpkı 2015’te okuduğum gibi. Bu anlamda filmde bir belgesel ruhu da var, gerçek hayattan insanlara ve gerçek hikayelere yer vermenle. Benim bu çok ilgimi çekiyor, bu konuların sanat alanında nasıl bir karşılığı var, ne şekilde tercüme ediliyor bu gibi protestolar. Ama Hayaletler’e gelmeden önce, 2011 yılından itibaren yakından takip etme şansına eriştiğim deneyimini konuşalım istiyorum. Ateşin Düştüğü Yer sergisine Batman’daki kadın intiharları üzerine video art ve enstalasyonu ile katılmıştın. Biraz bize o süreç nasıl gelişti, o haberlere nereden ulaştın ve Batman’a gitme kararını nasıl verdin anlatır mısın?
A: 2000’lerin başında Fransa’da yaşıyordum. Türkiye’den haberleri takip edebiliyordum. Döndüğümde de gazetelerde hala Batman’daki neredeyse toplu denilebilecek kadın intiharlarının doğalmış gibi yazıldığını gördüm ve bu kadar korkutucu bir şeyi nasıl normalleştirebildik biz diye Batman’a gitmeye karar verdim. Orada tanıştığım sanatçı Fikret Atay vardı, şu an Hollanda’da yaşıyor, onun arkadaşları, Çağdaş Batman Gazetesi bana oldukça yardımcı oldular. Ölen kadınların hikayelerini, gazeteci gibi yazmak değil de, bi dinlemek istedim. Mesela dikiş kurslarına gittim, oradaki kadınlara hikayeleri sordum ama hiç cevap veren çıkmıyordu. Sonra bahçede yürürken bir kız gelip anlatıyordu. Kendi aralarında da sansürlüyorlardı. Çağdaş Batman Gazetesi’nde anlatılan şey karşı apartmanlarında aşağıya atlayan ilkokul öğretmeni bir kadındı mesela. Subaylar ve doktorlar orada kadınlar ile nişanlanıp sonra gidiyorlar, yok oluyorlar ve o kadını büyük bir toplum baskısıyla baş başa bırakıyorlar. Kaçacak bir yerleri, başka seçenekleri olmadığını düşünen bu kadınlar kendi aralarında dahi konuşmadan ya petrol içip ya aşağıya atlayıp intihar ediyorlar. Ulaşabildiğim bu hikayeleri kurgulayarak bir video enstalasyon yaptım. Kırmızı Kart ile de kendi aramızda birçok konuyu ele alıp konuştuk, neler yapabileceğimizi hep tartıştık. O dönem sessizce kendi aramızda birçok önemli konuyu ele alıp ses getirebildik. Nevin Yıldırım davası protestosu ve başka ismimizi belirtmeden yaptığımız izlemeler, dava takipleri, anonim şekilde çıkarttığımız hashtagler.. Konuşulmayan birçok konuyu grupça ses vermemiz de bizi cesaretlendirdi.
Batman’da çekim yaptın mı?
A: Orada video çekimi yapmadım bilerek. Bunun etik olarak da zor bir şey olacağını düşünüyorum. Bir de aslında kendilerine söz verilmeyen intihar eden kadınları dinlemek istedim. Yakınları ya da tanıdıklarının anlattıklarını dinleyerek hikayelerini anlamaya çalıştım. Benim ilgimi çeken buydu ve videoda kurmaca olarak, intihar eden kadınların kendi seslerinden hikayelerini paylaşmaya çalıştım. Çok zordu tabi. Ağustos sıcağında boğazına kadar kapalı giyiniyorsun ve ona rağmen adamlar bakıyor. Antakyalı benim ailem, orada mesela mini etekle gezsen kimse üzerinize yürümezdi, coğrafyalar çok uzak olmasa da birbirine beklediğimden daha baskıcı bir ortam vardı. Bunun altında başka şeyler de var tabi. Aslında cahil cesareti şeklinde gitmenin hem avantajını hem de dezavantajını yaşadım. Bu kadar sert bir şeyle karşılaşacağımı tabi bilemezdim. Ben yalnızca dinlemeye gittim ve her şeye hazırdım ama genel anlamda insanların kaderdir deyip olayı kapatmaları bana sert geldi.
Uzaktan takip edip de bu hikayeyi ele alabilirdin, bu da bir yöntem ama sen tıpkı olay yeri incelemesi gibi içine girip oradaki insanlarla tanışıp, onlarla iletişim kurup, hikayelerini doğrudan kendilerinden dinlemek istedin ve ondan sonra bu deneyimini bir işe döktün. Bir nevi Batman’daki kadınların seslerini İstanbul’a bize taşıdın. Bu yaklaşımın bence bütün işlerinde devam ediyor. Aynı şey Sulukule için de geçerli. Mahalledeki dansçı kızlarla bir iş birliğine girdin ve onların görünmezleşen hikayelerini görselleştirdin. O süreç nasıldı?
Aslında Sulukule’ye bir şey çekme planıyla gitmemiştim. Fransa’dan ilk döndüğümde mahalle dümdüz edilmişti. Babam oranın koruma planı ekibi içerisindeydi. Fransa’da olduğum için eylemleri göremedim ama haberleri anlatılıyordu bana. Sonra mahalle ile çalışan, daha önce de babamın tanıştırdığı, Funda Oral’a ben ne yapabilirim diye sordum. Atölyeler kurulmuştu ama yıkımdan sonra herkes gitmişti. Ona rağmen daha hâlâ orada kalan bir kaç çocuğa kamera verip çekimler yaptık. Bir kaç sene sonra tekrar gittiğimde atölye başka bir yere taşınmıştı ve oradaki çocuklarla konuşma fırsatı buldum tekrar. Hadi gelin kız kıza bir şey çekeceğim dediğim 6 dakikalık video hiç beklemediğim bir ilgi gördü. Aynı zamanda Doğu’da korkunç bir yıkım vardı ve orası yıkılırken benim kafamda da başka şeyler yıkılıyordu. O dönem bu videoyu çektim. Bunu hem müzikle hem de senin atölyede oturduğumuzda birbirimizi duymamızı engelleyen helikopter sesiyle yapmaya çalıştım. Bunlar bende bir eko yarattı ve izini sürmeye çalıştım. Kaçamayacağım bir şey olmasının yanı sıra içime farklı şekilde işlenmeye başladı bu durum. Çocuklar kaderci değildi. Bu video tam o zamana denk geldi ve insanların büyük ilgisini çekti. Ben de varım ve istediğimi yapabilirim demeleri cesaret verdi birçok insana. Helikopter seslerine rağmen biz dans edeceğiz diyen kızlar çok basit olsa da insanları çok rahatlatan bambaşka bir duruma dönüştü. Göle taş attım tsunami gibi geri geldi.
Senin çalışmalarında şunu görüyorum, üst üste yığılan bir birikim oluşuyor ve her bir projede edindiğin birikimi ve deneyimi bir diğer projeye muhakkak bir şekilde aktarıyorsun. Bu aynı zamanda hayatınla da paralellik gösteriyor. Mesela 1 Mayıslarda Taksim Meydanı’na giriş yasak olduğunda turist taklidi yaparak sokaklarda çekim yapabilmeyi, katıldığın yürüyüşlerden, protestolardan kendi deneyimlerinle birlikte her projenin kendine has deneyimlerini bir araya getiriyorsun. Özellikle en son Hayaletler’de tüm bunları izleyebiliyorum. Hatta aileden edindiğin birikimi de katarak bahsettiğin halı metaforu gibi ilmekleri bu şekilde ördüğünü düşünüyorum. Seni yakından tanıdığım için de bunların karşılığını filmde çok rahat görebiliyorum. Bir de şunu söylemek lazım, Mardin’de koruma kurulunda baban orada çalışmıştı ve sen çocukken bir süre orada yaşadın.
Evet kısa bir süre yaşadım. Babam Unesco’nun koruma ekibindeydi. Öncesinde Safranbolu vardı, orada da yaşadım. Oraları tabi gezince ve yerel halkıyla iç içe olunca artık turist olmuyorsunuz. Siz onlarla bir oluyorsunuz ve bence bana bunun büyük bir getirisi çocukken bizi birleştiren bağları keşfetmiş olmam. Mardin’de öğlen kadınların davetiyle teraslarda hikayelerin anlatıldığı sohbetlere gidiyorduk. Sanırım şimdiye kadar yaptığım teknik çalışmalarım da seyirciyi o sohbete dahilmiş hissiyatı yaratmakla ilgili.
Aslında şimdi bunları konuşunca bende şu uyandı. Sen kenti içinde yaşayanlarla birlikte algılıyorsun. Belki de bu yüzden Batman’a gitmek istedin. Dışarıdan o hikayeyi alıp işinde kullanmak yerine belki de kenti de deneyimlemek istedin çünkü bence onları bir bütün olarak algılıyorsun. Ve en son Hayaletler filminde biz bu bütünü artık çok daha net görüyoruz. O ilişkileri, kenti kent yapanın içinde yaşayanlar olduğunu, her bir farklı hikayenin bir bütün olarak kenti oluşturduğunu ve en sonunda da bunların ayrılamaz bir hali ile karşılaşıyoruz. Bu son filmde bu tavrını bence çok açık bir şekilde ortaya koyuyorsun. Kentsel dönüşüme karşı direniş de var, göçmenler de var, kadın mücadelesi de var, çocuklar da var derken tüm bu birimi süzerek deneysel bir şekilde filme aktarıyorsun. Sanki bu bir araya gelmezmiş gibi gözüken şeylerin güncel hayatta aslında bir arada olduğunu ve kenti oluşturanın da tam da bu olduğunu gösteriyorsun. Belki şunu konuşabiliriz, son filmde ne mutlu ki bu mecraya dökme tarzın anlaşıldı ve ödüller olarak olsun dünyada bir çok kitleye ulaşması olsun karşılığını görebildik ama aynı zamanda eril dünyadan da bazı tepkiler aldın. Onlardan biraz bahsetmek ister misin?
Şimdi şöyle, ben yapıcı eleştirilerle büyüyen ve bunun ne kadar önemli olduğunu savunan bir insanım. Ancak bu kadar zor ve ne maddi ne manevi bir destek almadan bu filmi gerçekleştirerek geldiğim için, Venedik, Selanik ve Varşova’dan aldığım ödüllerin dışında kendi ülkemde bazı eleştirilerin ve söylenilen lafların maalesef kadın olduğum için fazladan söylendiğini fark etmeye başladım. Ancak içi boş argümanlarla, sokaktaki bir kadına laf atar gibi eleştirildiğimi fark edip garip karşıladım diyebilirim. Çünkü zaten bir çok sendromdan geçiyoruz kadın olarak, yaptığınız bir şeyin doğru olup olmadığını siz bin kere sorguluyorsunuz birisi sorgulamadan önce. Bunu bekliyor muydum, bu kadarını beklemiyordum. Benim için önemli meseleleri ele alan bir film yapmak büyük bir cesaret gerektirirken bir anda çok sert geçişler oldu. İlk yapılan eleştiriler neredeyse mizojeniye varıyordu ve bu beni şoke etti. Aslında bunun arkasında birden çok konu iç içe. Hem bir kadınım hem de kadınların etrafında şekillenen bir film çekiyorum ve bu film uzun zamandır alınamayan bir ödülü alıyor. Durup üstüne çok düşündüm ama işimi savunmaya devam ettim. Bildiğim ve çok üstünde çalıştığım konuları kendi dilim ve tekniğimle ortaya koydum. Bu bir yandan çok yorucu bir şey, kırılgan insanlarız ama bir kırılgan olup on kere cesur olmam gerekiyor ve o kırılgan anım da çok sert oluyor. Ama bir şekilde küçük bir zelzele yaratmayı başarabiliyorsanız onun çok daha büyük yerlere gitmeye başladığını fark ediyorsunuz. Bu yüzden çok değerli. Filmdeki gibi o karanlıktaki ışığı kaybetmemekle ilgili.
Sanatçı olarak yaşanan bir mücadele var, evet ama bir de şunu rahatlıkla söyleyebilirim, en azından kendi jenerasyonumuz için, kız çocuklarından ne bir başarı bekleniyordu ne de bir destek, motivasyon veriliyordu. Buna rağmen bir başarı elde ettiğinde de acımasızca eleştirilip didikleniyor. Gaye Su Akyol’un son röportajında söylediği gibi, arkasında illa ki sana destek vermiş veya senin fırsatçılık yaptığın bir erkek aranıyor. Başarıyı konduramama gibi bir durum var. Bizler bunun ne kadar aksini göstermeye çalışsak da kız gibi yapmak deyimi için güçsüz, başarısız gibi bir algı söz konusu ve birisi bu başarıyı elde ettiğinde inanılmaz saldırılıyor. Kendi jenerasyonumdan örnek vermem gerekirse, okulda mesela bir erkek öğrenciye başarı için motivasyon ve hata yapabilme hakkı verilirken, zaten bir kadın olarak senden o başarı beklenmiyor ama bir başarı kazanmak için uğraşırsan da bu hoş karşılanmıyor. Hem bir motivasyon kırıcılık var hem de sen bir başarı gösterdiğinde erkekler arasında olduğu gibi bu hemen kucaklanmıyor, inanılmaz bir şekilde sorgulanıyor, acımasızca eleştiriliyor. Biz bir yandan mücadelemizle beğenseler de beğenmeseler de bunun aksi bir ortam yaratmaya çalışıyoruz ama diğer yandan da bu bizi çok yoruyor. O kırılganlık o kadar doğal ki… Sen normal bir kişinin tahammül edebileceği stresin belki yüz katına tahammül etmek zorunda kalıyorsun ve bir de onlara stratejiler bulmaya çalışıyorsun.
Benim fiziksel olarak karşılaştığım en saçma an yurtdışı için Türkiye’yi temsil edecek önemli bir kurumda yarışabilmek için karşılaştığım bir kurulda konuşulanlar oldu. Filmden çıktılar, beğenmeyebilirsin ama söyleme tarzı şöyle idi: “iyi deneme”. Öğrenciye bile söylenmemeli böyle. Orada aslında ezmeye çalışıyor ama ben sakinliğimi koruyup cevap verdim. Bu filmin son iki senede A kategori festivale girdiğini ve en çok ödül alan film olduğunu ve bir deneme olmadığını söyledim. Sonra hemen arkasından tekniği anlatmaya başladığımda sözümü kesip “bu ara kadın filmleri moda di mi?” gibi bir şey söyledi. Öyle moda diye bir şey yok, bu film tekniği ve farklılığı ile öne çıktı diye açıklamam gerekti. Alışmak istemeyebilirler bazı şeylere, ancak bu kendi sorunları, bazı şeyleri de biz değiştireceğiz.
Bu senin başarını yaşamana da engel oluyor.
Kesinlikle, bazen çok sinir bozucu, mutlu olmaya hakkın yokmuş gibi. Filmden bahsetmem gereken şeyler varken bu şekilde boş konuşmalara cevap vermekle zaman kaybı yaşadım. Bu konu ile başka kadın yönetmen arkadaşlarımın da karşılaştığını fark ettim. Mutlu olursan da arkandan falan filan deniyor. Bunu hak etmiyorsun ki sen zaten gibi bir durum var. Bu yüzden ya daha bangır bangır söylemen gerekiyor her şeyi, veyahut karşılaştığın bu gibi insanlardan uzak duruyorsun. Bir de pandemi olduğu için seyircilerle karşılaşamadım. Ama inanıyorum herkesin mutluluğunu göreceğim ve bunu bir şekilde başarıp bir araya geleceğiz. Seyircinin takdirini bir tek Venedik’te yaşayabildim. Çok nötr ve düzgün hissettim kendimi orada. O kadar ender ki bu. Sürekli bir kadın olma durumunun konuşulmadığı, aslında bir insan ve sanatçı olduğunu hissettiren algılar o kadar az ki ve bu tüm dünyada hala geçerli. Mesela Gaye Su Akyol’un röportajında yakın arkadaşlarının sen bu davulu niye böyle çalıyorsun, emin misin dediğini duyduğum anda kafama bir kova soğuk su boşaltılmış gibi hissettim çünkü benim de başıma geldi. Gözlerim doldu dinlerken. Gaye ile ödüller sırasında mesajlaşarak tanıştık. Ona da iyi gelmiş başka bir kadının başarısını görmek.
İşte tebrik edebilmek. Bunu çok gözden kaçırıyoruz.
Evet tebrik etmek… Bu arada her zaman başarı kazanmak zorunda değiliz bunun için. Çocukken bir şeyi güzel gördüğümde söylemeyi öğrendim ama bu toplumda hiç yok. Söylememek adına bir şey var. Kilo aldığında hemen kilo almışsın denir ama güzel bir elbise giydiğinde söylenmez. Aslında çok ezici bir şekilde öğretilmiş bu durum. Bunu unutmamak lazım, illaki çok büyük bir başarı elde etmemiz gerekmiyor. Keşke ego olarak tatmin etmek adına olmasa. Yakın arkadaşlarım arasında, biz kendi aramızda yapabiliyoruz bunu çünkü biz birbirimize öğrettik. Kötüsünü ve iyisini görüp aslında elimizde ne kaldığını 30’larımızdan sonra öğrendiğimizi düşünüyorum. Yapıcı bir eleştiri tarzıyla birbirimizi çok daha iyiye götürebilme potansiyelimiz var.
Yani arkadaşlıklarımızdan ve yaşadığımız bu kırılganlıkların farkına vararak o dayanışmayı bir şekilde büyütüyoruz. Evet hiçbir şekilde başarılı olmak, güçlü olmak zorunda değiliz, evet kırılgan ve de duygusalız. Tabi bu kadınların bir dezavantajıymış gibi aktarılıyor ama aslında insanın kendisi duygusal bir varlık. Ve bence toplumdaki problemlere baktığımızda insanların kendi duygularını rahatlıkla yaşayamadıkları için bu kadar problem çıktığı ortada. Çok problemli bir erkeklik var ve bunu temelinde yatan şey de kendilerini baskılamaları ve bastırdıklarını yaşayamamaları ve bu yüzden dilleri o kadar şiddete dönüşüyor. Erkek güçlü olmalıdır ya, böyle toplumsal normlar var, ne kadar hastalıklı normlar… Bu böyle bir karabasan gibi o erkekliğin tepesinde. O yüzden her hangi bir yumuşama kabul edilmez, çünkü erkek dediğin sert olur. Nezakete bile tahammülleri yok. Aslında öyle olmadıklarını kendilerine itiraf edip özgürce kendi kırılganlıklarını, yumuşaklıklarını kucaklayıp yaşasalar belki de çok daha farklı bir toplumda yaşayabiliriz. Kadınlar işte tam da bunu yapıyor, o kırılganlığı kabul etmek ve bunun üzerine yerleşecek bir hayat şekli kurabilmek. Öz bakım bizim kendi küçük arkadaş gruplarımızda tam olarak yaptığımız şey, birbirimize şefkat göstermek, problemleri dinlemek, dertlerini anlatabilmek, özgürce konuşabileceğin bir ortam oluşturmak ve birbirimizi desteklemek. Kırmızı Kart da birbirimizi tanıdığımız bir süreçti, her kadının kendi yaşadığı deneyimi paylaştığı farklı farklı yaş gruplarından kadınlardık ve birbirimizi anlamaya çalıştığımız ve bunun üzerine de ortak bir dil nasıl geliştirilir, ortak bir çalışma nasıl yürütülebiliriz diye araştırdığımız bir dönemdi.
Konuşurken aklıma geldi, ben bir birey değil miyim, bir birey değilsem neyim acaba’yı sorguladığımız bir dönem. Mesela öğrenciyken pratik yapabileceğim bir yer yoktu, kendi kendime öğrendiğim şeyleri video sanatına dökebildim. Video kendi laboratuvarım oldu. Hiçbir yere ait olmadığım için kendi dünyamı yarattım. Belki bir ekibe dahil olsaydım ya da birisinin asistanı olsaydım ki muhtemelen erkek olacaktı.. En azından tek başıma kalmanın getirdiği avantajlar da oldu. Yıllarca ne yapıyorsun diye sorulduğunda tohum ekiyorum dedim. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çok az bir para kazanıyorsun, onu hemen bir yere aktarıyorsun, Küçük Kara Balıklar’ı öyle çektim. İşte ilk reklam çektiğim dönemler ama son dönem korkunçtu, işimi yapamaz oldum. Neden işimi yapamıyorum diye sorduğumda kadınsın diye çok net bir cevap almıştım. Keşke kaydedebilseydim, insanlar inanamıyor. Ben böyleysem bari yanda gideyim dedim. O sizde bambaşka bir şey yaratıyor. Yokluktan bir şeyi ortaya çıkarmayı kadın ruhu olduğu için yapabiliyorsun. Yani yolda karşılaştıklarını çantana ata ata büyüyebiliyorsun. Ben eğer kendi dünyamda yalnız bırakılmasaydım belki de bu kadar farklı ve renkli bir şey çıkarmazdım. Kendi mağaramın içerisinde çalışa çalışa 6 senede çıktı bu film. İlk kurguyu izleyen Venedik’teki izleyici kurul sen ne yaptın diye bağırıyordu. Yaptığım şeyin biraz farklı ve dinamik olabileceğini fark etmiştim. O kadar büyük bir enerji toplamışım ki içimde bu şekilde çıktı.
Kadını şehirde temsil etmek, bir de nasıl temsil edildiğini düşünmek.. Mesela filmi bitirme aşamasındayken 5 Ağustos İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya gelmiş olan Kadıköy’deki çoğu insana şiddet uygulandı protesto sonrası. Paris’te sabahlamaktaydım ve o haber videosunu görmek beni mahvetti. Ses tasarımcım Theo Serror ile filmin sonundaki bitiriş kent sesine o videoda, o tarihte haykıran kadınların seslerini koydum. Bana güç katan yalnız bırakmayanların sesini. Sonsuza kadar kalsınlar diye. Hâlâ en çok şeyi savunan kadınlardır. Ve Türkiye’de bunun gibi birçok konuya bağlanan bir pozisyonda durunca film de bu şekilde halı dokuması gibi çıktı.
Bilmiyorum ama bence sen her hâlükârda bu filmi yapardın. Sürece çok yakından tanık olduğum için bunu söyleyebiliyorum, daha az yıpranabilirdin. Bence yine çıkarırdın bu filmi, çünkü bu sende var. Elbette ki tüm yaşanmışlıkların etkisi var ve hatırlıyorum fonlardan bir türlü olumlu geri dönüş olmuyordu ve sen artık yeter deyip bir destek kampanyası açıp ben bu filmi kendim çekeceğim dedin. Hepimiz yap Azra diye elimizden geldiğince destek olduk. Tabi ki bu yolda öğrenilen çok şey var ve bunları bir yandan da pratiğe dökme hâlimiz var. Tohum ekiyoruz ve bu tohumun ürününü belki sen değil ama senden sonra gelecek nesil çıkaracak olabilir. Ama bence bu kadar zorlu olmasına gerek yoktu. Sen belki 6 yıl değil de belki 3 yıl gibi bir sürede bu filmi yapabilirdin.
Tabi canım çok zordu. Durmaksızın çalışmanız gerekiyor, görüşmeleri yapmak falan.. Bir prodüktör bulmak gerçekten sorun Türkiye’de. Ve bir prodüktörün olmadığı takdirde sürekli inişler çıkışlar var. İlla ki tohum ekmeniz gerekiyor. Ama doğru kişiyi bulunca, benim için Dilek Aydın’dı, birlikte bebeğimiz oldu diyeyim. Bu filmin kendiliğinden büyümesini izlemek, yolunu bulup başkalarına dokunması ve karanlıktaki minik ışığın yayılmasını sağlamak… En güzel duygu bu.